29 Eylül 2014 Pazartesi

Esnafın insafsızlığı


Geçenlerde güzel bir Eylül günü Foça'ya gittik. Biraz gezdikten sonra acıktık, haliyle bi lokantaya oturduk. Yemeğin ve balığın olduğu yerde de malum, kedi çok olur. Önümüzdeki masada bi kadın kedilere öyle sinir oldu ki, kadına acayip kıl oldum. Kediyi kovalamak için suratını şekilden şekile sokuyor, elleriyle bi hareketler. Kediye bi lokma verse n'olur? Ohoo aşmış canım kadın, yetmezmiş gibi garsona kedileri şikayet ediyor. Garson tabii hizmette sınırsız olduklarından elinde çiçek sulama fısfısıyla döndü. Bunu sıkın tamam hemen giderler dedi. Bknz. esnaf toması.
Kadın da biraz insaf mı varmış, yoksa başka bi şey mi aklına gelmiş bilmiyorum, bunun içinde ne var diye sordu. Esnaf da "su" dedi. Kadın da kedi gelir gelmez bastı esnaf tomasını.
Bu esnafı her yerde biliyorum. Urla Gelinkaya'ya gittiğimizde de kediler bol oluyor. Ama görseniz nasıl zayıflar, o kadar olur. Kaburgaları tek tek sayılıyor. Bi de bütün gün salam, sosis gibi uyarıcı kokularla başetmek zorundalar.
Urla'ya gidişlerimizden aşinayız; yazın bu kadar iş yapan büfeci esnaf da kedilere aynı hoyratlığı sürdürüyor. Bunlar da esnaf toması değil, ssuuuffssttt gibi, seslerle kovalamaca var. Tabii ayak yardımıyla.
Artık Urla'ya giderken yanımıza kuru mama alıyoruz. Kediler nasıl aç, o kadar olur. Vereceğin tostun bir parçasıyla nerde doyacak? Kedi yemeğini yiyor, insan da vicdan azabı falan çekmeden yemeğini yiyor. Canım nasıl halinden memnun oluyor, onu öyle görmenin hazzı bambaşka. 
Bu esnafın bencilliği nedir böyle bilmiyorum. O kadar bütün yaz para kazanıyorsun. Parayı kazanırken ortalığa buram buram kokuları salıyorsun. Öyle az buz para da kazanmıyorlar. Küçücük bi sandviç, içecek için baya yüklüce hesap alıyorlar. Hele bira falan içersen oh iyi kazıklamaca. Kimsenin parasında pulunda gözüm yok da, bu hayvanları burada aç bilaç gezdirmeye utanmıyor musun? Vicdanı kurumuş bunların resmen. Rabbena hep bana diyorlar. 
Ne bileyim eskiden insanlar şöyleymiş böyleymiş demeyeceğim ama daha mı korkuyorlarmış yoksa daha mı gözleri tokmuş bilemiyorum ama yukarıdaki fotoğraf eski İstanbul'da çekilmiş. Simitçi simitlerini hayvanlarla paylaşıyor. İnsanın biraz gani gönüllü olması lazım. Nasıl bizden çıkmış, "komşun açken, tok olunmaz" deyimleri. Evet, evet o senin komşun bi nevi. Bereketi olur böyle şeylerin. 
Ama bu yiyecek satan esnaf ibretlik resmen. Göz hakkı denen bi şey var. Yok, bunlarda yok hiç bişey. Bunlarda açgözlülük var. O kadar. Nasıl gönülleri razı oluyor anlamıyorum.
İnternette kuru mama sipariş edeceğiniz yerler var. 30 kilosu 80 tl. Ne olacak 30 kilo alsan, o kedilere versen? İflas mı edersin? 
Küçük kedilerde göz hassasiyeti oluyor ve bi damla yüzünden gözlerini kaybediyorlar. Gentagut diye bi göz damlası var, 2.5 tl. Sudan ucuz. Ondan bir tane alsan gözleri  hassas yavru kedilere damlatsan ölür müsün? 
Aaa yok ama insanlar hayvanı tabakta ve dolapta seviyorlar. Onlar sevap işlemek için kurban keserler. Şimdi kimseye kurban kesmeyin demiyorum. Zaten bütün gün millet et yiyip duruyor. Sokağa çık zeytinyağlı yemekler yapan bi lokanta bulman çok zor. Vejeteryansan yiyeceklerin çok sınırlı oluyor. Hayvanlar mezbahada çok korkunç koşullar altında kesiliyor. Sadece kesim aşaması değil, fabrikalarda büyütülen sanayileşmiş hayvan nasıl serbestçe, eziyet görmeden büyüyebilir ki?
Ellerinde bıçakla hayvanın peşinden cani gibi koşturarak kurban kesiyorlar. Bu mu sevap için kesilen hayvan. Hayvanı alırken başlıyor daha eziyet. Arabasının arka üçlü koltuğuna koyunu tıkıyor. Hatta bazen iki  koyunu bile. Otoyolda sırıta sırıta gidiyor. 
Ya sevap için kestiklerini söyleyenlerin samimiyetsizliği? Konu komşuya kaburga dağıtıp, baltalı ilahlar bütün kavurma yiyorlar.
Bugün bi belgeselde gördüm; kızılderililer de insan kurban ediyorlamış. Bakmışlar bu iş normal değil, nehirlerine mısır v.b tohumları kurban etmeye başlamışlar.
Negzelmiş be :)

