7 Ocak 2016 Perşembe

Bizimkisi sadece alışkanlıkmış




Ben böyle daha kaç zaman duracağım? Kaç zaman daha yorgun atlar gibi kendi ayak seslerimin büyümesini dinliyeceğim.
Her şey kötüye gidiyor gibi. İki insan anlaşamazsa ayrılır. Ayrılamazsa sessizlik büyür de, büyür. Sanki o sessizliğin içine düşersin, seni yok etmek ister gibi sessizlik önce kulaklarından içeri atlar, içini kemirir durur.
İşten kovulduğumdan beri kocam Latif’e batıyorum. Ne hayaller kurmuştuk başlarda oysa. Beraber emekli olacakdık da, dünyayı gezeciktik de, de de , da da. Mış mış da, muş muş da oldu hepsi. İş yaşamının çakallarına karşı emekli hayallerine sığınarak atlatmaya çalışıyorduk herşeyi. Bazen kocam şikayetlerim yüzünden bana bağırıyordu. “bıktım artık senden, iki sidikli karıyı halledemedin, diyemedin mi, yapamadın mı?” Onun işi daha önemliydi. Oysa farklı şirketlerde ama aynı pozisyondaydık. Sanki akşam bütün bu sözleri söylememiş gibi geceleri sırnaşıyordu; bulaşıktan, çamaşırdan, ortalık toplamaktan yerlerde sürünen bedenime.
Hayallerim vardı ama yok gibi yapmak zorundaydım. Yok gibi yapa yapa, hayallerim terk etti gitti. Geceleri yatağa yatar yatmaz gözleri kapanıp, uykuya dalan insanlardan oldum. Ne gecenin etkileyeceği, ne de gizemi sırtımı yalayıp geçiyordu.
Böyle böyle yıllar geçti. Yıllar geçerken ekonomik krizler de oluyordu. Ben de kendi ailesinde kriz yaşayan evli bir kadındım. İlk çıkarılacaklar listesinde yer aldım. Çocuğum yoktu, doktorlara göre olacağı da yoktu ama jinekolog raporunu işverene sunamayacağım için ilk çıkartılanlar arasındaki kadınlardan oldum. Yaşım otuz üçtü. Yanına bir üç daha eklesen fotoğraf çekerken gülümseyerek çıkmana neden olan, üç yüz otuz üç olacaktı ama bendeki iki adet üç sayısı, dudaklarımın aşağı doğru sarkmasına neden oldu. O gün bana sorsan yüz üç yaşındaydım. Şimdi sorma, kaç yaşında olduğumu bilmiyorum.
Kovulduğum için değersizlik hissini yürekten, mideden, bağırsaklardan velhasıl bütün iç organlarımdan hissetsem de, sonra birdenbire o eşiği atladığımı gördüm. Nasıl atladım bilmiyorum. Karınca adımlarıyla ya da bir salyangoz gibi yavaş yavaş atlamış olmalıyım. Yazları salça ve reçel, kışın lahana turşusu kuruyordum. Diziler ve bilumum gündüz kuşağı izlemeye başlamıştım. Gözlerim donuk donuk bakıyordu. Çalışırken de öyleydi, donuktu bakışlarım. Hiçbir fark yoktu arasında. Ama değersizlik hissi yerini kayıtsızlığa bırakmıştı.
Bakışlarımın canlı olduğu zamanlar, ergenlikle  maksimum yirmi iki yaşım arasıdır.
Çocuğum yok demiştim ya, ne oldu biliyor musun? En samimi ve en samimi olmayan arkadaşlarım bile üreyebildikleri için benim annelik duygusundan yoksun olduğumu söylediler. Direkt değil ama. Ucundan, kıyısından, kıyısından. Sinsiliğin sınırlarını iyi biliyorlardı. Çocukları en fazla beş yaşındaydı ama maşallah beş aylıkken üstün kutsal annenin her şeyi söyleyebilme yetkisini donanmıştı hepsi. Lafları hep, çocuğu olmayan anlayamaz gibi sözlerle başlıyor, sonra derin bir iç çekerek kendi durumlarına şükrediyorlardı.
Kocam Latif, çalışmadığımdan dolayı beni daha da hakir görmeye başladı. Eee ben de giyinip kuşanmayı bırakmıştım. Ne yapsaydım yani evin içinde ceket pantolon ince topuklu ayakkablarla çak çak çak diye mi yürüseydim? Bir düşünsenize bu kılıkla yemek yapıp, ortalık topladığımı, hele hele cam sildiğimi. Saçlarım da doğuştan kıvırcık gibi bişeydi ama kıvırcık da değildi, kıvırcıkımsıydı. Sonra papaz gibi kabarıyordu. Yağmur yağdığında tülü tülü oluyordu. Bir papazı kim sever ki. Hem de kadın papaz. Olacak iş değil vallahi. Üstelik evin ekonomisine de katkım olmuyordu ve bu da kötü ve büyük bir etkendi aile şirketimiz için.
