29 Ekim 2011 Cumartesi

Gazap Üzümleri / J.Steinbeck


Bugünlerde roman gibi roman okumak istiyorsanız, J.Steinbeck’in ‘’Gazap Üzümleri’’ ni okuyun.
‘’Ben o romanı okumuştum, tereciye tere mi satıyorsun’’ demeyin. Bir kez daha okuyun. Küresel krizin  insanları dibe vurduğu bugünlerde okuyun özellikle.
Okuyun ki, kölelik sonrası Amerika’nın, hangi temeller üzerine oturtulduğunu anlayın. İnsanlık bu romanı okusa ve tüm hücrelerine kadar hissetse, bugün bazı şeyler daha farklı olurdu eminim.
J.Steinbeck’in betimlemeleriyle, anlatımı güçlendirdiği ve sürükleyici kıldığı, evrensel değer taşıyan insanlık hallerini, insanın suratında tokat gibi patlayan gerçekçiliği…  hiçbir bölümde saçma sapan bir duygusallık batağına yer yok. Bununla birlikte insanların çektiği acıları yüreğinizde, bizzat kendiniz yaşıyorsunuz.
Öyle ki; kendimi adeta 66 no’lu yolda, o kamyonun içinde yolculuk yapmış gibi hissetmeme neden oldu.  Kamyonun her arızalanışında, lastiğinin her patlayışında endişelenmeme neden oldu.
Acaba şimdi ne olacak? Bereketli Kaliforniya’ya ulaşabilecekler mi? Portakal bahçelerinde iş bulup, beyaz badanalı bir evleri, bir kedileri ve bir köpekleri olabilecek mi? Bunların ne kadar sade eve değerli olduğunu insanlara hatırlatan, bir roman.
Ayrıca romanın başında, bir kaplumbağayı o kadar detaylı anlatmasına sebep ne olabilir, diye düşünüyorsunuz fakat sayfalar ilerlediğinde, o kaplumbağanın neden o kadar detaylı anlatıldığını da anlıyorsunuz.
Oklahama’daki çiftçilerin tarımdaki hızlı değişimden sonra, yersiz yurtsuz kalmalarıyla birlikte ikinci sınıf  insan olarak aşağılanmalarından, yüzünüz kızarıyor, sinirleniyorsunuz.
Romandaki ‘’Ana’’ karakterinin, tüm aileyi birlikte kılabilmek için verdiği mücadeleyi ve fakat olaylarla birlikte ailenin çözüldüğünü hüzünle izliyorsunuz.
Tom Joad hapisten yeni çıkmıştır. Kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunu sorgulamanıza sebep oluyor okuduklarınız.
Romanın sonuna doğru Tom’un anasıyla yaptığı veda konuşması ise içinizi matkap gibi oyuyor.
‘’Gece karanlıklarda ortalıklarda olacağım. Bakabileceğin her yerde olacağım. Aç insanların karnını sayesinde doyuracağı bir kavga varsa, ben orda olacağım. Nerde polis birini dövüyor olsa orda olacağım. Insanların çılgına dönüp haykırışında ben olacağım. Bebeklerin açken akşam yemeğinin hazır olduğunu bilip, gülüşlerinde ben olacağım ve insanlar kendi yetiştirdiklerini yiyip, kendi yaptıkları evlerde yaşadığı zaman, ben orda olacağım.’’
J.Steinbeck’in romanının son sayfasında yol boyunca hamile olup da, selden kaçarken konakladıkları ambarda ‘’Rosa Sharon’un’’ yaşadıkları… yazmayacağım. Sadece yazacağım, oldukça acıtıcı bir insanlık hali. Eminim J.Steinbeck bir otuz bölüm, beşyüz seksen beş sayfa daha yazabilirdi, tüm bu yaşananlar hakkında.
Bütün bu insanların yaşadığı zulmü, yine diğer insanlar yapıyorsa aradaki farkı düşünmemem sebep olan bir eser. Fakat anlıyorsun ki bu zulüm, çoğunluk insandan değil, sistemden kaynaklanıyor.
Sisteme lanetler yağdırıyorsun. İnsan denen  yüce varlığı bu hale getiren sisteme, hayatın boktanlığına ve çoğunluğun neden ezildiğine dair bir ağıt okuyorsun.
Insanın sahip olduğu ruh, diğer insanların yanında olmazsa, onlarla bütünleşmezse, tek başına hiçbir işe yaramıyor.
Acı çeken insanların sadece ezilenler değil, ‘’ezenlerin de’’ ne yapıyoruz, diye kendilerini sorgulayıp, silkelenmesine neden olmasını dilediğim bir roman.

27 Ekim 2011 Perşembe

Konak sineması yeniden açılıyor. Üstelik!


… ve yazı yazdılar. Nasıl?
Nasıl yazı alfabenin harflerinden oluşuyor; kimi çirkin, kimi iyi niyetli, kimi nadir insanlar tarafından edebi eserler üretiliyor ve biz onları hayranlıkla okuyorsak; bi de, ışık hüzmesinden resimler üst üste biner ve biz bu çekilen filmleri izleriz. Kimini hayranlıkla, kimini sıkılarak ya da beğenmeyip, oflayıp, puflayarak...
Sinemayı severim. Hem de çok. Çalıştığım dönemlerde dahi, yoğun geçen bi çalışma gününün ardından, günün hafta arası, karnımızın aç olmasına bakmaksızın cuma geceleri gösterime hangi film girdiyse gittik.
Yıllar, Hollywood filmlerinin tozunu attırdığı yıllardı. 90 lar işte. Bir garip 90 lar... bi koşturma, çok kötü şeyin olduğu ama bizim pek de, bi şeyi bilmediğimiz garip, sisli bulanık yıllar. Buna rağmen kendimizi dev aynasında görür gibi, her şeyi bilir sanmaz mıydık? Yanarım yanarım, buna yanarım...
...kış geceleri. Ve İzmir. İzmir'i bilmeyenler, ılık ve yağışlı Akdeniz ikliminin hakim olduğunu düşünür... değildir dostum, değildir. Sabah ayazı, kamçı gibi yüzüne vurur. Gözlerinden şakır şakır yaşlar akar. Gecesi, ya gecesi? Günle gece arasında ısı farkı çoktur.
90 lı yıllardan kapıyı aralayıp neden bu kadar İzmir soğuğunu ve gecelerini anlattım?
Neden olacak, başta da anlattığım gibi, kış geceleri soğuğa falan aldırmadan, sinemaya giderdik her cuma.
O yıllarda, AVM ler, sadece İsstanbul'da. Biz nasıl özeniyoruz? Komikmişiz doğrusu! Hadi hadi komik demeyelim, bilinmeyene olan özlem. Kendini taşralı hissetme duygusunu yenme. Evet sayın psikolog çözdüm: Ağır aşağılık kompleksine giriyormuşuz İstanbul karşısında. Neden biz öyle AVM sinemalarına gidemiyoruz ki?
Kemeraltı pasajlarının sinemalarına giderdik. Pasaj içinde, bi arkadaşı bekleme... en büyüğü Çınar sinemasıydı. Perde o kadar büyük olmasına rağmen, sevmiyordum Çınar'ı... Altında da Çınar pastanesi vardı. Sinema çıkışında, tam kapının önünde bekleyen kestanecilerin kokusu hâlâ burnumda tütüyor mis gibi.
Ve 2000 ler...İzmir için, milenmyumun en büyük getirisi, bir bir açılan AVM lerle birlikte yeni sinemalar oldu. Sevindik, o bakımsız sinemalardan kurtulmuştuk. Rahat minderli, temiz sinemalar. Oysa gün gelip, bunlara da bakım olmadığı taktirde, yıllar içinde kirleneceğini düşünmeden...
doyduk doyduk. Avm sine de, mvm sine de... adım atasım yok artık. Sadece gene sinemalar vasıtasıyla, yürüyen merdivenlerle ikinci kata çık, biletini al. Sonra bol şekerden çukulatanı kesekağıdına koy, suları al. Bekle.Durum bundan ibaret.
İzmir'de sevdiğim tek sinema salonu Desem. Dokuz Eylül sineması. Üstelik bu sene ses sistemi de koltuklar da yenilenmiş. Neden seviyorum burayı? Çünkü tek Avrupa filmlerinin gösterildiği yer orası. Şehirdeki, diğer sinemalar ticari. Ne sanat filmi, ne Avrupa filmi hak getire!
Geçtiğimiz günlerde öğrendim ki, yılların Konak sineması, kapalı olan kapılarını yeniden açıyormuş. Üstelik bu yenilik sadece koltuk ve ses sistemi ile ilgili değil.
Konak Sineması'nın işletmesini İZSGD almış cep salonlarında Avrupa filmleri, büyük salonda ise vizyon filmleri gösterime girecekmiş. Gerçekten bu haber İzmir adına oldukça sevindirici. Benim gibi Avrupa filmleri düşkünü biri için, güzel bi haber.
Küçük bir dip not: 500 koltuğun alt limiti bin liradan satışa çıkarılmış. Satın almak isteyen pek çok kurum ve kuruluş varmış. Gençlik yıllarında bu sinemaya sık sık gelen Sezen Aksu ile de dernek temas içindeymiş.
İyi seyirler, İzmirliler :)