23 Eylül 2014 Salı

138 yaşında olmayı bilmek


En azından bir film gelse de bari onu izlesek, iki saatliğine de olsa, bir başka insanın kurduğu hayallerin sayesinde şu anki durumdan, andan, olaylardan kurtulsak kurtulsak diye düşünürken, tv de recep ivedik tarzı bi filmin yapılmış olduğunu görmek insanı fazlasıyla yıldırıyor.
Yıldırıcı olan ne ki, gitmeyeverirsin olur biter diye düşünüyorsun ama o işler pek öyle olmuyor.  Biz recep ivedik’e dahi tahammül edemezken – hem de fragmanını görmeye- bu berbat filmin taklidinin çıkması içler acısı.
Her zaman isteyen istediğini yapsın, fikirler özgürdür, hem bu sayede ak koyun kim, kara koyun kim belli olur mantığını benimsemiştim.
Ama yaşadıklarım bana “yükselen değerin” recep ivedik tarzı olduğunu gösteriyor. Recep ivedik her yerde. Aç gözlülüğü yaşam felsefesi haline getirdiğinden, yemek yemek hayatını devam ettirmek için olmayıp, yemek için yaşamak olmuş bu magandalar, kucaklarında koca bir göbekle, pis, kokulu, rugan taklidi, koca burunlu ayakkablarının arkasına basarak yalpalaya yalpalaya, ne kadar yer işgal ettikleriyle gurur duyarak, herkesin hakkını elinden alırlar. Başlıca besinleri ettir, et yedikleriyle övünür, dişlerinin arasından lif lif etler sarkar.  Hayvanlara bile işkence aracı yapıyorlar var mı ötesi. Zevk için hayvan döven, eziyet eden bir insandan ne beklersiniz?
Mazlumu, mağduru oynamak başlıca işleridir. Yüze gülerken, bıçaklı ellerini arkalarına saklayarak, her an o bıçağı çıkarmak için aportto beklerler.
Efendilik, kibarlık, nezaket onlar için enayi olma durumudur. Hayat ve insan oburu olup, insanı canından bezdirirler.
Ne yazık ki yükselen ve yüceltilen değerler.  
Mahalleye akordiyoncu çocuk gelse ve diyelim siz ona para verseniz, recep ivedik bakkala seslenmesi duyulmuyor diye size suçlar. Sürekli öküz gibi sesler çıkarır. Ah öküzcüğüm sana da ne kadar yükleniyorum, görüyor musun?
Bazen kızdıklarımıza ayı falan deriz. Ne kadar kötü. Keşke hayvan samimiyetinde olabilseler. Keşke gerçekten ayı olsalar.
Artık hiç bir şeye tahammülüm kalmadı. Sanırım iyiden iyiye yaşlandım. Tahammülsüzlük durumu gençlikte mi olur, yaşlılıkta mı bilmiyorum ama ben insan görmek istemeyecek kadar yaşlandığımı hissediyorum. 138 yaşındaymışım gibi. 138 yaşında bir insanın bu dünyada yaşamış bezginliğinin ruh hali içersindeyim. Bugün ölüp gitsem gözüm arkada kalmaz. Nesine kalacak ki?
Vay arkadaş yapacağımız şeyler mi vardı bu dünyada diyeceğim. Bütün duygularını, yaşam isteğini takır takır yok ediyorlar.
İkiyüzlü yalakaları her gün görmek, her gün magandalarla uğraşmak zorunda kalmak ne zor. 

