28 Temmuz 2014 Pazartesi

Zorunlu bir ziyaret



Bir an önce evden ayrılmak, mekân değiştirmek arzusuyla yanıp tutuştuğum günlerdi. Fakat bu kış gününde nereye gideceksin? İşte tam da o günlerde, birbirimizden pek de hoşlanmadığımız arkadaşımdan telefon geldi.
Annesinin köydeki evine gitmiş. Annesi ve babası, rutin hastalıklarını, bahane edip büyük şehirdeki evlerine gitmişler. Annesini hiç sevmediğim gibi onu – çirkef kadın- olarak anımsardım daima. İşte bu –çirkef- annesi, kızı yalnız kalmasın diye beni güvenlik görevlisi olarak, kızına çağırmasını söylemiş. Telefonda da bu amacını açıkladı. Daha önce de bahsettiğim gibi, acilen mekân değiştirmem gerekiyor, ama gidilecek yer de bulamıyordum. O günlerde de öyle bir parasızdım ki… Böyle bir karşılıklı çıkar ilişkisine “evet” demek zorunda kaldım.
Aslında bu arkadaşımın da buraya gelme nedenlerinden biri, milattan önce herhangi bir yılda doğmuş ninesine göz kulak olmasıydı. Sonuçta ben de her ikisine de güvenlik elemanlığı yapacaktım. Fakat –çirkef- annesi ya da –sinsi- babası olsaydı, hiçbir kuvvet beni oraya götüremezdi ya. Neyse onlar çıkar için davet ederlerse, ben de çıkar için giderdim. Sonuçta bu dünya “çıkar dünyası” değil miydi? Ben de oyunun kurallarına uydum!
Yola koyuldum. Doğa sayesinde derinliklere daldım gittim. Ardımda bıraktığım her kilometrede, sıkıntılarım sanki gerilerde, çok uzak günlere aitmiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Kışın doğa uyur derler ya, külliyen yalan. Sonsuz gökyüzü, sonsuz deniz o kadar hoşuma gitti ki, arkadaşımın annesinin evinin; kirli, şartsız şurtsuz oluşunu dahi unutmuşum.
Arkadaşım geride kalmış, bu dağ köyünü pek sevmezdi. Oysa el değmemiş dağları, mis gibi havası vardı. Ama o, beş yıl önce nişanlandığında; nişanlısının zengin olduğuna inanmış, sosyetik tatil kasabalarına gideceğini umuyor, "Artık biz Mürsel ile buraya bayramdan bayrama geliriz. Mürsel daha çok sosyetik yerleri tercih ediyor," demişti. Derin bir iç çekip, yakasını düzeltmeyi ihmal etmeyerek; "O çok görmüş geçirmiş."
O günlerde, müstakbel kocasının görmüş geçirmiş, fakat sonunda aradığı aşkı kendisinde bulduğunu düşünüyordu. İşin aslı kısaca şöyle idi: Mürsel, zengin eniştesinin dükkanında bi nevi ayakçı gibi çalışan, annesi ile yaşayan, aşırı derecede kilolu evlenmeyi çok istemesine rağmen, annesinin görücü olarak gittiği evlerden: "Kızımız henüz küçük ya da kızımız okumayı düşünüyor" gibi yanıtlarıyla dönen bir gençti. İşte bu “gencin” hiçbir zaman gerçek anlamda bir kız arkadaşı olmadığı için, çareyi izbe pavyonların, karanlık köşelerindeki itilmiş kakılmış kadınlarını, içki karşılığında, kafalarını ütüleyen bir “genç” olup çıkmıştı. Annesi bakmış olmayacak; istedikleri gibi bir gelin bulamayacakları gibi, oğlunun pavyondan bir kadını gelin diye getireceğinden korkmuş olsa gerek, uzak dağ köyündeki arkadaşımı bulmuş. Annesinin –çirkefliğine- kızının -ikiyüzlü- olmasına rağmen…
