Bir an
önce evden ayrılmak, mekân değiştirmek arzusuyla yanıp
tutuştuğum günlerdi. Fakat bu kış gününde nereye gideceksin?
İşte tam da o günlerde, birbirimizden pek de hoşlanmadığımız
arkadaşımdan telefon geldi.
Annesinin
köydeki evine gitmiş. Annesi ve babası, rutin hastalıklarını, bahane edip büyük şehirdeki evlerine gitmişler. Annesini hiç
sevmediğim gibi onu – çirkef kadın- olarak anımsardım daima.
İşte bu –çirkef- annesi, kızı yalnız kalmasın diye beni
güvenlik görevlisi olarak, kızına çağırmasını söylemiş.
Telefonda da bu amacını açıkladı. Daha önce de bahsettiğim
gibi, acilen mekân değiştirmem gerekiyor, ama gidilecek yer de
bulamıyordum. O günlerde de öyle bir parasızdım ki… Böyle bir
karşılıklı çıkar ilişkisine “evet” demek zorunda kaldım.
Aslında
bu arkadaşımın da buraya gelme nedenlerinden biri, milattan önce
herhangi bir yılda doğmuş ninesine göz kulak olmasıydı. Sonuçta
ben de her ikisine de güvenlik elemanlığı yapacaktım. Fakat
–çirkef- annesi ya da –sinsi- babası olsaydı, hiçbir kuvvet
beni oraya götüremezdi ya. Neyse onlar çıkar için davet
ederlerse, ben de çıkar için giderdim. Sonuçta bu dünya “çıkar
dünyası” değil miydi? Ben de oyunun kurallarına uydum!
Yola koyuldum. Doğa sayesinde derinliklere daldım gittim. Ardımda
bıraktığım her kilometrede, sıkıntılarım sanki gerilerde, çok
uzak günlere aitmiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Kışın doğa
uyur derler ya, külliyen yalan. Sonsuz gökyüzü, sonsuz deniz o
kadar hoşuma gitti ki, arkadaşımın annesinin evinin; kirli,
şartsız şurtsuz oluşunu dahi unutmuşum.
Arkadaşım geride kalmış, bu dağ köyünü pek sevmezdi. Oysa el
değmemiş dağları, mis gibi havası vardı. Ama o, beş yıl önce
nişanlandığında; nişanlısının zengin olduğuna inanmış,
sosyetik tatil kasabalarına gideceğini umuyor, "Artık biz Mürsel ile buraya bayramdan bayrama geliriz. Mürsel daha
çok sosyetik yerleri tercih ediyor," demişti. Derin bir iç çekip,
yakasını düzeltmeyi ihmal etmeyerek; "O çok görmüş geçirmiş."
O
günlerde, müstakbel kocasının görmüş geçirmiş, fakat sonunda
aradığı aşkı kendisinde bulduğunu düşünüyordu. İşin aslı
kısaca şöyle idi: Mürsel, zengin eniştesinin dükkanında bi nevi ayakçı gibi çalışan,
annesi ile yaşayan, aşırı derecede kilolu evlenmeyi çok
istemesine rağmen, annesinin görücü olarak gittiği evlerden: "Kızımız henüz küçük ya da kızımız okumayı düşünüyor" gibi yanıtlarıyla dönen bir gençti. İşte bu “gencin” hiçbir
zaman gerçek anlamda bir kız arkadaşı olmadığı için, çareyi
izbe pavyonların, karanlık köşelerindeki itilmiş kakılmış
kadınlarını, içki karşılığında, kafalarını ütüleyen bir
“genç” olup çıkmıştı. Annesi bakmış olmayacak;
istedikleri gibi bir gelin bulamayacakları gibi, oğlunun pavyondan
bir kadını gelin diye getireceğinden korkmuş olsa gerek,
uzak dağ köyündeki arkadaşımı bulmuş. Annesinin –çirkefliğine-
kızının -ikiyüzlü- olmasına rağmen…
İşte bu Mürsel “enişte” kompleksli, pısırık ve salaklığından, kendisine feleğin çemberinden bin kere geçmiş, bıçkın
delikanlı havası vermeye çalışarak sıyrılmaya çalışıyordu.
Ben bu Mürsel “enişte” nin bana düşman olduğunu unutmuştum.