12 Eylül 2014 Cuma

Rakım Efendi'nin önlenemez uçuşu


Ahmet Mithat Efendi'nin hayatını okuduğumda;  Felâtun Bey ve Rakım efendi'deki, Rakım Efendi'nin kendisi olduğuna yüzde yüz inandığım roman karakteri... 
Ahmet Mithat Efendi’nin biyografisini okuduğunuzda,  evet tırnakları ile kazıyarak Fransızca öğrenmiş, gazeteci ve yazar olmuş. Ama bu kadar da bir insan kendisini yüceltmez.

Felatun Bey ve Rakım efendi’deki, Rakım Efendi  (bu arada ismi de "yüksek") kendisinden yaşça büyük bir kadınla  (piyano hocasıyla) birlikte oluyor, ama evindeki hizmetçi olarak satın aldığı cariyesini seviyor. Piyano hocası da Canan'ı (hizmetçi) sevmesi için, Rakım Efendi'yi adeta Canan'a iteliyor. Ahmet Mithat Efendi kadın ruhundan hiç anlamadığı belli.
Ayrıca kendisi çeviri ve ders vererek evlerinde eksik bi şey olmadığı gibi, Canan (köle, hizmetçi) verilen harçlıklarla elmas, inci v.s. alıyor. Bir zamanlar reklamlarda, Macit'ten tırtıkladıklarıyla güya mutfak masraflarından artırdıklarıyla araba alan karısı mı, metresi mi vardı, onu hatırlattı. Ne mutfak masrafıymış yahu!
Neyse efendim herkes Rakım Efendi'nin huyuna suyuna hasta. Peki iki kadını idare etmesi. Hem de aynı mekanda,  aynı sofrada. Canan'la nikah yapmadan fıştırmaya başlaması.
Felatun bey ve kardeşi Mihriban hanım karakterini fazlaca aptal vurdumduymaz olarak ileri götürdüğünü düşünüyorum.
Ayrıca her nedense Osmanlı'nın her şeyi (adeti, geleneği, yaşam tarzı) mükemmel, Batı çok kötü. Vay, baksana sen şu işe? O yüzden Osmanlı’da halk vergilerle inim inim inlerken, hayatını da sürüm sürüm sürdüyordu. 
Takdir edilmeli ki, her iki kültürün kendine has iyi ve kötü yanları olabilir. Bu kadar bıçakla kesilmiş gibi iyi ve kötü olarak fikir beyan etmek, aşırı uçlu sivri karakterler yaratmak fazlasıyla taraflı.

Ayrıca ders verdiği iki İngiliz kızkardeşler de Rakım Efendi’ye hasta. Hastalıkları iki kardeşin birbirlerine Rakım Efendi’ye hayranlıklarını anlata anlata bitirememeleri ile başlayıp, sonrasında hastalığı karasevdaya dönüşen diğer kardeşin “aman al kardeş senin olsun, ben önümdeki maçlara bakarım” demesiyle devir teslim ediyor.
Çağdaşı yazarlarının Rusya'da ve Avrupa'da yazdıklarına bakınca bugün neden biz böyleyiz sorusuna bu romana bakarak cevap bulunabilinir. Hayatı ya siyah ya beyaz görmüyor muyuz? İnsan ruhunun bu kadar aşırı uçlarda net çizgilerde anlatımını yapmak profesyonel bir yazardan çok, oyalanmak için yazan amatör bir "yazanın" yazıları olabilir diye düşünüyorum.


