Elimi saçıma götürüyorum. Hayır.
Saçsızlığıma. Omuzlarımdan aşağı su gibi akan saçlarım yok
artık. Son zamanlarda sürekli elim saçlarımda, oynuyordum. Sanki
düşünceler beynimden çıkmış, saç olmuş, uzamış. Oynaya
oynaya, koparıp atmak ister gibi, oynuyordum. En sonunda geçtiğimiz
pazartesi günü gittim kestirdim. Hem de iki numara. Kuaför
şaşırdı. “abla biz kaynak yapıyoruz, sen bu güzel
saçlarını... “ bakışlarımla sözünü kestim. Anladı.
“Çattık karıya” demiştir. “Depresyonlu deli” demiştir.
Uzun saçlarımı yerde gördükçe nasıl mutlu oldum. Kuaför
üzerine üzerine bastıkça, sanki yorgunluğuma sebep olan
düşünceleri eziyordu. Saçımı kurutmaya yeltendi. Artık saç
değil de, ıslak kafamı. Aynadan kuaför çırağının, süpürgeyle
faraşa doldurduğu saçlara memnuniyetle baktım. Hele çöpe
atarken. Nasıl bir ferahlama. Üniversitedeyken, dönemin kadın
başbakanı bir keresinde televizyona çıkıp ağlamıştı. Saçı
da yeni kesilmişti. Ferda'yla birlikte evde izlerken, saçının
modelini beğenmemiş de ondan ağlıyor diye deli gibi gülmüştük.
Eve geldim. Hazırlanmam lazım. Oktay
her zamanki gibi geç gelir. Telefon açar haber veririm İstanbul'a
gidiyorum diye. Çok da umurunda olur ya! Teyzem çağırdı, safra
kesesinden ameliyat olacakmış. Bahanesi! Duş aldım. Başımı her
elleyişimde düşünceler gitti gibi. Mi?
Aynanın önüne oturuyorum. Yüzüme
bakıyorum. Yeni beni tanımak ister gibi. Bu kafayla yeni bir ben
olabilir mi? Kuaförde sürekli Sezen çalıyordu. Ordan dolandı
şimdi bu şarkı dilime. Bir daha aynı yolları yürür müyüz,
kimbilir ölür müyüz kalır mıyız? Düşünceler
yerine şimdi bu şarkı yapıştı beynime. İyice arabeske
bağladım. Ben Sezenci değildim eskiden. Nazancı'ydım. Misafir
o gel bana börekler açarım sana.
Ne çok gülüyorduk Ferda'yla bu şarkıyı söyleyip söyleyip.
Sinan her zamanki ciddi, Sinan... Bu gülmelerimize sinirleniyordu.
Ağırdır o, her zaman. Düşüncelerin adamı. Sonra sonra bende
ona benzedim. Benzedim ama birdenbire o okuldan ayrılıp gidince.
Aramıza yollar, yıllar bir de Oktay girdi.
Oktay hayatımda
her zaman vardı. Kantinden grup arkadaşı. Bir üst sınıfın
popüler, zengin Oktay'ı. nasıl sinir oluyordum, kendini beğenmiş
şımarık hallerine. Her arada yanıma gelir; “yüreğim ağrıyor,
ilacımı almaya geldim” derdi. Yavşaklığını şakaya
vururdum...
Biz hep; Ferda,
Sinan ve ben takılırdık. Sonra Ferda Ahmet'le. Hemen bizden
ayrıldı. Buldumcuk oldular.
Aynanın
önünden kalkıyorum. Geçen gün sıkıntıdan aldığım on
liralık Çin malı sırt çantasını dolaptan çıkarıp birkaç iç
çamaşırı, iki kazak bir de kot pantalonomu koyuyorum. Aynı
okuldaki gibi. Sinan bu halimi çok beğeniyordu. Hani
siyah kazaklı, anlıyorsun değil mi? Hâlâ kendimi yeni
yetmeler gibi, beğendirme çabası mı? En çok beğendiği
gülüşümdü. “Gülüşün kulaklarına asılı mı senin” diye
sorardı? O zaman sürekli gülümserdim. Şimdi aşağıya düştü
dudaklarımın kenarı.