İşte bu Mürsel “enişte” kompleksli, pısırık ve salaklığından, kendisine feleğin çemberinden bin kere geçmiş, bıçkın delikanlı havası vermeye çalışarak sıyrılmaya çalışıyordu. Ben bu Mürsel “enişte” nin bana düşman olduğunu unutmuştum. Zira kendisi, hiçbir zaman kendi ayakları üzerinde duramadığı için, benim gibi kendi ayakları üzerinde duran kadınlardan hoşlanmazdı. Üstelik atmadığı iftira da kalmazdı.
Son yıllarda, Mürsel “eniştenin”, zengin eniştesi bunu dükkânından kovmuş, Mürsel “enişte de” iş bulamadığından, kredi kartı mağduru olmuşlardı. Her gün yatıp kalkıp, babadan kalma arsanın satılması için dua eder olmuşlardı. Bense bu günlerde parasız olduğumdan bahsetsem de, borçlu değildim en azından. Bu, onun için kıskanılacak bir şeydi. Üstelik de yalnız bir kadın olarak, bunu becerebilmem onu çıldırtmış olmalıydı.
Kötü durumda olmalarının bir sebebi de, arkadaşımın bir evi idare edememesinden de kaynaklandığı söylenebilinirdi. Tasarruf olsun diye, çamaşır makinasına çamaşırları ağzına kadar tıkar, sonra da çamaşır makinasının motorunu yakar, dünya kadar tamir masrafı çıkar. Kocasına kızar; buzdolabını açtıktan sonra, öyle bir kuvvetle kapatırdı ki, hangi fabrikadan çıkarsa çıksın, buzdolabının lastikleri parçalanırdı. Oğluna kızar, arkasından terlik atar; terlik ya televizyona gelir, ya da avizeye. Görüyor musunuz masrafı! En acil olanlar yaptırılır, onlar da evlat acısı gibi otururdu oturmasına ama arkadaşımın huyu da değişmezdi. Eee boşuna dememiş atalarımız “ can çıkar, huy çıkmaz diye”.
Neyse ben uzun sayılmayacak seyahatten sonra, sevimli tertemiz havası olan köye geldim. Köyün meydanı o kadar sessizdi ki… Oysa buraları yazın yolunun sapa olmasından dolayı, ortadirek ya da daha altı kesime mensup insanlar tarafından doldururdu. Şimdiyse epey güzeldi, bir yandan da; “sanki bu memlekette kimse yaşamıyor” diye düşünürken, çarşıda iki üç adamın dolaştığını gördüm. Hepsinin de yüzü kıpkırmızıydı. "İşte köy insanı böyle olur, sağlıklı" dedim içimden.
Ama onlardan biri tesadüfen yanıma yaklaştığında morarmış burnu ve koca bir göbek… Kışın bu sıkıcı günlerinde içki içmekten alkolik olmuş çıkmışlardı, görünüşe göre.
Çarşıyı geçip, eve doğru yürümeye başladım. Eve giderken arkadaşımın saat gibi kurulduğunu hiç düşünmemiştim. Ev de köyün en ucunda, köy evi görüntüsünden çok darmaduman bakımsızlığıyla köy evi havasından oldukça uzaktı.. Kış olmasına rağmen onu evin önünde gördüm. Yok, canım, yolumu gözleyeceğini düşünmedim. O kadar saf, değilim artık! Yaklaştığımda, o beni görünce aldırmaz; "Hıı sen mi geldin?"
Yalandan sarılıp, pat pat sırta elle vurma faslı bittikten sonra, milattan önce herhangi bir yılda doğmuş, ninesinin yanına gittik. Kadının çipiş mavi gözleri vardı. Ufalmış ufalmış, adeta kurumuş içi oyulmuş bir ağaca benziyordu. Ama ona ufak tefekliğinden dolayı pek ağaç da denemezdi. Maki kurusuna benziyor demek daha doğru olabilirdi. Kadın bir süre bana bön bön baktıktan sonra, tanımayarak;
"Hoş geldin."
"Hoş bulduk, beni tanıdın mı?"
"Tanıyacak gibi oldum gari ama tanıyamadım!"