3 Eylül 2014 Çarşamba

Git, git ne olursun git



Mevlana, sözlerinin bu kadar popülerleştiğini ve fakat bu kadar da bu sözlerden bi gıdım bile feyz alınmadığını görse sanırım “git, git ne olur git, yıkıl karşımdan” derdi.
Bu kadar çok sözlerinin paylaşılmasının nedeni, Mevlana'nın hayata dair bilgece yaklaşım içinde olması ve kazananın belli olmadığı bu dünyada her insanın bir kaybeden olduğu düşünüldüğünde her insanın kendisine yakın bir takım sözler bulması olabilir.
Bununla birlikte okumayı pek fazla sevmeyen ülkemizde, facede bir kaç satır okumayla insanları düşünmeye, teselli etmeye, yenilsen de vazgeçmemeye, nefreti törpülemeye, affetmeye kısacası her insani duyguya bir karşılık çok kısa bir şekilde bulması da olabilir.
Bir romancı düşünün ki, üniversite tezini Mevlana üzerinden yaptıktan sonra, tüm edebi kariyerini de bu tez üzerinden yürütsün ve üstelik best seller bir yazar olarak, bir lokma bir hırka felsefesini yanı başına koyup, önüne kapitalizmin bütün imkanlarını sersin.
Bir lokma, bir hırka...
lokma lokma yerim seni...
Geçen sıcağın altında, Kemeraltı'nın arka sokaklarında yürürken, bu arka sokaklara dahi lokantalar yapılmış olduğunu gördüm. Biri uzun yıllar önce açılmış bi balık lokantası. Tamam, burayı biliyordum. Yanına yenisi açılmış. Konyalı lokantası. Malum pidesi falan meşhur. Bir iki adım atınca lokantanın bi köşesine bire bir insan boyutunda mevlevi mankeni koymuşlar. İnsan bi anda lokantanın köşesinde mevleviyi kıyafetler içinde, gözleri yere bakıp, ellerini göğsünde kavuşmuş gördüğünde tuhaf oluyor. Alakaya turp suyu mu dersiniz, ne dersiniz bilmem ama her şeyi sulandırmada birinciliği kimseye kaptırmadığımız kesin. Hem sulandırma, hem de kitch olmada kimse elimize su dökemez.
Bu kadar da olmaz. Ahlak demiyorum. Ahlaklı olma halini sevmiyorum. Çünkü ahlaklı olmak öğretilmiş ve sırf başkalarına yaranılmak için yapılan gösteri sanatları gibi geliyor. Ama insan dediğin etik olmalı. Kendine dair duruşu, kim ne der diye düşünmeden kendi adına yaptığı ya da yapmadığı bi takım tutum ve davranışları olmalı.
O konyalı lokantasının sahibinin mevlevi mankeni, bi hanutçu gibi oraya koyunca kendisinden, duruşundan rahatsız olması gerekir. Sırf bunu koyduğundan dolayı insanlar tepki verir de (bekle vercek) günlük cirosu düştüğünden dolayı o mevlevi mankenini oradan kaldırıyorsa, bu yaptığı daha da korkunç olur.
Şimdi artık herkes çok ahlaklı yani anlayacağınız. Kimsenin etik bir duruşu yok.
Günümüz Türkiye'si ahlak ve ciro derdinde. Her şeyi tepe tepe, tepine tepine, suyunu çıkararak kullananların sahte cenneti.
Cirosunu kanatlandırıp, sahtelik gözlerinden için için akarken, her gece twiterda, facede Mevlana'nın sözleri ile teselli bulup, belki de o an için ruhunu kanatlandırıp, sabah yüzünü yıkayıp, başkalarına cehennem yaşatan kendi sahte cenneti için ahlak ve fazilet kumkuması olarak işinin başına gider.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...