22 Ekim 2011 Cumartesi

Bizim için kasa, onlar için müzik aleti!


Sabahın ayazında Güzelyalı’da,  masa örtüleri turuncu olduğu için oturduğum çay bahçesinde, çay, simit, peynir üçlemesini afiyetle mideye indiriyorum. Çay nefis, sıcak, harika…
Bu harikalığa hafif hafif, akerdeon sesi eşlik ediyor. Benim kara gözlü Romen çocuğu geldi. Onunla geçen hafta tanıştık. Ne kadar da güzel çalıyordu. Hüzünlü, romantik, büyülü bi ses. Ona para vereceğimi zannettiyse de, cebimde bozuk para olmadığından, buruk bi gülümseme fırlattım. Ne yapsın onu? Ayağa kalkıp ‘’car cara car car’’ diye kötü olduğunu düşündüğüm bi şeyler söyledi.  Ben de ona eğilip, ‘’bak sen, bak sennn’’ dedim. Uyuz oldu!
Yolda parayı  bozdurup, hakkını toka ettim.
Vay canına yandığım, ne de güzel çalıyorlar. Bizim mahalleden de geçiyorlar. Evin içine harika müzik doluyor.  Bünyen o anda kafayı yemek üzere dahi olsa, anında derman oluyor. Ruhu okşuyor.
Bu çocuk artık oraya her gittiğimde tanıyor beni. Hemen yanıma geliyor. Masamın yanında şahane müzik ziyafeti sunuyor. Emeğinin karşılığını, kredi kartına dört taksit ödemek isterim; ama küçük bi nakit karşılığı çok nefis dakikalar geçirmeme neden oldu. Yetenekli karagözlü Romen çocuğu…
Şöyle hissettim; önümdeki bisiklet yolundan, Amelie bisikletiyle geçecek, ben de Amelie’e ‘’heyyy Amelie gel sana sade bi Türk kahvesi ısmarlayayım, hem de iki lafın belini kırarız’’ diyecektim. O derece yani! İçimi huzurla dolduruyor, akerdeon. Yaşamın küçük ama güzel detaylarını anımsatıyor.
Hatırlıyorsunuz değil mi? 2000 lerin başında, Ciguli diye, gözleri cin gibi bakan bi vatandaş gelmişti.  ‘’Binnaaazzz Binnaaazzzz’’ diye ortalığı kasıp kavurmuştu. Nerde sahi o? Ne güzeldi. Çok sevmiştim, o cin bakışlı, akerdeon çalan adamı.
Fransız şarkıları ile de romantik oluyor bu akerdeon denen alet.
Bi zamanlar benim de güzel bi akerdeonum vardı. Vardı ve duvarda, tek başına, naif, dikbaşlı bi şekilde bakıyordu. Bordo sedefli,  pek afilli bi aletti.  Ben onu çalmak istesem de, çalamazdım. Çünkü bizim Milli Eğitim sistemimize göre; beden, resim ve müzik dersleri trişkaden tayyare derslerdi.
Eeee bu durumda ne yapacaktım, güzelim aleti? Her zaman purinol almak için  gittiğim Hayat Eczanesi’nin, pek şahane kasasına öykünerek, akerdeonu, ‘’farz edelim ki, Hayat Eczanesi’nin kasası,’’ deyip, eczacılık oyunu oynayacaktım. Hayat Eczanesi’nin kasası da kasaydı ama kardeşim. Öyle bi kasayı 10 yıllık ömrümce hiçbi yerde görmemiştim. Kovboy filmlerindeki kasalar gibiydi. Eczacı kasanın tuşlarına bastığında, çangiro çon çon, çing çang çoyynnn, zıp zıpp, cıp cıp cııyypp,’’ diye onbeş dakika sesler çıkarır, ve nihayetinde öyle açılırdı.  Sırf bu seronomiyi izlemek için; gidip purinol ya da suda eriyen portakal tabletlerinden alırdım.
İşte bu müzikli eczane kasası sayesinde, benim akerdeon amacından çoktan sapıp, kasa halini almıştı. Yazın güneş vurmuş oturma odasının çekilmiş perdelerinin, huzur veren loşluğunda,  akerdeonu yatay olarak yere yatırıp, piyano tuşlarına benzeyen, tuşlarına vurarak ‘’farz edelim ki, Hayat Eczanesi’nin kasası’’ haline getirirdim.
Sonrasında mandolinim olmuştu.  Üzerindeki kelebek motifiyle, onu çalmaya başladığınızda, kelebek kadar özgür olacağınızı mı ima ediyordu? Çalma mutluluğuna erişebilsem, bunun sırrına vakıf olabilecektim, ama bütün çocuklara ders veren Güven Ağbi’miz, bize akord ve sonrasında ‘’bugün ne öğrendiniz?’’ diye soran anneme ‘’tremelaaaaaaa’’ diyerek ağzımı yayarak, söylemekten öteye gidemedi. Zira buraya kadar geldikten sonra, Güven Ağbi’miz hepimize baş baş yaptı!
Mandolinim de yüklükte bi yerlere itildi!
Geldi orta ikinci sınıf. Hayatımda ilk kez gerçek bi müzik hocası geldi. Fakat gelgelelim adam, sırf psikopata bağlamıştı.  Bize notaları öğretti. Öğretti de!  Aman da aman, ne güzel! Ama öğretmenimiz o kadar psikopata bağlamıştı ki; hâlâ aklımdan çıkmayan ‘’ si si do re, re do si la, la la sol sol, laaa sol sol’’ melodiyi de ezberletti. Kaç yaşına geldim, hâlâ beynimin en ücra sokaklarından, fırlayıp çıkıyor.
Daha sonra öğretmenimiz, bizi özümüze döndürerek; ‘’yine yeşillenmiş fındık dalları, aman karpuz kestim yiyen yok’’  gibi güzel türkülerimizi de öğretti. Çok sevindik, mutlu olduk.  Bununla birlikte öğretmenimiz,  müzik öğretmeninden ziyade,  ‘’milli güvenlik’’ öğretmenleri gibi, dehşetli bi otoritesi vardı. Müzik dersleri, biraz kabusumsu havada, korku ile birlikte geçiyordu. Kendimi biraz sıksam, korku filmlerine müzik yapabilirdim!
Ve tüm bunlara ilave olarak, benim müzik kulağımın eksik olması nedeniyle, her türlü türküyü, notayı öğrenmeme karşın, bütün derslerden, tulum geçtiğim halde, ikmale kaldım!
:( :)  
Karne zamanı geldi: ''derslerin nası bakiim evladım,'' diye soranlara ‘’müzikten ikmale kaldım’’ dediğimde onlar da bana, müstehzi bi şekilde gülümsüyorlardı. Zannediyordum ki, içlerinden de, ‘’yuhhh!’’ diyorlardı.
Müzik, beden, resim… olmazsa olmaz. Şu an durum nasıl, bilmiyorum ve bilmiyorum.
Sonra da ‘’umuyorum ve umuyorum’’ diyorum.