Zaten milattan önce doğmuş birinden beni tanımasını bekleyemezdim. İkiyüzlü arkadaşımın iki kızı vardı. Anneleri yanıma, teşrif etmediği için ben onlarla meşgul oldum. Neden sonra teşrif edebildi. Bir yandan beni süzerek; "N’apıyon? Nasıl geldin? gibi istatistikî sorularını soruyor, fakat "aç mısın, tok musun?" diye sormuyordu nedense. Bir süre istatistikî sorularına cevap verdikten sonra, dayanamadım: "Seher ben çok açım. Biraz peynir ekmek verir misin?"
"Aaa bamya, pilav yaptım. Biz akşamüstü yiyoz. Karnın toktur diye sormadım!"
Bunu öyle bir tarzda söylemişti ki; -“karnın ne kadar aç olursa olsun, bekle akşamüstü yiyeceğiz.” Eh o yüzsüzlüğü ele aldıysa, ben de almıştım. Ne de olsa onlara güvenlik elemanlığı yapacaktım. Reflekslerimin sağlam olması gerekiyor ki, maki kurusu nineyle, ikiyüzlü tembel torununa görevimi yerine getirebileyim. Ah kim bilir içinizden; ne kadar riya dolu bir insan, evine misafir olduğu insanlar için neler de söylüyor diyorsunuzdur. Ne yapalım, daha evvelden yaptıklarını anlatacak olsam…
Benim zorumla sofrayı kurduk. Sofra da dediğimiz beş tabak, beş kaşık, ekmek, su ve tencere. Nedense sofrada bir sıcaklık yoktu. Ya da artık bana mı öyle geliyordu. Hayır, hiç de bana öyle gelmiyordu. Elektrikli bir hava içinde, sümüklerini salmış bamya ile pişmemiş cam kırıklarına benzeyen pirinç pilavını yedik. Beraber sofrayı toplayıp, bulaşıkları yıkadık. Artık oturma zamanıydı.
Oturduk. Arkadaşım derdimin ne olduğunu gayet iyi biliyordu ve bundan haz alıyormuş gibi bir hali vardı. Sessiz sakin, televizyon izlerken birden bire, bana; "Ayyy, sen çok şişmanlamışsın çok. Bu kadarı da fazla ama! Geçen sene de haddinden fazla zayıftın! Sen de hiç bi şeyin arasını bulamıyosun!"
Ben şaşırdım şaşırmasına ama hazırlıklıydım da. "Yaa sorma, ben hiçbir şeyin arasını bulamam. Sen buluyorsun ama. Nasıl buluyorsun anlatsana?"
O böyle bir cevabı beklemiyordu herhalde, şaşırarak; "ayyy çok komiksin kızzz! Ama biraz kilo ver bak, Ben senin iyiliğin için söylüyom. Senin aklın fikrin, yemek olmuş. Dikkat ettim de eve gelir gelmez “yemek” istedin."
Artık cevap vermedim. Versem ne olacaktı ki? Denize taş atıldığında halkalar nasıl genişlerse, benim sinirlerim de öyle büyüyecekti. İyisi mi konuşma bu noktada kalsın da, rahat edeyim. Bir süre sustuktan sonra yine başladı;
"Ayyy, üstündeki şu kıyafetleri değiştirsene! Geçen gün Selda’nın butiğine gittim, çokk güzelll kıyafetleerr gelmiş. Bir pantolon aldım, gerçi Mürsel kıskanır giydirmez; ama ben üstüne uzun bi şey giyip gene giycem. Sen de al! Geçenlerde televizyonda ne göreyim; aynısını şarkıcı Ebru’da giymemiş mi? Çok moda, senin haberin yok mu?"
Benim o sıralarda, sadece modayı düşünecek halim olduğu için.
"Evet, evet, haberim yok modalardan. Anlat bakalım daha başka ne modalar var?" dedim. O bir süre modaları anlattı. Bana ninni gibi geldi.
"Sen hala o teybi değiştirmedin mi? Değiştir artık! Sesi hiç güzel çıkmıyor," dedi.
"Olur, olur Seher’cim, değiştiririm. Sen söyle bana hangi marka iyi, onu alayım!"