Zira kendisi, hiçbir zaman kendi ayakları üzerinde duramadığı
için, benim gibi kendi ayakları üzerinde duran kadınlardan
hoşlanmazdı. Üstelik atmadığı iftira da kalmazdı.
Son
yıllarda, Mürsel “eniştenin”, zengin eniştesi bunu
dükkânından kovmuş, Mürsel “enişte de” iş
bulamadığından, kredi kartı mağduru olmuşlardı. Her gün yatıp
kalkıp, babadan kalma arsanın satılması için dua eder
olmuşlardı. Bense bu günlerde parasız olduğumdan bahsetsem de,
borçlu değildim en azından. Bu, onun için kıskanılacak bir
şeydi. Üstelik de yalnız bir kadın olarak, bunu becerebilmem onu
çıldırtmış olmalıydı.
Kötü durumda olmalarının bir sebebi de, arkadaşımın bir evi
idare edememesinden de kaynaklandığı söylenebilinirdi. Tasarruf
olsun diye, çamaşır makinasına çamaşırları ağzına kadar
tıkar, sonra da çamaşır makinasının motorunu yakar, dünya kadar tamir
masrafı çıkar. Kocasına kızar; buzdolabını açtıktan sonra,
öyle bir kuvvetle kapatırdı ki, hangi fabrikadan çıkarsa çıksın,
buzdolabının lastikleri parçalanırdı. Oğluna kızar, arkasından
terlik atar; terlik ya televizyona gelir, ya da avizeye. Görüyor
musunuz masrafı! En acil olanlar yaptırılır, onlar da evlat acısı
gibi otururdu oturmasına ama arkadaşımın huyu da değişmezdi.
Eee boşuna dememiş atalarımız “ can çıkar, huy çıkmaz
diye”.
Neyse ben uzun sayılmayacak seyahatten sonra, sevimli
tertemiz havası olan köye geldim. Köyün meydanı o kadar sessizdi
ki… Oysa buraları yazın yolunun sapa olmasından dolayı,
ortadirek ya da daha altı kesime mensup insanlar tarafından
doldururdu. Şimdiyse epey güzeldi, bir yandan da; “sanki bu memlekette
kimse yaşamıyor” diye düşünürken, çarşıda iki üç adamın
dolaştığını gördüm. Hepsinin de yüzü kıpkırmızıydı. "İşte köy insanı böyle olur, sağlıklı" dedim
içimden.
Ama
onlardan biri tesadüfen yanıma yaklaştığında morarmış burnu
ve koca bir göbek… Kışın bu sıkıcı günlerinde içki
içmekten alkolik olmuş çıkmışlardı, görünüşe göre.
Çarşıyı geçip, eve doğru yürümeye başladım. Eve giderken
arkadaşımın saat gibi kurulduğunu hiç düşünmemiştim. Ev de
köyün en ucunda, köy evi görüntüsünden çok darmaduman bakımsızlığıyla köy evi havasından oldukça uzaktı.. Kış olmasına rağmen onu evin önünde gördüm.
Yok, canım, yolumu gözleyeceğini düşünmedim. O kadar saf,
değilim artık! Yaklaştığımda, o beni görünce aldırmaz; "Hıı sen mi geldin?"
Yalandan sarılıp, pat pat sırta elle vurma faslı bittikten sonra,
milattan önce herhangi bir yılda doğmuş, ninesinin yanına
gittik. Kadının çipiş mavi gözleri vardı. Ufalmış ufalmış,
adeta kurumuş içi oyulmuş bir ağaca benziyordu. Ama ona ufak
tefekliğinden dolayı pek ağaç da denemezdi. Maki kurusuna
benziyor demek daha doğru olabilirdi. Kadın bir süre bana bön bön
baktıktan sonra, tanımayarak;
"Hoş geldin."
"Hoş bulduk, beni tanıdın mı?"
"Tanıyacak
gibi oldum gari ama tanıyamadım!"
Zaten milattan
önce doğmuş birinden beni tanımasını bekleyemezdim. İkiyüzlü
arkadaşımın iki kızı vardı. Anneleri yanıma, teşrif etmediği
için ben onlarla meşgul oldum. Neden sonra teşrif edebildi. Bir
yandan beni süzerek; "N’apıyon?