21 Ekim 2011 Cuma

Bir tiryaki, bin sigaraya bedeldir!

Ne diyorsun? Sadece bin sigaraya değil, bir koca fabrikaya bile bedeldir. Ahh canım, durun yahu? Doğrudan, daldım konuya. Önce kendimi takdim edeyim: Bendeniz Hayati Ceylan.
Köy kökenliyimdir, fakat daha küçük yaşta ailemle birlikte İstanbul’a taşındık. Orta dereceli bir okulu bitirdikten sonra, öğretmen oldum. Tayinim, Bolu’nun Safranbolu ilçesine çıktı. Bekârım, o zamanlar. Dersimi veriyorum, maaşımı alıyorum. Küçük bi evcağızım da var. Mutluyum, mutlu olmasına da, geceler uzun. Nerde şimdiki gibi internet, blog, facebook, twitter, friendfeed? Trt radyolarına talim ediyorum. Bak haaa ajansları da hiç kaçırmam. Valla o zamanlar twitter hesabı  olsa, şu 657 li halime bakmadan, en az 100.000 takipçim olurdu. Tabii en baba blogçu da ben olurdum, aslanım. Tamam mı, bu da böyle bilineaaa. Hiç mütevazilik yapamıcimmm azizim. Blog yazsaydım, sinema konusunda yazardım. Hoşş daha sonra, avcılık ve atıcılık hususunda da yazardım, ammaaa bu da uzun hikaye. Anlatacam sabırlı ol, ‘’sabırla koruk, helva olur’’ derler ataların. Atalarının sözünü dinle. Bana çok otoriter davranıyorsun deme, öğretmenim dedik ya, öğretmenler öyle hört dötçü olur. Cetvel sadece ölçüm aleti değildir, ona göre. Sıradaaaa durrrr, dedimmm. Barttırmayın beni.
Nefes al, Hayati, nefes. Off Allahım bu çocuklar insanda sinir mi bırakır?
Ben de bekâar adam olduğumdan, ne yapayım, ne yapayım, mesai saatlerinden sonra, yapcak iş güç yok, sinemaya sardım. Bolu’ya gider oldum sık sık. Hollywood filmlerine. Aman efendim, o filmlerde kimler yoktu ki? Ava Gardner, Rita Hayworth, Katharine Hepburn, Ingrid Bergman, Lauran Bacall… ah ahhhh! Şimdiki gibi estetikli köstetikli değildiler. Erkeklerde Harrison Ford, Clark Cable, Marlon Brando –ki biz ona naylon branda derdik. Hah hah hah haaaaa:)) Kıskanıyorduk mu ne? Nasıl kıskanmazsın canım efenim. Herifler yakışıklı, kadınlar bir içim su.
Benim tipimi de görüyorsunuz ya işte. Koca bi gıdık sarkmış ordan. Allahın gücüne gitmesin, burnum hakeza. Geleceğin gut hastası tipine aday bi görüntüm var. Bu filmleri seyret, bu heriflere bak hasetlen. Şişko ve göbekliyim de. Bi de bu Holywood artistlerine vermişler ellerine bi sigara. Her filmde fabrika bacası gibi tütüyorlar. Biz de başladık arkadaşlarla. Haaa bu arada sinemalara gide gele, kendime sinemaseverlerden oluşan bi arkadaş çevresi de kurdum. Sinema çıkışlarından sonra, çorbacı olsun, pastane olsun gidip duruyoruz. Ne yediysek artık, carrrtt, hızlı bi kovboyun çıkardığı silah gibi, sigara çıkarıyoruz. Artistler gibi havalı havalı içmeye çalışıyorum. Bari tipim benzemiyor, havam benzesin hesabı.
Doğrusu işe yaradı. Gittiğimiz pastanede adliyede çalışan daktilo Naciye ile tanıştım. Evlendik. Evlendik de halt ettik!
Naciye’de bi çene varmış mübarek, çan çan çan, daktilo tuşlarını aratmıyor. Eskiden hava olsun diye içen ben efkardan içmeye başladım. Daktilo tuşlarını bilir misiniz? Şak şak şak, kafamda sanki ağaçkakan var.
Tabii bu arada bizim ikiz kızlar da dünyaya geldi. Filiz’le Esin. Artık sinemalara para vercek durum da kalmadı. Sinemalardan bana hatıra, sigara kaldı. Koyu, kopkoyu bi içici oldum.
Yıllar sonra, çalıştığım okula, Esat diye bi öğretmen geldi. O da benden keş. Azizim Esat Bey, siz de benden keşsiniz, hah hah haaaa, diye hem söyledim hem güldüm.  Esat demez mi, ‘’keş, evet bunu bizim için söylemeniz pek doğru olmamakla beraber, hülâsa ‘’keş’’ diye esrarkeşe denir. Fakat gel gör ki, bizim de onlardan pek farkımız yok. Bu sigara bizi hasta edecek. Sigarayı serbest satıyorlarsa, bunun sebebi zararsız olmasından değil, tam tersine patronların ceplerine yararlı olmasından dolayıdır. Esrar sanayileşmedi, fabrikaları kurulmadı. Kurulsaydı ve dünyaya hakim olsaydı, hepimiz bu merete nasıl alıştıysak, esrara da öyle alışır, ve içerdik.’’ Ben şaşakaladım. Bu Esat’da nasıl konuşuyor böyle ilahi? Manyak mıdır nedir? Sonra Esat başladı; ‘’vay dünya, dünya, zalımsın dünyaaaa’’ diye şarkı söylemeye.
Amannn Esat Bey’ciğim boşver şimdi sen bunları dedim. ‘’Yok boşvermicem, sen de daha uyu uyuuu’’ dedi.
Baktım olmayacak, Esat’la arkadaşlığımın arasına mesafe koydum. Herif manyak!
Bi gün çarşıda alışverişimi yapmış dönerken, Avcılar ve Atıcılar Kulübü Başkanı Rıfat Bey’le karşılaştım. Azizim gelin yazıhaneye gidelim, bi acı kahvemi içmeden yollamam dedi. Benim de cannıma minnet. Sıkılmışım çoktandır, konuşacak adam arıyorum. Meğer Rıfat Bey’de evlenmeden önce sinemalara pek gidermiş. Biz bi kaynat bi kaynat. Tabii bu arada deli gibi sigara içtim. Ortalık oldu duman altı. Rıfat Bey demesin mi, ‘’sizden iyi avcı olur’’ Ben bozuldum tabii biraz. Anlattıklarıma atıyor mu, iması veriyor, nedir yahu diye.  ‘’Yok yahu’’ dedi Rıfat Bey, anladım, ne kadar güzel, çok sigara içiyorsun, biz tilki avına gidiyoruz, sık sık arkadaşlarla, siz de gelseniz, doğrusu bu duman altı ile tilkileri yuvalarından iyi çıkarırsınız.
Ah hah hah haha hahhh haahhh haaaaaahhh:)) Ne diyorsunuz Rıfat Bey’ciğim? Bir tiryaki bin sigaraya  bedeldir. Olurum, tabii avcı olurum.
Haftasonları ve sömestr tatillerinde Rıfat Bey ve diğer arkadaşlarla ava çıktık. Köroğlu Dağları’nda oturdum tilki yuvalarının önüne, duman yöntemi ile tilki çıkarttım. Ne sağlıklı ve doğaya yararlı günlerdi öyle!!!
Vallahi bir tiryaki bin sigaraya bedeldir.
 Sigara sağlığa çok yararlıdır efendim, çokkk!