Anahtarla kapı
açılıyor. Oktay'dır tabii, kim olabilir? Ayakkablarıyla içeriye
giriyor. Her zamanki gibi. Küçük burjuvam benim. Eşkiya dedenin,
burjuva babanın, gelecek vaad etmeyen doktor torunu. Böyle
söylediğimi duysa anası, babası! Yerlere göklere
konduramıyorlar. Tabii adam eşkiya babasının dağlarda haraca
bağladığı köylülerin parasıyla aldığı taşınmazların
sayesinde hayatı boyunca çalışmazsa. Mesleği şimdi borsa
olursa. Borsa da hisse senedi alıp, grup kurup hisse senetlerinde
oynarsa. Bazen tavan yapıyor, malı götürüyorlar, bazen de
tutmuyor. Ama şimdi kalan kira gelirlerine dört katı gelir
ekliyorlar. Oktay'ın özellikle çocukluğunda, İstanbul'un lüks
semtlerinde daireler, en işlek yerde işyerleri varmış. Kira
gelirleri acayipmiş. Bitirmişler ama, altından girip üstünden
çıkıp. Şimdi lüks semtte kalan iki daire ve bir dükkanla ve
borsayla idare ediyorlar! Bir dairenin kirası da bize. Ne bizesi,
tabii Oktay'a.
Yanıma geliyor,
labada gibi ayakkablarıyla.
-Ne yapıyorsun?
-Sırt çantamı
hazırladım!
-Görüyorum...
-Teyzemin safra
kesesi sorunu varmış. Hastane falan, ilgilenmem lazım.
Her zamanki ukala
tavrı, kaşlarını kaldırıyor.
-Hııı, iyi, ne
kadar kalacaksın?
Çok da umrundaydı.
Meydan sana kalır işte.
-Çok değil hafta
sonu.
-Hafta sonu, hastane
iyimiş! Haaa saçlarına n'oldu senin?
-Hiç sıkılmışlar,
gezmeğe gittiler.
-İyi! Senin gibi!
Kendi yediğin
herzelere baksana sen. Ben yokum diye inadına eve gelir bu daha çok
şimdi. İlk zamanlar böyle değildik biz. Mutluyduk! Bütün
klişeleri tamamlıyorduk. Mutlu, güzel, kariyerli, zengin çift.
Sitede oturuyorlar. Reklamlardaki aileler gibiydik. Balayını
Paris'te geçirdik. Sonraki yaz, İtalya, ve İspanya. İspanya'dan sonra
egzotik ülkelere gitme kararı aldık. Ama gitmedik.
Yemek pişirmeyi
çok seviyordum. İkimiz için çok güzel yemekler hazırlıyordum.
Zaten pratisyen olarak kalmıştım. Bütün gün memur gibi reçete
yazdıktan sonra eve geliyordum. Yemekler yapıyordum ikimiz için.
Balık hariç. Balık kokusu migrenimi azdırıyordu. Oktay'ın
magandalıklarının, yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya dönemdi.
“Ben arkadaşlarla balık yemeye gidicem,” diyordu sık sık.
Sonra bir gece
hafif sarhoş geldi. Yine böyle anahtarla kapıyı açtı. Ben
karanlık salonda film izliyordum. Yanıma oturdu kaykılarak. Ağzı
içki ve üstü başı ucuz kadın parfümü kokuyordu. Çin malı
parfümler. Hem de en sinirimi bozan kokusu.
“Git
yanımdan,”dedim. Gitmedi. “N'oldu ya kızımmm, bu leeeeğğğ
koltuğu niye aldırdın o zaman? Dipdibe oturalım diye değil mi?”
Daha çok yanıma sokuldu. Sinirlendim. Ne yaptığı besbelliydi.
“Kalk git yanımdan, duş al bari” dedim. “Vayyy anasını
sayın seyirciler, kereste tüccarının kibar, nazik kızı.. Üjj
bejjj oğlanın arasında açan, tek gül Birrrr şennnn Hanımmmm.”
Yüzüne baktım, cıvık cıvık sırıtıyor. Nasıl olduğunu
anlamadan, indirdim tokadı. Şaşırdı bu. Dondu kaldı. Sarhoşluğu
da cıvıklığı da bir anda geçti. Bir anda elini boğazıma
geçirdi, sıkmaya başladı. Gözlerini patlattı. Deli gibi
öksürüyordum. “Bana bak kızım, bir daha bunu yaparsan
gebertirim seni. Kimsin sen?” Eliyle boğazımı ittirdi. Ceketini
alıp, defolup gitti pezevenk.
O gece uyuyamadım.
Onun yüreğinin acısını dindiren ilacıydım güya, bir zamanlar.
Benim yüreğim o gece sabaha karşı mideme atlayarak intihar etti.
Ölü yüreğimi midemde gezdirmeye başladım. Midem kasılıyordu
sürekli.
O günden sonra
herşey değişti. Reklamlar bitmişti. Haberler başlamıştı. Acı
gerçek, şiddet ve bütün bunlara uyuşarak alışmış ben.