Artık bu konuşmalara dayanamayacağımı düşünüp, kendimi bahçeye attım. Arkamdan çocukları da geldi. Güzel havayı ciğerlerimin en ücra köşesine ulaştırmak için, bol bol nefes aldıktan sonra, yürümeye karar verdim. Çocuklardan, o günün pazarının kurulduğunu öğrendim. Hem biraz dolaşıp evden uzaklaşayım, biraz da sebze meyve alayım diye pazara gittim. Pazar her zaman olduğu gibi çok hoşuma gitti. Renk renk sebzeler, meyveler, perdelik döşemelik kumaşlar, zücaciyeler… Doğrusu gittiğim de çok iyi oldu. Biraz meyve sebze ve yeşillik aldım.
Eve gelince kısır yapmak için, mutfağa girdim. Bu durum arkadaşımın hoşuna gitse de memnun değilmiş gibi bir tavır takınmayı ihmal etmedi. Mutfakta yeşillikleri yıkamaya başlamıştım ki; milattan önce herhangi bir yılda doğmuş, maki kurusu ninenin, her zaman oturduğu koltuğun haricinde; mutfak kapısının tam karşısına düşen kanepeye oturmuş, beni izlediğini fark ettim. Nedense o an aklıma –fesübhanallah- şarkısı geldi. Ya sabır çekerek, işimi bir an evvel bitirip mutfaktan çıktım. Ve bir daha da girmemeye tövbe ettim.
Bu şartlar altında gece saat 21.00 zor ettik. Artık köy iyice sessizleşmişti ki, kendimi dünyanın dışında bir yere aitmişim gibi hissettim. Uzay boşluğundaki bir toz zerresinden daha da küçük olduğumu düşündüm. Koskoca evrende ben ve üzerimde yarı tahta, yarı beton yorgan gibi hissettiğim çatı. Aslında doğruyu hissettiğime emindim. Zira kentin, hiçbir saatinde –neredeyse gece yarısından sonra bile- bir ambulans sireni, korna sesi, araba alarmı sesi yüzünden, hiçbir zaman böyle uçmamıştım. Bu duyguyu kendime saklamayı düşündüm. Arkadaşım, bu duyguyu paylaşacak bir arkadaş değildi ne yazık ki! Arkadaşcağızım; benim üzüntülü olduğumu biliyor, anlıyor ve inadına inadına, hayatı çok mutluymuş gibi davranıyordu. Kısacası benim üzüntüm, onun mutluluk kaynağı oluyordu.
Burada daha fazla kalamazdım. Bana niye bu kadar düşman olmuştu, neden? Bu soruları burada değil, şehirde kendime sormam gerekiyordu.
"Yarın gitmem gerekiyor,"
"Aaa neden kız! Annemler gelsin, öyle gidersin!"
"Yarın hastanede randevum varmış, hay huydan unutmuşum," dedim.
O da beni, evlerinde misafir olarak kalmam için fazla ısrar etmedi. Yalnız kalma korkusu ya geçmişti ya da benim ona tahammül edemediğim gibi, o da bana tahammül edemiyordu.
Ertesi sabah, kahvaltı yaptıktan beş dakika sonra, yola çıkmak üzere hazırlanmıştım bile. Bana yolda, Karadağ köyünden İzmir’e, zengin bir eve gelin olarak giden arkadaşı Semra’yı anlatmaya başladı. Daha önce, Semra’nın evindeki deri koltukları, spot ışıklarını, Paris’e gitmesini uzun uzadıya dinlemiştim. Şimdi ise;
"Ayy bizim Semra var ya, piyano çalıyoo!"
"Yaa sizin Semra çok aristokratmış!"deyince, ellerini göbeğinde kavuşturup, omuzlarını geriye atıp, gözlerini patlatıp, kafasını iki yana sallayarak,
"İçinde varmış," dedi. Ben de ona;
"Yaa, evet evet öyleymiş," dedim. Benimle gelmesinin sebebi, beni geçirmek değil, yol üzerindeki evi olan arkadaşına uğramaktı.
"Hayriye Aba, maydanoz ekmiş," ya da "Saime Aba’nın keçileri büyümüş" dediğimde gözlerinde şimşekler çakıyordu. Çünkü o şehirli olmak istiyor, bense ona aslını hatırlatıp sinirlenmesine yol açıyordum. Ona göre köylü olmak kötüydü. Arkadaşının evinin önünde;
"Hadi hoşça kal," dedim.
"Hadi güle güle."
Ayrıldık. Otobüse bindim. Ohhh iyi ki hastanede randevum varmış!