Nasıl geldin? gibi istatistikî sorularını soruyor, fakat "aç
mısın, tok musun?" diye sormuyordu nedense. Bir süre
istatistikî sorularına cevap verdikten sonra, dayanamadım: "Seher ben çok
açım. Biraz peynir ekmek verir misin?"
"Aaa bamya,
pilav yaptım. Biz akşamüstü yiyoz. Karnın toktur diye sormadım!"
Bunu öyle bir
tarzda söylemişti ki; -“karnın ne kadar aç olursa olsun, bekle
akşamüstü yiyeceğiz.” Eh o yüzsüzlüğü ele aldıysa, ben de
almıştım. Ne de olsa onlara güvenlik elemanlığı yapacaktım.
Reflekslerimin sağlam olması gerekiyor ki, maki kurusu nineyle,
ikiyüzlü tembel torununa görevimi yerine getirebileyim. Ah kim
bilir içinizden; ne kadar riya dolu bir insan, evine misafir olduğu
insanlar için neler de söylüyor diyorsunuzdur. Ne yapalım, daha
evvelden yaptıklarını anlatacak olsam…
Benim zorumla
sofrayı kurduk. Sofra da dediğimiz beş tabak, beş kaşık, ekmek,
su ve tencere. Nedense sofrada bir sıcaklık yoktu. Ya da artık
bana mı öyle geliyordu. Hayır, hiç de
bana öyle gelmiyordu. Elektrikli bir hava içinde, sümüklerini
salmış bamya ile pişmemiş cam kırıklarına benzeyen pirinç
pilavını yedik. Beraber sofrayı toplayıp, bulaşıkları yıkadık.
Artık oturma zamanıydı.
Oturduk. Arkadaşım derdimin ne olduğunu gayet iyi biliyordu ve
bundan haz alıyormuş gibi bir hali vardı. Sessiz sakin, televizyon
izlerken birden bire, bana; "Ayyy, sen çok şişmanlamışsın çok. Bu kadarı da fazla ama!
Geçen sene de haddinden fazla zayıftın! Sen de hiç bi şeyin
arasını bulamıyosun!"
Ben
şaşırdım şaşırmasına ama hazırlıklıydım da. "Yaa sorma, ben hiçbir şeyin arasını bulamam. Sen buluyorsun ama. Nasıl buluyorsun anlatsana?"
O
böyle bir cevabı beklemiyordu herhalde, şaşırarak; "ayyy çok komiksin kızzz! Ama biraz kilo ver bak, Ben senin iyiliğin
için söylüyom. Senin aklın fikrin, yemek olmuş. Dikkat ettim de
eve gelir gelmez “yemek” istedin."
Artık cevap vermedim. Versem ne olacaktı ki? Denize taş
atıldığında halkalar nasıl genişlerse, benim sinirlerim de öyle
büyüyecekti. İyisi mi konuşma bu noktada kalsın da, rahat
edeyim. Bir süre sustuktan sonra yine başladı;
"Ayyy, üstündeki şu kıyafetleri değiştirsene! Geçen gün
Selda’nın butiğine gittim, çokk güzelll kıyafetleerr gelmiş.
Bir pantolon aldım, gerçi Mürsel kıskanır giydirmez; ama ben
üstüne uzun bi şey giyip gene giycem. Sen de al! Geçenlerde
televizyonda ne göreyim; aynısını şarkıcı Ebru’da giymemiş
mi? Çok moda, senin haberin yok mu?"
Benim o sıralarda, sadece modayı düşünecek halim olduğu için.
"Evet, evet, haberim yok modalardan. Anlat bakalım daha başka ne
modalar var?" dedim. O bir süre modaları anlattı. Bana ninni gibi
geldi.
"Sen hala o teybi değiştirmedin mi? Değiştir artık! Sesi hiç
güzel çıkmıyor," dedi.
"Olur, olur Seher’cim, değiştiririm. Sen söyle bana hangi marka
iyi, onu alayım!"
Artık bu konuşmalara dayanamayacağımı düşünüp, kendimi
bahçeye attım. Arkamdan çocukları da geldi. Güzel havayı
ciğerlerimin en ücra köşesine ulaştırmak için, bol bol nefes
aldıktan sonra, yürümeye karar verdim. Çocuklardan, o günün
pazarının kurulduğunu öğrendim. Hem biraz dolaşıp evden
uzaklaşayım, biraz da sebze meyve alayım diye pazara gittim. Pazar
her zaman olduğu gibi çok hoşuma gitti. Renk renk sebzeler,
meyveler, perdelik döşemelik kumaşlar, zücaciyeler… Doğrusu
gittiğim de çok iyi oldu. Biraz meyve sebze ve yeşillik aldım.