Nasıl değişti
anlamadım? Bir hafta konuşmadım. Her gece ağladı karşımda. Hiç
abartmıyorum, çocuk gibi sümükleri aka aka ağladı, yalvardı.
Barıştık. Sonra o yine Çin malı kadın parfümü kokmaya devam
etti. Telefon açıp “ben balık yemeye gidiyorum bu gece”
diyordu sık sık.
Alıştım bende,
köpek gibi alıştım hem de. Evlilik alışkanlıktır diye
okumuştum bir keresinde. Evet öyle. Bir tecrübeli köpek yazmış
ya da söylemiş olmalı.
Yine yemekler yapmaya devam ettim. Nette
gezmeye başladım sıkıntıdan. Yemek bloglarını keşfettim, ben
de açtım. Heyecan verdi bana. Yorumlar, istatistikler. Bugün kaç
yorum aldım, istatistiğim kaç? Unutmuştum Oktay'ı. Hatta geç
gelmesi daha çok işime geliyordu.
Sonraları yemek
yapmaktan da blogdan da sıkıldım. Eline, aklına, yüreğine
sağlık diyorlardı yorumlarında. Yemek tariflerini karıştırıp
kendi usulümce yemekler uyduruyordum çoğu zaman. Başta hoşuma
gitse de; yüreğimin, aklımın içinde edeyim diyordum.
Küfür etmeyi
öğrendim. Arabadayken en çok. Trafikte sinirlenip basıyordum
küfürü. Kim öğretti bana. Oktay mı, ben mi öğrendim karar
veremiyordum.
Blogdan sonra
edebiyata yöneldim. Başka hayatlar, başka hikâyeleri okudukça
kendim aklıma bile gelmiyordu. Deli gibi okumaya başladım. Ya
film, ya okuma. Evli bekârlar kervanına katılmıştık, nasıl bu
değişimi yaşadığımı anlamadan hem de. Bizi görenler
kıskançlıkla bakıyorlardı. Bizi yaralayacağını sandıkları
için de, “eee hadi artık, sizde çocuk yapın” diyorlardı...
-Arabayla bırakayım
mı, seni?
-Hayır taksi
çağırıcam.
-İyi, iyi
yolculuklar.... Teyzene selam. Haaa dönmüyor mu mu onun inek oğlu hâlâ Amerika'dan.
-Hayır! Dönmüyor.
Hazırım. Taksiyi
çağırıyorum. Dudağıma yalandan bir öpücük. Ben de.
-Hoşçakal.
Koridora doğru
ilerlerken “iyi yolculuklar” diyor arkasına bakmadan.
Arkama bakmadan
daire kapısını açıp, asansöre yöneliyorum. Düğmeye
basıyorum. Beklerken ilk taşındığımızda kırık beyaz olan
duvarlarının, griye döndüğünü görüyorum. Yönetim paraları
cebe indiriyor. Hâlâ bir badana yapılmamış. Değiştirmek lazım.
Kırık beyaz değişmiş çoktan.
Otogarda iniyorum.
Bilet ayırtmadım. Bu karda buzda yolcu sayısı fazla olmaz diye
düşünüyorum, ama var. Bir otobüs firmasına gidiyorum. Mavi
gömleğinin manşetleri yıkanmaktan eprimiş, telaları çıkmış
esmer genç bilet satıcısı bana, orta kapıyla, arkada yer
kaldığını söylüyor. Orta kapı işime gelmez. Muavinin servis
alanı. Sürekli girer çıkar. Zaten uyuyamam gece otobüste, tam
sabaha karşı uyurken uyanmak da işime gelmiyor. Arkalardan bilet
alıyorum. Yanım satılmış önceden. Yirmi dakika var kalkmasına.
Büfeden bir paket sigara, bir de uykusuz alıyorum. Ne zamandır
almamıştım. Okurum şurada sigarayı içerken.
Başım nasıl
üşüyor. Beremi almayı unutmuşum. Dolaşıyorum. Bir adam
seyyarda orlon bere, eldiven, atkı satıyor. On liraya orlon siyah,
upuzun bir bere alıyorum. Tuvalete gidiyorum. Kadınlar başıma,
saçsızlığıma bakıyor. Aldırış etmeden, bereyi takıyorum,
nasıl durdu? Oğlan çocuğu gibi hissediyorum kendimi. Berenin
uzunluğu saç gibi arkamda.
Beş dakika kalmış.
Perona gidiyorum. Hâlâ gelenler var. Bagaja valizleri yerleştiriyor
muavin. Ben vermiyorum sırt çantamı. Sabah vardığımda hemen
inip gitmek istiyorum teyzemin evine.