2001 Kış


27 Temmuz 2014 Pazar

*Dünlük* Yaz & Sevilir


Tatilden döndükten sonra da insanın evde de tatil yaptığını düşünmeye başlatan olaylar oluyor. Mesela sabahları kahvaltı yapacak yerinin neresi olduğunu bilmesi, güzel demlediğin çayı sınırsız içebilmek, gün içinde evin içine kapalı perdelerden süzülen ışık ve gölgeler, kitap okumak, karpuz, bulaşık yıkamak, yine kitaba dönmek, arka taraftaki yavşak sesli komşu kadının avaz avaz sesle telefonda konuşurken duymak ama aynı kadının seni çamaşır asarken gördüğünde diğer odaya doğru ikilemesi, (o ana kadar kimse duymuyordu) geceleri televizyonda bıkmadan film aramak, bulduğunda sonuna doğru uyuklayarak izlemek, bu yazın çok da sıcak geçmemesi, balkon yıkamak, Viki’yi sevmek, artık gündemi takip etmemeyi karar verip uygulamak ve bi insanı görmemiş olmanın derin huzurunu kısa vadede duymak, uzun vadeyi fazla düşünmemeyi düşünmek, bayram sonrası Sinema Kampüs’e gitmeyi  düşünmek, bu yazı tembelliğini aşmak için çare düşünmek, müze kart alıp bir daha bir  daha Efes’e ve Bergama’ya gidip, geçmişte yaşayanların ne kadar ileri düzeyde kentler ve ülkeler   inşa edip yönettiğini düşünmek ve onlara gıpta etmek, şimdiki yüzyıla bakıp ne kadar geride olduğumuzu düşünmek, ve bunları atlatmak için yeniden edebiyata ve sinemaya yönelmek, Üçkuyular metronun uzun yıllardan sonra nihayet açıldığını öğrenmek, Üçkuyular’a, Balçova’ya rahat gidebilmek ve seyahatın insanı ne kadar özgürleştirdiğini iyice anlamak, yaz mevsiminde gezi bloglarını da takip etmek v.s. 