Eve
gelince kısır yapmak için, mutfağa girdim. Bu durum arkadaşımın
hoşuna gitse de memnun değilmiş gibi bir tavır takınmayı ihmal
etmedi. Mutfakta yeşillikleri yıkamaya başlamıştım ki; milattan
önce herhangi bir yılda doğmuş, maki kurusu ninenin, her zaman
oturduğu koltuğun haricinde; mutfak kapısının tam karşısına
düşen kanepeye oturmuş, beni izlediğini fark ettim. Nedense o an
aklıma –fesübhanallah- şarkısı geldi. Ya sabır çekerek,
işimi bir an evvel bitirip mutfaktan çıktım. Ve bir daha da
girmemeye tövbe ettim.
Bu
şartlar altında gece saat 21.00 zor ettik. Artık köy iyice
sessizleşmişti ki, kendimi dünyanın dışında bir yere aitmişim
gibi hissettim. Uzay boşluğundaki bir toz zerresinden daha da küçük
olduğumu düşündüm. Koskoca evrende ben ve üzerimde yarı tahta,
yarı beton yorgan gibi hissettiğim çatı. Aslında doğruyu
hissettiğime emindim. Zira kentin, hiçbir saatinde –neredeyse
gece yarısından sonra bile- bir ambulans sireni, korna sesi, araba
alarmı sesi yüzünden, hiçbir zaman böyle uçmamıştım. Bu
duyguyu kendime saklamayı düşündüm. Arkadaşım, bu duyguyu
paylaşacak bir arkadaş değildi ne yazık ki! Arkadaşcağızım;
benim üzüntülü olduğumu biliyor, anlıyor ve inadına inadına,
hayatı çok mutluymuş gibi davranıyordu. Kısacası benim üzüntüm,
onun mutluluk kaynağı oluyordu.
Burada daha fazla kalamazdım. Bana niye bu kadar düşman olmuştu,
neden? Bu soruları burada değil, şehirde kendime sormam
gerekiyordu.
"Yarın gitmem gerekiyor,"
"Aaa neden kız! Annemler gelsin, öyle gidersin!"
"Yarın hastanede randevum varmış, hay huydan unutmuşum," dedim.
O
da beni, evlerinde misafir olarak kalmam için fazla ısrar etmedi.
Yalnız kalma korkusu ya geçmişti ya da benim ona tahammül
edemediğim gibi, o da bana tahammül edemiyordu.
Ertesi sabah,
kahvaltı yaptıktan beş dakika sonra, yola çıkmak üzere
hazırlanmıştım bile. Bana yolda, Karadağ köyünden İzmir’e,
zengin bir eve gelin olarak giden arkadaşı Semra’yı anlatmaya
başladı. Daha önce, Semra’nın evindeki deri koltukları, spot
ışıklarını, Paris’e gitmesini uzun uzadıya dinlemiştim.
Şimdi ise;
"Ayy bizim
Semra var ya, piyano çalıyoo!"
"Yaa sizin
Semra çok aristokratmış!"deyince, ellerini göbeğinde kavuşturup,
omuzlarını geriye atıp, gözlerini patlatıp, kafasını iki yana
sallayarak,
"İçinde
varmış," dedi. Ben de ona;
"Yaa, evet evet öyleymiş," dedim. Benimle gelmesinin sebebi, beni geçirmek değil,
yol üzerindeki evi olan arkadaşına uğramaktı.
"Hayriye Aba,
maydanoz ekmiş," ya da "Saime Aba’nın keçileri büyümüş" dediğimde gözlerinde şimşekler çakıyordu. Çünkü o şehirli
olmak istiyor, bense ona aslını hatırlatıp sinirlenmesine yol
açıyordum. Ona göre köylü olmak kötüydü. Arkadaşının
evinin önünde;
"Hadi hoşça
kal," dedim.
"Hadi güle
güle."
Ayrıldık.
Otobüse bindim. Ohhh iyi ki hastanede randevum varmış!
2001 Kış