12 Ekim 2011 Çarşamba

Tıkandı Baba, yeraltı insanı mıydı?


Osmanlı dönemi. Yönetimde Sultan Mahmut.
Padişah Sultan Mahmut, halkın arasına karışıp, halkın durumunun, ne halde olduğunu öğrenmek için tekmil kıyafetle, yanına koruma ve yaver almadan çıkar dolaşırmış... En çok konuşma nerde olur? Tabii kahvede. O gün de, bir kahvehaneye gidip oturmuş. Tedbil kıyafette olduğu ve yanında dikkat çekecek yaver falan olmadığı için, kimse durumdan şüphelenmemiş.
Çay ocağında, yaşlı ve yorgun bi adam varmış ve ahali adama ‘’Tıkandı Baba’’  diye sesleniyormuş.
''Tıkandı Baba, üç çay, Tıkandı Baba bir şekerli kahve…'' bu böyle sürüp gidiyormuş. Sultan Mahmut anlamış ki adamın lakabı budur. Ama neden? Merak etmiş ve Tıkandı Baba’yı yanına çağırmış. Fark ettirmeden sohbete başlamış, demiş ki’’neden sana bu lakapla sesleniyorlar? Tıkandı Baba demiş; ‘’uzun  hikaye’’ Sultan Mahmut ‘’anlat zamanım var.’’
… Tıkandı Baba başlamış anlatmaya: ''zamanında burda bi musluk vardı. Şifalı su akardı, ben de onu satardım ve çok da para kazanırdım. Etrafımdaki arkadaşlarım dedi ki, bu musluktan su az akıyor, musluğun ağzını murçla genişlet, su daha çok aksın, daha çok para kazan. Ben de onların lafına uydum ve yaptım. Su bana küstü… zamanla kurudu. İflas ettim ve şimdi de bu durumdayım.’’
Sultan Mahmut Tıkandı Baba’nın haline çok üzülmüş. Saraya dönmüş ve hemen yaverine bir tepsi baklava hazırlatın, altına altınları dizin, belli olmadan, Tıkandı Baba’ya gönderin.
Bir tepsi baklava gelmiş Tıkandı Baba’ya, sarayın ikramı olduğu söylenerek. Tıkandı Baba düşünmüş taşınmış; yalnız bir adamım kimim kimsem yok, bunun hepsini yiyemem, en iyisi bunu iki altına köşede satayım. Oradan geçen bir yahudiyle pazarlık edip, bir altına almış bir tepsi baklavayı. Neyse durumu öğrenmek için, tepsiyi bahane edip, yaver tepsiyi almaya gelmiş. ‘’Tepsiyi ver’’ demiş.  Tıkandı Baba ‘’ben sattım onu’’ demiş. Yaver bunun üzerine‘’yürü saraya gidiyoruz’’ demiş.
Tıkandı Baba korkmuş, korkmasına ama ne yapsın? El mecbur...
Sultan Mahmud’un huzuruna çıkmış. Sultan Mahmut demiş ‘’beni tanıdın mı? ‘’Siz sultansınız’’ demiş Tıkandı Baba. '’İyi bak yüzüme’’ demiş. ‘’Ben evvelsi gün yanına gelip, senden hikayeni dinleyen adamım, sana bir tepsi altın yolladım ama bir tane yemeden satmışsın’’ demiş. ‘’Bilmiyordum sultanım’’ demiş Tıkandı Baba ve korkmuş.
Sultan Mahmut adamın haline üzülmüş. ''Alıp bunu hazineye altınların olduğu yere, eline bir kürek verin daldırsın küreği, altın yığınına, kürekteki tüm altınları sana vereceğim'' demiş. Tıkandı baba heyecandan küreği tersten daldırmış... Kürekte bir tane altın yok. Sultan Mahmut demiş ki içinden Allah; İlla bir güzellik yapacağım Tıkandı Baba’ya…Sultan Mahmut yaverine demiş ‘’hazırlanın Tıkandı Babayı en değerli araziye götürmüş… herkes orda. Demiş ki Tıkandı Baba'ya.’’Tıkandı Baba yerden bir taş al fırlat atabildiğin en uzak yere. Attığın taşın uzaklık mesafesinin onbin katı araziyi sana vereceğim toprak zengini yapacağım demiş seni.’’ Tıkandı Baba bakınmış etrafına bir tane bile taş yok.. Hemen sağında kocaman bir kaya. Eğilmiş kaldırmak istemiş, sultanın emri var... Heyecana kalbi daha fazla dayanamamış oracığa yığılmış kalmış!!
Sultan Mahmut yukarı göğe doğru bakmış demiş ki:
VERMEYİNCE MABUT NEYLESİN SULTAN MAHMUT!!
Bu hikayeyi duyduğumda Tutunamayanlar romanını hatırladım. Tutunamayan insanların öyküsünü.
Dostoyevski, Tıkandı Baba hikayesini biliyor olsaydı, ona yeraltı öykülerinde yer verir miydi?
Bence verirdi. Çünkü Dostoyevski’nin ‘’yeraltı insanlarında’’ olduğu gibi, Tıkandı Baba’nın çevresine yabancılaşması ve yalnızlığı, herşeye rağmen bir düzen kuramaması yatar.  Yeraltı romanlarındaki karakterlerinde olduğu gibi, Tıkandı Baba’da yaşadığı zamana ayak uyduramamıştır.  
Tıkandı Baba gerçekten yaşamış mıdır? Yaşamış olması da kuvvetle muhtemeldir. Bizler bugün o’ndan ders çıkartıyor ve hatta korkuyorsak, böyle olaylar süreklidir.
Tarih tekerrürden ibarettir. Ve tarihi insanlar yazdığına göre…
İnsanlar yaşadıkça…