20 Temmuz 2014 Pazar

*Dünlük* Tatile çıkarken


Evle aramda göbek bağı gibi görünmez bi bağ oluştuğunu her gün kapamaktan hoşlandığım perdelerden anlıyordum ki, bugün sadece üç günlük tatil için hazırlanırken hissettiğim garip duygulardan bu durumun daha da pekiştiğini anladım. Sanki gidip gelmem üç değil de otuz gün sürecekmiş gibi. 
Evet ev yaşamını dışarıdan daha çok seviyorum ama eskiden tatil dendiğinde evi fazla düşünmezdim. Göbek bağımız gün geçtikçe kuvvetleniyor bunu anladım. Belki de daha fazla yaş almakla da ilgili olabilir. Halbuki bazen kış aylarında sırtıma sırt çantasını taksam da, sürekli yolculuk halinde olsam diye de düşünürüm. Sanırım sırf bu düşünceler beni mutlu ediyor. 
Benim için tatile çıkarkenki hal, bir durumu beklemek gibi o durum gelene kadar çektiğiniz sancı gibi oluyor. Otobüs firmasının servisine adımımı attığımda da, yolculuk halini benimsiyorum. Tatilden çok otobüs yolculuğunu, yolculuktaki mola yerlerini, mola yerindeki bir takım insanların görebildiğim kadarıyla yaşamlarına bakmak oldukça hoşuma gidiyor. Batı Anadolu otobüs garları da mola yerlerinden aşağı kalmıyor hani.
Yarın sabaha kadarki an durumu var ya, işte beni tedirginliklerden tedirginliklere salan zaman dilimi.
Bu kez yanıma sadece üç beş penye tişört falan aldım ama yine de insanın ne çok şeye ihtiyacı varmış dedirtti yol hazırlıkları. Yok yok genelde kadınların yaptığı gibi tatile çıkarken bi şey almayacağım deyip de abartmadım. Ne dediysem o. 
Bu arada bugün Gabriel Amca'nın romanını bitirdim. Yaşlılık, gençlik, çirkinlik, güzellik, para, ölüm, yaşam, ve tabii aşkı anlatıyordu. İnsan doksanına geldiğinde de olsa aşkı bulduğunda yaşadım saymalıymış. Doksanına da gelsen umudunu yitirme diyor. Olur olur...
Yanıma Heinrich Böll'un Dokuzbuçukta Bilardo ile Babasız Evler'ini aldım. Üç günde iki roman bitireceğimden değil ya, biri sarmazsa diğerine sarmak için. Babasız Evler i daha önce okumaya yeltenmiştim ama savaş mavaş okuyamamıştım. Belki de benim ruh halim o günlerde o romanı okumaya müsait değildi. Bakalım şimdi nasıl gidecek? Savaş sanki yok da. Halkları öldürmeyi devletler yaptığında adı savaş oluyor, örgütler yaptığında terör oluyor. Olan tabii masum insanlara oluyor her zaman olduğu gibi.
Çocuklar gençler olmasa bu dünyanın vampirleri ne yapacakmış bilmiyorum. Onun için her zaman bütün liderler genelde üremeyi teşvik ediyorlar.
Unutmadan dün deprem oldu. Korktum mu evet ve kalakaldım. Depremde öğretilen bütün gerçekleri deprem unutturuyor. Olduğun yerde gözlerini açmış kalakalıyorsun. Kaçmaya yelteniyorsun ama ayaklarını beynin bir adımdan sonra durduruyor. O an anlıyorsun ki dünyaya kıldan ince pamuk ipliği ile bağlısın.
O halde ne demeye he şeyi abartırız? Bu durumda doğamızda var sanırım. Kıldan tüyden olayları kafaya takalım da, dünyayı kendimize zehredelim diye sanırım.
Neyse bugünlük -dünlük- burada bitsin. Gelince tekrar görüşmek üzere.
  