Her akşam işten gelince ben yaptığım yemeklerle onun karnını doyuruyordum o da şikayetleriyle kulaklarımı dolduruyordu. Bazen kulaklarımın dolup taştığı oluyordu. Ne oldu sonunda: kulaklarım ağır işitir oldu. “duymuyor musun sağır mısın?” diye bağırıyordu bana ve ben de “evet sağırım” diye cevap veriyordum. Duyduğumdan değildi evet diye cevap verişim. Bana bağırırken eli kolu da bağırıyordu. Yok canım dövmeye kalmıyordu. Elini kolunu, abartılı abartılı sallıyordu. Öküz değildim, ne demek istediğini anlıyordum. En sonunda devlet hastanesine gittim, doktor kulaklarıma bir alet yerleştirdi ve bana “guguk de” dedi. “Guguk” dedim ve kulaklarım açıldı. Tabii bunu kocama söyleyemezdim. Dalga geçmeye başlardı ve yıllarca bunu her önüne gelene anlatırdı. Evlilikte zaten her şeyin söylenmeyeceğini anlamıştım. Evlilik hatalarını saklama sanatıydı. Sanat ne yaaa! Her şeye de sanat eklemek yok mu? Zanaat desem daha doğru olur. Neyse, bu “guguk” demenin, kendi kendime ne anlama geldiğini düşünmeye başladım. Sonunda vücudumun doğaya çıkarsa iyileşeceğini, bakışlarımın kıpır kıpır olacağını düşündüm. Aklıma ilk gençliğim geldi. Herkesin ilk gençliği gibi çok güzeldi ve ne var ki çoktan tarih olmuştu. Tarih kitaplarındaki gibi göreceli değildi hiç bir şey. Belki de ben taraf tutan bir tarihçi gibi hep güzel günlerini hatırlayıp, zihin arşivimde güzel günleri arşivleyip duruyordum. Belki de herkes öyle yapıyordu. Ama insanın Anne ve Babasından başka kimse insanı şartsız şurtsuz sevmiyordu ve dertleri ile kasılmak istemiyordu.
Tarih tekerrürden ibaretse de, kendi kişisel tarihimizde tekerrür diye bir şey olmuyordu ne yazık ki…
Doktordan sonra ben doğaya çıkınca iyileşeceğime kanaat getirmiştim, ne var ki, bunu istemiyordum. İyileşmek istemiyordum işte canım.  Çünkü Latif’e katlanamıyordum ve ne kötü ne de iyi olan evliliğimizin uyuşturucu etkisi olan alışkanlığında zaman ilerleyip duruyordu. Latif’in iş yerindeki şikayetlerine alışmıştım. Galiba yaşamdaki her şey kötü bir alışanlıktan ibaretti. Benim de bu alışkanlığımı bozacak, uyuşturucuyu bedenimden çekip alacak hiçbir dış etken yoktu.
Latif’i bir gün yorgun, omuzları daralmış gördüm. Kamburu çıkmıştı, saçları dökülmüş, kafatası pırıl pırıl parlıyordu aradan. Oysa her gün gözümün önündeydi.  Ne ara olmuştu bu değişim? Bej rengi pardüsesini değiştirmiş, yerine gri pardüse almıştı. Her zamanki koltuğumda otururken, onun tırs tırs diye ses çıkaran terlikleri, kulaklarımın tilki gibi dikilmesini sağladı. Ben bir tilki değildim, onun rap rap rap diye ses çıkaran terliklerinin sesi de nereye gitti diye şaşırdım, gözlerim açıldı. Keyifle geldi, sanıyordu ki gençliğindeki gibi yakışıklı, dik. Pardesüsünü poşetinden çıkarıp, üzerine giymiş, Fiyakayla bana döndü “nasıl?” dedi. İçimden, “valla Latif sen boku yemişsin” dedim.  Kamburu çıkmış, omuzlar daralmış, bacakları da tuhaf biçimde yamulmuş. “Heyy be heyy, nerde senin o çok övündüğün yakışıklılığın, prezentabl eleman.”  Çok hoşuma gitti tabii bu durum.  Latif’e cavap olarak, “tam emekli günlerinde giyebileceğin cinsten” dedim. Hiçbir şey demedi. Şimdi maç bir bir ilerliyordu sayın seyirciler.