11 Ekim 2011 Salı

İstanbullu musun? İnanmam, koordinatlarını söyle


Mişli geçmiş zaman: Evvelki seneden bahsediyorum. Yok 2011 değil, bahsettiğim sene 2009. Oooo baya bi mişli imiş zaman mış :)
Pazar geceleri beni bi uyuşukluk hali sarar. Saat 20 civarı falan gibi. O saatte de Selim İleri’nin programı olur. Kanapemde uzun oturup, onu ninni gibi izlerim. Selim İleri de tatlı tatlı anlatır. Ama bazen de lafı çok uzatır. Geçende gene böyle izliyordum işte. Selim Bey’in canı makarna çekmiş. Yeni nesil makarna yapan kafeleri falan gösterdi. Hiçbirini beğenmedim. Kimi yeşil yeşil, kimi kremalı  – ıı ıııı ııyyy-  kimi biberli, kimi ateşte cosss diye harlanıyor. Tutmadım işte ne yapayım. Tutmadım ve çok tutucuyum. Ben şöyle klasik spagetti kıymalı domatesli makarnayı severim. Bi de sarımsaklı yoğurtlu, o kadar. Neyse Selim Bey yukarda saydığım makarna çeşitlerini gösterdi.
Sonra İstanbul’un sevdiğim köşelerinden demetler sundu. Onunla zevklerimiz paralel gidiyor, ama ben öyle çok uzun uzun mırmır konuşmam. Ne bileyim konuşmam, işte. Daha ziyade kısa ve vurucu konuşurum. Nasıl mı? Dururum dururum bi anda bi espri patlatırım, falan. Ehhh diyeceksiniz bize ne senin nassı konuştuğundan falan da filan da….
Biraz önce demiştim ya; Selim Bey İstanbul’un sevdiğim köşelerini gösteriyor, diye. Beyoğlu’nu da gösterdi. Ahhh benim içimin yağları eridi. Sokak röportajları yaptılar. Esas İstanbullu kimdir? diye. Herkes kendince cevap verdi. Kimi “ben değilim,” kimi “ben sayılırım” kimi “ben neyim, ben kimim? Asıl sen kimsin?”  dedi. En sonunda iki tane çokyaşlı hanfendiye de sordular? Neymiş: Esas İstanbullu onlarmış. Başlarında şapkaları, yüzlerinde badanamsı boyaları v.s. vardı. “Efendim biz iki ressamız! İşte yanımda gördüğünüz hanım esas İstanbulludur. Hâzâ hanfendidir.”
(Yüzler buruşuyor) “Şimdi İstanbullu kaldı mı? Hep sağdan soldan gelmeler. I ıııı ne ayyıppp! “
Bana göre esas İstanbullu olmak demek, İstanbullu olmamak demektir. Vayyyy ne bu yaaa? Alâkaya turp suyu falan demeyin, zira öyle. Eskiden çok eskiden beri İstanbul’da hep bir azınlıklar  -Rumlar, Ermeniler, Yahudiler- varmış. Bu insanlar zamanla asimile edile edile eridi bitti. Yani varsa da İstanbul mozaiğinde çok çok azalmışlardır…
1950 lerden itibaren Doğu’dan İstanbul’a başlayan göçle birlikte bunların yerini ülkemizin çeşitli yörelerinden Kürtler, Lazlar, Çerkezler, İç Anadolular gibi insanlar yer aldı. 
Yani mozaik yine devam ediyor. Hıristiyan etnik kimliğinin, yerini yukarıdakiler aldı ve yeni İstanbullu kimliğini oluşturdu.
Yani ressam! hanfendilerin yüzlerini buruşturarak “–öhmmm biz İstanbulluyuz, hanfendinin kralıyız havaları yokkk.-“
Dünyanın en büyük şehirlerinden olan New York’a gitmedim ama televizyondan gördüğümüz kadarıyla gitmiş kadar biliyoruz. Orada da asıl Amerikalı yoktur. Dünyanın her yerinden gelen insanlar vardır, Gerçi onların tarihi de pek yenidir. Esasında asıl Amerikalı Kızılderililerdir amma velâkin onlar orada etnik kimlikmiş gibi gösterilir.
Bu ne yaaa, ne bu? Kim nereli kim kim değil. İşte sonuçta hepimiz Dünyalıyız ve hepimiz uçucu varlıklarız.
Olayın özü de bu dur? Ahh bi de bunu kavrasak da şu savaşlar falan olmasa…



9 Ekim 2011 Pazar

Bir küçük dost sayesinde


Yer: Almanya
Şehir: Ravensburg

Evettt bugünkü hikayemiz Almanya'da geçiyor. Fotoğrafta bakımlı ellerini gördüğünüz kişi, Amara. Amara'nın annesi sanayi devrimi sonrası Ravensburg'ta çalışmaya başlamış ilk işçi kadınlardandır. Amara ise ikinci nesil.
Amara Ravenssburger oyuncak fabrikasında çalışırken, Madison'la tanıştı. Uzun bi dönem çıktılar. Evlerini ortalama Alman zevki ile döşedikten sonra evlendiler.
Madison aileye ve aile birliğine önem verdiğinden hemen çocuk sahibi olmak istiyordu. Amara ise erken olduğunu düşünüyordu. O giyim kuşamdan, saçını başını, manikür pedikür yaptırmaktan büyük zevk alıyordu. Hem oyuncak fabrikasında çalıştığından, oyuncak bebeklerle, çocuk hasretini gideriyor muydu ne? Bunu Madison'a açtığında, yahu (bu yahu kelimesini, fabrikadaki Türk arkadaşlarından öğrenmişti Madison) ''yahu sen manyak mısın be kadın? Hiç oyuncak bebekle gerçeği bir olur mu?'' diyordu.
Amara korunmasına rağmen, hamile kaldı evlendiklerinden dört yıl sonra. Amara hamile kaldığını öğrendiğinde ''vallahi de billahi de (bu vallahi ve billahiyi fabrikadaki Türk işçilerden öğrenmişti) ne olursa olsun, bakımımdan, kusur kalmıcam. Giyimim kuşamım yerinde, yüzüm makyajlı, tırnaklarım manikürlü ve tabii ojeli olacak,'' diye söz verdi kendine.
Onun bu süse püse düşkünlüğünün altında, annesinin sanayi devrimi sonrası birinci nesil kadın işçilerden olması ve bakımsızlığı yatmaktaydı. Bıkmıştı Amara bu durumdan.
Hamileliğini normal süreçte tamamladı. Gerçi son ayları biraz eli ayağı şiştiyse de, durum normaldi. Fazla kilo da almamıştı.
Madison bir kızları olduğu için çok sevindi. Madison, Clothilda ismini koydu. Kadın kahraman demekti. Bu ailenin kahramanı olacak bu kız dedi.
Amara tamam tamam, anladık falan gibi laflar etti. Ben kızımı son moda psikologların Alman terbiyesi ile büyütecem. Öyle zır zır ağladı diye koşup, kucağıma almam ona göre Madison Efendi. (yine fabrikadaki Türkler)  ne diyordum Madison Efendi, altını değiştirir, karnını tok tutarım o ayrı. Bi hastalığı da yoksa, hiiiççç umrumda olmaz. O katı, disiplinli tam bir Alman olacak. Öyle koftiden (yine Türklerrrr) Clothilda isimleri konmaz, taam mı yağışıglım?
Madison bu duruma üzülüyordu, üzülmesine de, Amara'nın çalıştığı oyuncak fabrikasından, sık sık oyuncak getirmisiyle avunuyordu.
Küçük Clothilda'cık, (-cık? evett yine Türkler) oyuncaklarıyla oynuyor, saçlarını seviyordu. Başka da arkadaşı yoktu.
Amara ise çalışan kadın. ''Yemekte ne varsa o tatlım'' diyordu Clothilda'ya. Masaya tabakları tak takkk diye insanın kafasına patlatır gibi koyuyordu.bir azamet, bir disiplin. Offf sabırtaşı olsa çatlar. Ama Clothilda çatlamıyordu işte. Bu katı Alman eğitim sistemi ve oyuncaklara bakarken, Clothilda, insansı özelliklerini kaybetmeye mi başladı ne?
Yıllar geçti. Artık okula gitmeye başlamıştı. Bir Türk arkadaşı oldu. Adı Nazlı'ydı. Nazlı Clothilda'nın dinlediklerini duyunca ''aaaa kız Clothilda, deli misin sen? Annene hastayım, de, dudaklarını büz, olmadı ayyy anneciiim midem bulanıyor de. Bunun için yapman gereken yalınayak yerlere basmak lazım tabii. Belki katı annen insafa gelir de, anne şefkati yüreğini titretir'' dedi.
Clothilda bu öğüdü tuttu. O güne kadar, iyi beslendiğinden ve bakıldığından, aman aman bi hastalığı olmayan Clothilda iki büklüm olmuş, ''anneciiiimm, karnım ağrıyo, n'olur sarılmama izin ver, no'oluurrr'' diye ağladı, sızlandı.
Amara'da her ne kadar katı Alman eğitiminden yana bi anne de olsa, anne sonuçta. Hem yıllar, onu daha mı olgunlaştırmıştı, yoksa giyim kuşama doymuş muydu? Bilmiyorum. C hepsi şıkkını işaretleyelim, dostlar.
Dostlar, dostlar a dostlaaarrrr.
Hih hah hooyytttt!!! Bakın bakınnn!
Amara, Clothilda'ya ekmeğe salça sürüyor. Nasıl özenle? Clothilda nasıl memnun? O oyuncaklara baka baka, oyuncak bebeklerin gözlerine benzeyen, gözlerinden ışık fışkırıyor.
… ve o gün Clothilda'nın hayatında unutamadığı, en değerli gündü.
Herşey için Nazlı'ya ''dankeşön'' dedi.
Nazlı ''bişi diil Clothildacım'' dedi.  