18 Temmuz 2014 Cuma

Araba Sevdası



Recaizade Mahmut Ekrem’in yazdığı roman, Türk Edebiyat tarihinin ilk gerçekçi romanıdır. Ortaokul yıllarında genelde hepimiz okumuşuzdur bu romanı. Romanda Tanzimat’la birlikte Batı’ya açılan Osmanlı’da “yanlış Batılılaşma” vurgulanır. 33 yıl süren Abdülhamit dönemi İstanbul’unda görülen birtakım cahilce davranışları, eğlence ve zevk yaşamı anlatılmaktadır.
Kısaca Batılılaşmayı anlayamayan Bihruz Bey yarım yamalak eğitimi ve konuşurken araya sıkıştırdığı Fransızca’sıyla komik duruma düşmektedir.
Sık sık süslü arabasıyla gezintiler yapmakta, gerçekte olmadığı bir hayatın içinde kendisini varmış gibi görmektedir. Süslü arabası onun için insanlara hava atma aracıdır, aslında.
Peki ya bugün, bugün sizce bir değişiklik var mı? Evet var, tüketim alışkanlıklarımız Tanzimattan bu yana oldukça kabardı. Kabardıkça kabardı ve hatta öyle bir duruma geldi ki, insanlar tükettikleri kadar kendi varoluşlarını kanıtlamış oluyorlar, böylelikle.
Eğer tüketmiyorsan bu dünyada bir hiçsin, bir böcek kadar değerin yok.
Değişim 80 sonrası liberal ekonomi ile başladı. İthalat serbestisiyle hızla viraja girdi. Ölen öldü kalan sağlar bizimdi! Peki sağ kalabildik mi?
Kaldık! Hem de öyle bir sağ kaldık ve bu değişime öylesine uyum sağladık ki, hepimiz nerdeyse birer Bihruz Bey olduk.
Bilgiye değil, mala yatırım yapar olduk…
Önce beyaz eşyalarımızı topyekûn değiştirip, birbirimize hava atmaya başladık! “Benimki şu marka, ithalinden aldık, yerliler iyi olmuyooo, aaa sen değiştirmedin mi hâlâ?” Sen değiştirmedin mi? sorusunun alt metninden “sen bi böceksin, çünkü tüketmiyorsun” okunuyordu.
İşsizlik arttı mı, arttır harcamaları, körükle sonuna kadar…
Eşyalarımız birer birer değişti.
Sonra yavaş yavaş bankalar kredi vermeye başladı. Dolayısı ile araba alınmaya başlandı. Herkes araba alıyor, 50 li 60 lı ve hatta 70 li yıllarda zenginlere has bir araç olan arabalar halka ulaşıyordu. Elbette kötü değildi, gelgelelim, insanlar arabayı araç olarak değil, aynen Bihruz Bey gibi hava atma aracı olarak alıyordu. Alınan arabanın, markası ve modeli 3 – 5 yıl sonra beğenilmiyor, sürekli yenileniyor, hayatlar da ipotek altına alınıyordu. Sürekli kapının önünde duran “bu lüks araba benim” duygusu ile seyredip mutlu olduğun! deposuna benzin doldurmakta zorlandığın araba seni 70 li yıllardaki zenginlerle aynı sınıftan kılıyor ve kendini iyi hissediyordun bu sayede.
Ödemeleri gerçekleştirebilmek için yatırımın sadece bu yönde oluyordu. Mesailerin, çektiğin sıkıntılar ve zamanın bu ödemeleri yapmak için geçip gidiyordu. Ama olsun sen gelişmiş bir tüketiciydin ve bu dünyada tükettiğin için yerin vardı!
İnsanlara hava atıyordun fakat en temel gıdalarını eksik alıyordun ne gam! Bilgin eksiliyordu ne fark eder.
Sonra cep telefonları çıktı. Hemen almaya başladın, onu da… Kimsede yoktu, sen de vardı… Kalabalık yerlerde gelecek olan yüklü faturayı hesaba katıp, bağırarak konuşur gibi yapıyordun etrafına bakıp. Çok önemli şahsiyettin. Cep telefonu seni özgürleştiriyordu, ıssız adaya dahi düşsen bir kimlik numarasını girince yine kredi çekebilirdin!
Sonra takunya büyüklüğünde cep telefonları gittikçe küçülmeye başladı. Küçüğünü, daha küçüğünü, almalıydın. Avucunun içinde yok olmalıydı cep telefonu dediğin; işlevinin önemi yoktu, önemli olan görüntüydü.
Sonra içine yerleştirdikleri 1.5 mb dandik kamerarla, kameralısı çıktı. Sonra akıllısını aldın? Akılsızını ancak akılsızlar kullanabilirdi.  Onu da yer yutar gibi alıp, teknolojiye ayak uydurmalıydın, senin varlığın elektronik dünyasına armağan olmalıydı!
Koştun onu da aldın, almayanlara Bihruz Bey’lik yaptın. Amacın da o değil miydi, zaten?
Al, al, al, hep ama hep al, varlığın buna bağlı.
Almazsan bu dünyada yoksun ve tükenirsin, sakın tükenme…
İçindeki boşluğu bilgiyle değil, tüketmekle doldur…