İnşallah
öğrencidir yanımdaki diye dua ediyorum. Yaşlı ya da orta yaşlı
meraklı bir kadın hiç çekemem şimdi. Nereye gidiyorsun? Ne
yapmaya? Mesleğim, kocam, çocuğum... Otobüste yan yana oturunca
böyle bir aşırı ilgi, alâka. Aynı kişilerle asansöre ya da
tramvaya binince, herkesin gözü uzak ufuklarda. Bu acayip ikilem
yan yana durumu beni rahatsız ediyor. Yol uzun olunca birbirimize
yarenlik ederiz. Dar zamanlarda kimse birbirini görmüyor. Oysa
herşey garajdan, anayola çıkana kadar. Ne kadar herşeyini öğrense
de herkes kendi yoluna, içine dönüyor.
Yanımdaki yolcu
gelmiş oturmuş bile. Ohhh öğrenci. Çoktan cep telefonunu açmış,
kapalı değildir ki zaten. Acele acele parmaklarıyla mesaj yazıyor.
Bacaklarını uzatmış, biraz toparlanır gibi oluyor. Yüzüme
bakıyor, yanına kimin geldiğini anlamak ister gibi. Alt dudağını
üst dudağına doğru çekiyor, gözlerini yumarak kısa selam
veriyor. İlişme bana! Sen de!
İyi o da konuşmak
istemiyor.
Otobüs hareket
ediyor. Dışarıda hava sıcaklığı, içerde bizim hava
sıcaklığımız. Sıcağımız yerinde koltuklarımız konforlu,
muavinimiz her zamanki hızlı konuşan muavinlerden. Güzergahımızı
anlatırken, İstanbul'a varacağız neredeyse.
Otobüs önce nazlı
çıkıyor yola. Fonda hafif Türk pop müziği. Saat 11.45. Saat
tutma oyunumu oynarım. Kimse benim oyun oynadığımı anlamaz.
“Zaman nasıl çabuk geçti oyunu.” Otobüs yolcuklarında
geçmeyen zamanı, geçirme oyunu.
Eskişehir'i arkada
bıraktık çoktan. Kağıt bardaklarda çay ikram ediyorlar.
İçmiyorum. Muavin mavi büyük poşetle çöpleri topluyor. Otobüs
daha da hızlandı. Bu karanlık boşlukta dünyanın merkezine mi
yoksa kıyısına mı yolculuk ediyoruz? Arada yanımızdan hızla
serseri bir kurşun gibi arabalar geçiyor.
Yanımdaki öğrenci
bir müddet daha telefonuyla oyun oynadıktan sonra, kulaklığını
takıp gözlerini yumuyor.
Başımı arkaya
yatırıyorum. Geçmişe doğru. Saçlarım yok ama düşünüyorum.
Bu kez düşünceler kötü değil. Eski güzel günler.
Sinan'ın ayrıldığı
gün geliyor aklıma. Belki de yüreğim mideme atlayarak o zaman
intihar etmişti. Oktay beni bitkisel hayata döndürmüştü.
Bilmiyorum...
Otobüsün
yavaşladığını hissediyorum. Sağa sola yalpa yapıyor.
Uyumuyorum sandım ama uyumuşum. 20 dakikalık ihtiyaç molası. İyi
oldu. Uyuşmuş ayaklarımla tuvalete yöneliyorum. Sıra beklerken
yüzüme bakıyorum, kara sarı olmuş yüzüm. Gözlerimin altı
torba torba olmuş. Herkes sıra derdinde. Arkamdaki kapı hemen
açılıyor. Çıktıktan sonra midemin kazındığını
hissediyorum. Mercimek çorbası ve sıcak poğaça alıp bir masaya
oturuyorum. Sadece kırmızı mercimekten mamül mercimek çorbası.
Yok bir de sebzeli yapacaklardı. Hasır sepet taklidi plastik
sepetten, kof gibi beyaz ekmekleri katık ediyorum. Kalkıyorum çay
alıyorum, henüz soğumamış poğaçayla yiyorum. Çok iyi geliyor.
Sigara yaksam mı, yakmasam mı? Hava öyle soğuk ki. Buz gibi
havada? Dayanamayıp iki fırt. Berem var ya, korur kafamı.
Gerçekten iki fırt çekip otobüse yöneliyorum. Birazdan öğrenci
de geliyor. Otobüs hareket ediyor.
Sabah ışığıyla
birlikte, kalabalık duraklarda işçiler memurlar bekliyor. Her yanı
devasa siteler doldurmuş. Ne çabuk, anlamadan oluyor bunca değişim?
Devam edecek...
Not: Yukarıdaki
karakterlerin gerçekle ilgisi yoktur. Tamamen kurgudur.