5 Ekim 2011 Çarşamba

Paris'te gece yarısı


Yaz bitti. Hüzünlü eylül ayı bile bitti. Ama hâlâ eylül ayının 35. gününde gibiyiz. Hava güzel olmasına rağmen, yazın yaptığımız aktivitelere çoktan son verdik.
Nette sinema fragmanlarına bakıyorum artık. Neler var neler yok? Woddy Allen’ın film çektiğini 2010 yılında öğrenmiştim. Hatta bu filmde Carla Bruni’nin kötü bi oyunculukla oynadığını, sahnelerinin çekimlerini defalarca tekrarladığını okumuştum gazetelerden.
Ben de Woody Allen denince akan sular durur. Her filmini izledim nerdeyse. Onun mizah anlayışını; oyunculuğunu da, en az yönetmenliği kadar seviyorum.
Bu defa oyuncu olarak katılmamış. Sadece yönetmiş.
Sinemaya girdiğimizde, büyük ve karanlık ortamı gerçekten de özlediğimi fark ettim. Öyle ki her zaman sıkıldığım, bi an önce bitmesini istediğim reklamlar bile güzel geldi. Varın gerisini siz düşünün.
Film Paris’in harika görüntüleriyle başladı. Baştan söyleyeyim; Paris bana pek de cazip gelen bi Avrupa şehri değildir nedense. Belki de meşhur Şanzelize caddesinin gıcıklığından olabilir bu önyargım.
Her şey arka sokaklarda ve tabii gören gözlerde…
Bu gözler, Woody Allen’ın gözleri. Öyle güzel ışık ve çekimlerle Paris’in arka sokaklarını, yağmurunu, köprülerini izledik ki, Paris’e ışınlanmak istedim doğrusu.
Gerçi dev ekran sayesinde kendinizi filmin içine girmiş hissediyorsunuz.
Filmin konusundan kısaca bahsetmek istiyorum. İş için Paris’e gelen aileyle, sonbaharda evlenecek olan nişanlı iki gencin Paris’te bi takım olaylar karşısında ‘gerçekten’ birbirlerini tanımalarının hikayesiyle birlikte, Hollywood’da yaptığı işten mutsuz olması, içinde her zaman yazarlık ve Paris’te yaşamak isteğiyle dolu olan Gil’in kendisini ve gerçek aşkını  bu kısa tatil sayesinde bulmasının hikayesi bu film.
Bununla birlikte her zaman, sanırım çoğu insan için geçerli olan, yaşadığı zamandan mutlu olmayıp, hep geçmişe özlem duyma ve geçmişteki zamanın ‘altın çağ’ olduğunu düşünüp, yaşadığı anı ıskalamasına neden olan, zamana, daha doğrusu insanlara gönderme var.
Mutluluk ya da altın çağ, hiçbir zaman eskide değil aslında. Belki öyle sanmamıza neden olan, kötü olayları görmezden gelip, geçmişin iyi yanlarına gözümüzü dikmek olmasın sakın?
Woody Allen bize eski Paris’i zaman tünelinde görsel şenlik içersinde gösterirken, Dali, Bunuel,Scott& Zelda Fitzgerald, Hewingway, Picasso ve güzel sevgilisi, Paris’in 1920 lerdeki sanat ortamını ve tüm bu yazarlardan, hayata dair konuşmaları izlemek müthiş güzeldi.
Filmin sonu ne oldu? Tabii ki söylemeyeceğim. Durun yahu, ayrılık da olsa, mutlu sona ulaşıldığını söylesem ne dersiniz?
Paris’te insanın,  sıradan olmasının 1920 lerde ne kadar zor olduğunu düşündüm. Atmosfer şahaneydi.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Yaşam dediğin...