Latif emekli oldu ve gri pardüsesi ile başladı market bültenleri cebinde dolaşmaya. İlk vazifesi hangi markette ne ucuzsa onu almaktı. Ben artık kadın programları yemek yarışmaları falan filandan gık demiştim. Hepsi burnumdan fışkırıyordu.
Hem artık ölmek istiyordum. Hızlı hızlı yaşamak için kurs aramaya başladım. Her geçirdiğim günün beş günlük hızda olmasını istiyordum. Yeteneğimden çok kullandığım malzemelerle beni hızla öldürecek bir kurs aradım. Ölmek ve yaşadığımı bilmemek istiyordum. Nerde olduğumu bilmeyip, belki uzay boşluğunda hoppidi zıppıdı zamanı geçirmek istiyordum. Orda zaman var mıydı, ne hızdaydı, ya da ne ağırlıktaydı. Hiçbir fikrim yoktu. Ölüp görecektim. Ama bende de intihar etme cesareti yoktu. Cesur değildim. Korkağın tekiydim. Neyle öldürecektim kendimi. Herkes cesur, atak, konuşkan, falan filandı. Ama ben de bunların hiç biri yoktu. Nasıl öldüreceğim ya diyordum kendi kendime, ama bunun cevabını da veremiyordum. Hem Latif bütün gün tepemdeydi. Bütün gün dip dibe yaşıyorduk. Kocam artık kaynanam olmuştu. Vıdı vıdı her şeye karışıyordu. “Bunu neden öyle yaptın, şunu neden böyle yaptın? Yaaa var ya sen de, sana kalsa bu ev batar haa, batar!” diyerek  gözümü korkuturken kendi egosunu pasta cilayla parlatıyordu. Bereket kaynanam yoktu, altı yedi sene önce ölmüştü. Ölünün arkasından konuşulmaz ama… ben de konuşmuyorum yazıyorum. Yoksa sağ olsaydı hafazanallah Latif’le bir olurlar, beni ikiye bölüp beşe katlarlardı. Yok canım bedenimi değil. O kadar aktif cani değiller, pasif sadistler.
Latif ve annesini düşünürken, Latif’in babası girdi araya. Matbaada çalışıyordu ve bütün o zehirli boyalar, baskı işleri nedeniyle dört çarpı on küsürlük zaman diliminde (46) bu alemden uzayıp gitmişti.
İşte o an, beynimde bir yıldız parladı “ben de baskı yapsam ya!” dedim. Bu yaştan sonra matbaada işçi olacak halim yoktu. Monobaskı yaparsam bir günü beş gün hızında yaşarım diye düşündüm. Vay bee beş yıldızlı yaşam dedikleri bu olsa gerek. Ve kursuna gittim.
Öyle güzel ki, ellerim bileklerime kadar boyalar içinde. Cildim daha fazla etkilensin diye ben dirseklerime kadar boyaları sıvıyorum. Hem de baskı yaparken, Latif’i düşünmüyorum. Eee kurs da bir yere kadar. Haftada üç gün. Yetmez bu kadar. Ben de evdeki küçük bir odayı boşaltıp, baskı odası haline getirdim. Latif’ten uzak, gönlüm şahane. Mis gibi boya kokuyor. Şöyle odaya girdiğimde ciğerime ciğerime çekiyorum kokuyu. Ohh miss. Maske de takmıyorum üstelik. Bundan alâsı düşünülür mü?
Latif bu durur mu? “Ben de kursa gidicem” dedi. Market bültenlerini de bıraktı zaten. Benim iştahım iyice kapandı. Hiçbir şey yemiyorum. Öğrenci işi neskafe yetiyor bana. Sigaraya da mı başlasam, ne yapsam? Başladığımdan beri epey bi kilo verdim. Geçen aynaya baktım, yüzüm de epey sararmış. Güzel bu.
Latif diyordum ya bıraktım onu da yine kendimi anlatmaya başladım. “Ben de kursa gidicem” dedi. “Ee git ne duruyorsun” dedim ağız ucuyla. “Ne kursuna gidicen?” falan diye hiççç sormadım. Bi baktım bir gün eve gelmiş, elinde bi ud.
Şimdi o da evin başka bir odasında udunu tıngırdatıp duruyor. Düşündüm de o zamanı yavaşlatmak istiyor gibi geldi. Ben yolcu, sen yolcu Latif.  Sen yolculuğu kamplumbağa hızında yapmak istiyorsun, ben jet hızında.
Yollarımız ayrı Latif’cim. Zaten baştan ayrıymış da, bizimkisi sadece alışkanlıkmış.
Hoşça kal Latif… 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...