16 Temmuz 2014 Çarşamba

Ustalara sövgü


Ustaya işim düşecek diye korkuyorum. Tüh Allahım uzun zamandır yazmayınca kendimi kilitlenmiş gibi hissediyorum. Bi yerden başlamak lazım değil mi? O başlayacağım yer ustalardan şikayet etmekle oldu ama bunu yazmam lazım.
Bu ülkede ustalarda ya da herhangi bi hizmet sektöründe genel olarak mesleki anlamda ahlak  anlayışı yok. O yüzden ustanın insafına kalmış durumdasın. Sırf bu yüzden evin badanasını yaptım ve onları çekmediğim için çok da memnunum. Yorulmadım mı? Evet, oldukça yoruldum ama eminim ki badanacı gelseydi bundan en az beş kat daha fazla yorulacaktım. Manevi işkenceleri, kaprisleri kadınsın diye daha fazla kazıklamaya çalışmaları ve bunlarla baş etmek çok zor. 
Ustalar beden gücü gerektirdiğinden erkeklerden oluşuyor. Kadın badanacı grupları olsa birbirimizi daha iyi anlar ve bütün bu çektiklerimizi çekmeyiz. Mesela aynı zaman dilimi içinde evin iki ayrı penceresine güneşlik perdeler diktirdik ve oldukça teknik ve uğraşı gerektiren bunlara kadın terzi sadece 15 tl aldı. İki sandviç parası değil bir sandviç ve ayran parası. O kadın emek vermiyor mu? Bütün gün makina başında eğilmiş tar tar dikip duruyor.
Bütün bunlarla cebelleşip dururken düşündüm de biz Hayat Bilgisi dersinde ne gördük? Bize özellikle kadınlara hayatta erkeklere işimiz düşmemesi adına okullarda neden tamirat dersi verilmez anlamıyorum. Bir priz değiştirme, sigorta değiştirme, avize takma, sıhhi tesisat, çeşme değiştirme v.s. gibi şeyler çok ama çok basit şeyler ve hayatta kalmamızı sağlıyor. Ama nerdeee? Hele şimdilerde isteniyor ki, kadın erkeğe daha da muhtaç olsun, iki gıdımlık aklı olmayan erkekler kendini iyice bi bi bok sansın. Zaten erkeklerin egoları çok şişmiş durumda. Bu yüzden yaptıklarını bir abartma bir abartma. Yalan Dünya dizisinde Gülse boşuna Selahattin karakterinin soyadını ÇAKALER yapmamış. Kiminle konuşsam bu ustalardan dert yanıyor. Doğru dürüst iyi bir ustaya rastlayanı çok az. Onu da nerden bulacağız? Oofff offf. Bu ülkede hiç bir şeyin denetimi olmadığı için isteyen istediği fiyatı verdiği gibi şikayetçi olsan şikayet edeceğin bir kurum yok. Etsen ne olacak? Ha buraya yazmışım ha varamayok kurumuna şikayet etmişim. En iyisi elinden geleni kendin yap.  
Eh artık neyse ki evde bu tip işler bitti ve artık yeni bir tadiladımsı işler çıkmasın diye dua ediyorum. Yorgunum yorgunum yorgunum.
Biter bitmez Gabriel Garcia amcanın Benim Hüzünlü Orospularım'a başladım. Nasıl iyi geldi okumak, ne özlemişim. Şimdi yine devam edeyim ve yeniden bloguma yazılar yazayım istiyorum. Neyse ki benim için hayat normale döndü. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...