… aslında ne kadar boş değil mi bu yaşadıklarımız, kavgalarımız?
Bir hayata uyanırsın, kentlerde, kasabalarda, köylerde… yaşar, yeni insanlar tanırsın. İlk gençlikte her şey çok güzel olacak, en sevdiğin müzik hayatının fon müziği olup, dostların gerçek dost, düşmanların delikanlı olacak, varmak istediğin yollar yakın, uzaklarsa sen istediğin sürece uzak olacak sanırsın.
Oysa insanları tanıdığında, içini belirsizlikler kaplar.  O insanlarda kendini de görürsün aslında. Neyin doğru olduğunu, neyin yanlış olduğunu bilemezsin. Kim iyi, kim kötü? Belli değil! Gün gelir, adaletin olmadığını görürsün… sonra? Sonra yazıklar olsun, sana, bana, hepimize diye haykırmak istersin.
Ardından bir şeyler yapmak lazım, bu belirsiz adaletsiz dünyada, insanlaşabilme sürecini hisseder, geldiğin gibi gitmemek için çabalarsın…
Yaşamı avuçlarının içine alır, sıkı sıkıya bağlanırsın, onca gördüklerine rağmen. Cennet cehennemin içinde gizlidir, yaşam gibi değil mi?
Yaşam; çivisi çıkmış dünyada, baskılara, acımasızlığa, zulme göğüs gererek, sana verilmiş kısacık anı; sonsuza dek sürecek gibi sandığımız, çocukluk, gençlik dönemlerinin ardından gelen olgunluk döneminde bilincinde olan bir hesaplaşma sürecidir.
Kendinle barışık mısın peki? Kendi kendine hesabını veremediğin şey var mı? Vicdanın rahat mı?
İnişler, çıkışlar, umutlar, hayaller, hayal kırıklıkları, acılar, keşkeler, pişmanlıklar, başarılar, kayıplar, kazançlar bütün bu tezatlıkların uyum içinde harmanlandığı bir süreçtir yaşam.
En muazzam, en tuhaf, en üzücü, en korkutucu, en endişeli sürprizleri hızla adrese teslim eden kargo şirketi gibidir, yaşam. Ama yaşam başınıza gelenler değil, sizin algıladıklarınızdır. Bardağı hangi tarafından gördüğünüzdür. Bazıları tüm bunlara kendi başlarına geliyormuş gibi algılarlar, yaşamak için neden bulamayıp, sızlanmayı zevk edinirler. Bazılarınınsa insanlarla arası bozuktur. Aslında, bu kendisiyle barışık olmadığından kaynaklanır. Kendisiyle kavgasını dışarıya yansıtır. Yaşamın hiçbir halinden zevk almaz. Kimbilir belki yaşamdan çok şey beklediğindendir. Belki kıskançlığındandır, kıskançlık duygusunu törpüleyemediği içindir.
Oysa yaşam, yağmurun yağmasından duyduğun mutluluk, güneşin ve rüzgârın yüzünde dans ettiğini hissetmen, yıldızlı gecelerde kollarını gökyüzüne uzatıp, seçtiğin yıldızı eline alabilme isteğidir. Ya da kırmızı ışıkta beklerken, birdenbire yeşil ışığın yanmasıdır. Yolda yürürken tanımadığın birine sebepsiz gülümseyebilmektir. Kışın ayazını, yazın sıcağını tüm hücrelerinde hissetmektir yaşam. Bazense çekilen acılar, yenilen kazıklar ve senin başkalarına attığın kazıklardır, yaşam…
Yaptıklarının farkına varabilmek, olumsuzluklarını törpüleyip, olumlu yanlarını öne çıkarabilmektir, aslolan.
Ne kötülük, ne iyilik, ne zekâ, ne aptallık insanlara eşit ölçüde verilmiştir. Bütün bunlara rağmen, kendine karşı neler hissettiğindir. Güven, mutluluk, şefkat, vicdan…
Aslolan sevilmek değil sevmektir. Sevdiklerine destek olmak, nefretin yerine sevgiyi koymak. Önemsemeyi öğrenmek ve güven geliştirmek. Kendini olduğun gibi görmektir. Ne eksik, ne de fazla. Hayatını başkalarının hayatını olumlu yönde etkilemek için kullanmayı seçmektir. İnsanın kendine saygısı olabilmesi için, duruş sahibi olabilmesidir. Zor ya da kolay. Çabalamak önemlidir.
Bazen sevmek, bazen nefret etmektir. Büyük usta Nazım’ın da dediği gibi, ‘’nerede ve nasıl olursak olalım, hiç ölünmeyecek’’ durumunu  tüm hücrelerimizle özümsemiş; dokunarak, hissederek, sürdürmektir yaşamı. Kimi zaman çiçek narinliğinde, kimi zamansa savaştır.
Peki yaşamda çalışmak?
İnsanlığımızı unutma derecesine getirecek kadar çalışmaya değer mi? Hiç sanmıyorum. İnsanlıktan çıkaracak kadar çalışma ne uğruna olabilir ki? Para, mevkii, ün, lüks yaşam… bunların hepsi gelip geçici şeylerdir. Gerçekten bir gün kaybederseniz, -ki çoğu zaman kaybedilir- insan aklını da yitirebilir.
Bence önemli olan hayattan zevk almak, hayata karşı akıllı olmaktır. Ve günah işlemekten korkmamak. Her işlediğimiz günah –hata- sayesinde kendimizi daha iyi tanımak.  Günahı –hatayı- tekrarlamamak.
Yaşam defalarca düşüp, defalarca kalkmaktır. Ve hayatın koşusuna başlayabilmek için, önce gerileyip, sonra koşmak, hızlanmak, uçmak, yükselmek ve pike yapan martı gibi dalmak! Sonra? Kaybolmak; onlarla, bunlarla…
Yaşam zaman yatağında akan bir nehirdir. Asıllarının bulut olduğunu iddia eden insanlarla, buz olduğunu iddia eden insanları kaynaklarına sürükleyen bir nehir. Buzla bulutun kavgası; ne tuhaf değil mi? Sanki ikisi de su değilmiş gibi…
Bazen su gibi insan da, büyük bir engelle karşılaşıp, yaşam akışı durduğunda, elini, ayağını hüznün yosunları tutar. Arsız yosunlar zamanla, sinsi bir düşman gibi düşüncelere, hayallere kadar uzanıp, insanı hayal kuramaz hale getirir. Oysa bilinmelidir ki, hayaller ve umutlar öldüğünde, ruh da ölür. Yürek durduğunda ise beden… yaşamın tüm olumsuzluklarına rağmen hayallerimizi terk etmeyelim. Oysa  olumsuzluklardır bize hayalleri kurdurtan.
Bazen bir insan için yaşam boş, anlamsız ve hızla geçmesini dilediği bir zaman dilimi gibi gelir. Bana mı sordular, dünyaya gelir misin? diye düşünür. Aynı insan, bir başka zaman diliminde ise  yaşamının dolu dolu ve asla bitmesini istemediği bir rüya gibi gelir. Bazense bir sonraki aşama için, sınav diye düşünür. Bütün bu düşüncelere neden olansa, sanki sözleşmiş gibi, kötü, anlamsız olayların üst üste gelmesinden; fırtınalı yağmurun ardından çıkan gökkuşağı gibi, güzel ve renkli günlerin, gelmesinden kaynaklanır. Bazense bir derviş gibi, kendi içimize kapanıp, içsel yolculuğumuza çıkarız.
Bazen renk cümbüşü içinde kısa film gibi geçer yaşam, bazense onlarca insan tarafından kırıldığımız ve onlarca insanın kalbini kırdığımız olaylar dizisi… aldatarak, aldanarak geçer. Ama olduğumuz ‘an’ dır. Ne geçmiş, ne gelecek… her şey değişebilir, -ki değişmelidir de…
Gün gelir tüm bu ‘an’lar yitip gider ve senin için zaman hükmünü yitirir. Hiçlik ülkesine yolculuğa çıkarsın…



2 Ekim 2011 Pazar

Alınteri değil, miras...


Fevzi ve Naci Beyler komşuydular. Bebek sırtlarında babadan kalma ahşap evde oturuyorlardı. Vakti zamanında ikisinin de ailesi zenginmiş. Arsalar, evler falan filan...
Sırf bu zenginlik yüzünden bu iki çocukluk arkadaşı çalışmaya yeltenmemiş. İkisinin de babası genç yaşta ölmüş gitmiş. Anneleri ‘’olsun oğlum korkma bizde mal mülk var, sana bişey olmaz,’’ diye diye bu iki genci kalpazan yapıp çıkmışlar.
Emri hak vaki olmuş anneler de gitmiş birer birer.
Miş-li geçmiş zamandan, geniş zamana geçiyoruz. Hazır mısınız? Van, tu, tri, foroooo…
Bu iki arkadaş evliliğe de yanaşmadılar. Akranları yirmibeşlerinde evlenip, çoluk çocuğa karışırken, onlar otuzbeşlerine geldikleri halde evlenmediler. Bu durum ikisini de bozmuyordu. Beyoğlu’ndaki beyaz Ruslara ikisi de bitiyordu.
Ohh keyifler kekâ.
Beyoğlu lokantalarına, pastanelerine, lüks hanımlara para mı dayanır? Evin geçimini saymıyorum bile bu durumda…
Gün geldi, paralar iyice suyunu çekti. Kala kala bir evin kirasına kaldı Feyyaz. Naci ise ondan önce sıfırı tüketmişti. Beş altı yıl öncesinden kalma kıyafetlerle geziyorlar, durumu kurtarmaya çalışıyorlardı. Bereket elbiseleri şık ve pahalı İngiliz kumaşlarından dikilmişti.
Durum vahimdi vahimmmm…
Ne yapacaklarını şaşırdılar. Naci, Feyyaz’da çıt sesi duysa eve damlıyordu. Artık kırk yıllık arkadaşına yağ mı çeker oldu ne? Parasızlık ve tembellik kişiliğini işte böyle etkiledi Naci’nin.
Feyyaz’sa deli olabilir, kafayı her an sıyırabilirdi. Ev bi türlü satılmıyor. O zaman ne ZAğaoğlu’nun babası, ne de ZAğaoğlu var. Olsa alırlar evi, arsaya dönüştürüp  ‘‘hah hah haaaa ben yaptım oldu.’’ Yatırımını böyle lavukların elinden üç otuz kuruşa alıp, milleti kazıklayıp, takma dişlerini göstererek, son model olsun, antika arabalarla olsun, İstanbul’u turlayıp, yirmilik kızlarla gününü gün ederdi.
Feyyaz bi gün Sirkeci’de dolaşırken, müzik sesi duydu. Sese doğru gitti. Vitrine baktı, son model bi radyo. ''Amannn şeyimden aşağğıı Kasımpaşa, koyver gitsin'' dedi. Evet son zamanlarda üslubu da epey terbiyesiz oldu. Küfür, argo deyimler gırla gidiyordu. Parasızlığın sebep olduğu sinir  buna etken olmuştu. Ne yapalım, Feyyaz’ın hatrına böyle söyleyeyim.
Cebindeki parayla fotoğrafta gördünüz radyoyu aldı. Halbuki o para onun ekim ayı gideriydi. Mirasyedi olmak böyle bi şey işte… kafana estiği gibi parayı harcamak. Sonrası Allah kerim!
N’olursa olsun, kafayı yicem, iki kuruş para harcarken, düşünmekten sıkıldım. Eski günlerin hatrına, istediğimi almak, hesapsızca para harcamak istiyorum. Deliriciiiimmm lannnn, diye bağırdı.
Aldı, eve getirdi radyoyu. Ohhh billur sesli şarkıcılardan, şahane şarkılar. Mahallede namı yürüsün diye, bangır bangır açtı sesi.
Feyyaz’ın evindeki çıt sesini dinleyen Naci, ‘’lannn bu galiba evi sattı bana da söylemiyor’’ dedi kendine. Naci’nin parasız kalınca, Feyyaz’a karşı yalaka olduğundan bahsetmiştim değil mi? Evet Naci hemen yokuşun aşağısında, köşedeki çiçekçi Zeliha’dan bi buket çiçek yaptırıp, yokuşu nefes nefese çıkıp, Feyyaz’a geldi.
‘’Yahu n’oluyor azizim, nihayet mirasa kondun mu? Ohhh sefamız olsun diyebilcek miyiz? Feyyaz  ‘’yok yahu sadece telefunken marka radyoyu aldım. Yeter yaaa, yeterrr, kafayı sıyırcam Naci.’’
Hay Allah ben de mirasa kondun da, eve oda orkestrası getirdin sandım. Hangi sanatçıysa, bi buket çiçeğimi de kendisine sunmak istedim. Bilirsin nezaket sahibi adamımdır.
Yok daha konamadım. ZAğaoğlu’nun babası doğmadı. Doğsa hemen alırdı. Tühh lan. Karadenizli müteahhitleri beklemekten başka çare yok. Elimdeki para belki bu kışı çıkarır.
Naci ağzını :( yaptı. Değil internet, bilgisayar –elektronik beyin- dahi icad edilmemişti ama bu iki komşu pek ileri görüşlüydüler, pekkkk!...





1 Ekim 2011 Cumartesi

Ege'nin girintilerinde




Sıkıldın mı? Bas gaza…Gaza basmadan önce “Patricia Kaas’ı” sür. Ama illa da “les hommes qui passent” dinle. Uçarcasına koş git. Otoban gişelerinde al soluğu. Bas düğmeye al biletini.
Sağ tarafında atlas bir yorgan gibi masmavi deniz, sol tarafında yemyeşil kekik kokan dağlar. Yemyeşil dediğime bakmayın ha! Yeşilin ne tonları… Böyle güzel tonlamaları; ne Cezanne, ne Monet, ne Van Gogh, ne Çallı, ne de Eyüboğlu yapmıştır. Yapamazlar da zaten…
İlkyaz çoktan gelmiş, kahkaha atıyor dağlar taşlar. Hem de ne kahkaha; kabara kabara atıyorlar kahkahalarını, her nefeste mis gibi kokular salarak. Fırsat bu fırsat çek içine, ciğerlerine gönder kahkaha kokularını. Ama dikkat et, sarhoş olma…
Ama bugün ben sarhoş oldum hem de ne olmak be kardeşim. Hafiften esen rüzgâra inat, ısıtan nisan güneşini kucağıma alıp arabayı kullandım. Bir yandan da red bull içmiş gibi kanatlandım da; arabada 6. vites olmadığı için otomobil sanayiine sövdüm.
Bir anda Karaburun sapağına geldim. İşte benim yolum. Sizi bilmem ama virajlı ve dar yoldan müthiş zevk alırım. Hele o yolun “takır takır” ses çıkarması yok mudur? Kendimi outdoor yarışlarındaymış gibi düşünürüm. Düşünürüm de bugün Karaburun yolunun güzelliğine bakarken gerçekten de yol dışına çıkıyordum. Sarı çiçeklere, titreyerek dans eden gelinciklere, yeşilin binbir tonuna bakarken yolun solundan gitmeye başlamışım! Neyse durumu toparladım son anda. Lunaparktaymışım gibi virajlarla bir sağa, bir sola dönerken Balıklıova’ya kadar geldik. Balıklıova’da neler vardır: Köy bakkalı, köy fırını (Türkiye’nin en güzel un kurabiyeleri) odun fırınında pişmiş ekmekler, balıklar, midye dolmalar vardır. Sonra 3 kattan fazla olmayan evleri, ekose gömlekli, ütü tutmayan pantolonlarıyla köylü amcalar vardır. Ve bu köylü amcaları çok fenadır! Neden mi fenadır? Telefonla konuştuğu muhtemelen, muhtemelen değil açıkça “nerdesin?” diye soran karısına “kaavedeyim, işkembe suratlı” der, o fena köylü amcalar…
Buraya yazın gelip kalmayı düşünüyorsanız bilin ki gece hayatı yoktur. Böyle alternatif yerler de olmalı değil mi? Yaz geceleri gökyüzünü üzerinize örtü gibi serip, yıldızları tek tek sayarsınız, ağustos böcekleri ve kurbağa sesleri eşliğinde…
Size bir tüyo vereyim mi? Balıklıova’nın biraz dışında bir yol sapağı vardır, o yola girdiğinizde 10 km sonra Çeşme Ildırı’ya ulaşırsınız.
Balıklıova’da fazla bir şey aramayın. Canınız çekerse “Garip’in yerinde” balığınızı ve rakınızı mideye indirin. İyidir. Bünyeye faydası vardır. Yok balık yemeyeceğim derseniz, ekmeğinizi ve un kurabiyenizi alıp, geri dönebilirsiniz.
Geri dönüş yolunda salkım saçak mimozalar sizi saygıyla selamlar. Siz de el sallarsınız onlara.
Oradan istikâmet Çeşmealtı. Bana yine mi Çeşmealtı demeyin. Orası mavi çam ve iyot kokusuyla insanı sarhoş eder. İyi ki trafik polisleri yolda “iyot kontrolü” yapmıyorlar. “140 promil iyotlu çıktınız hanfendi!” Ben bugün sarhoştum, sarhoş!!! Yırttık yine polis kontrolünden.
Asıl sahibinin kazlar ve ördekler olan çay bahçesinde bira içtik. Yanımızdaki masada iki genç adam da oturmuş bira çekiyordu. Derken telefonu çaldı birinin. –İyiden iyiye kulak misafiriyim herkesin- “Oooo Serhat n’aber dostum? Nerdesin?” “…….” “Vay rakı balık, Ayvalık” “Biz de Urla bira, yapıyoruz.”
Kıyılarına kurban olduğumun Ege’si.
Çeşmealtı’nda turizm patlamamıştır ve hiçbir zamanda patlamasını istemem. Ne olur hep böyle kalsın. Hep cana yakın ve şirin…
Burada da çiçekler kahkaha atmış. İlkyaz onlara sıkı bir espri yapmış olmalı, onlar da bu güzel espriye sarı, eflatun, mor, kırmızı çiçeklerini patlatarak yanıt vermişler. Pisi pisiler rüzgarın esintisiyle birlikte ahenkle dans ediyor.
Doğa uyanmış, uyanmış da ne cümbüşler yapıyor. Müzik kuşlardan, rüzgar dj olmuş, otu, ağacı, makiyi hoplatıp zıplatıyor.
Beni mi? Beni sarhoş etti, sarhoş…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...