Sabahattin
Ali’nin Kürk Mantolu Madonnası’nı uzun yıllardan sonra ikinci kez okumaya
başladım. Hani bugün biraz daha otursam roman bitecekti, ama galiba içten içe,
hemen de bitirmek istemedim. Sona saklanmış bir lokma tatlı gibi bıraktım son bölümleri.
Okurken
geçmişte altını çizdiğim satırlara merak ederek baktım, yıllar önceki farklı
ben’e baktım biraz da.
Anlatıcı
romana başlarken işten çıkarıldığını –bunun nedeninin tasarruf olarak
belirtildiğini, buna rağmen bir hafta sonra yerine başkasının alındığını
belirtiyor.-
Kısıtlı
parası olan biri için uzun sayılabilecek bir zaman diliminde -iki üç ay işssiz
kalıyor. Tesadüfen yolda bir arabada karşılaştığı okul arkadaşı sayesinde bir
kereste firmasında iş buluyor. Buluyor bulmasına ama, burada okul yıllarında
eşit düzeyde olan arkadaşıyla, iş, işsizlik konumuna düştüğünde bu eşitliğin de
bozulduğunu görüyoruz. “İnsanları kendi
cinslerinden biri üzerinde kudret ve selahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş
eden ne vardır?”
İşte bu
bölüm; anlatıcının işe girme süreci ve romana konu olacak Raif Efendi’yi
dikkatle okuyarak, iş yaşamı ve belki de yaşam hakkında teorik de olsa klavuz
olabilir iş yaşamına yeni gireceklere.
Raif Efendi
mütercim tercüman -iyi derecede Almanca bilmesine ve bütün tercümeleri yapmasına
rağmen, herkes onun Almanca bildiğinden bile şüphelenmektedirler! Gerek hâl ve hareketleri,
gerekse ağzından tek kelime yabancı bir cümle çıkmamıştır. Üstelik aşırı
derecede sessiz, sakin, pasif, hayata boşvermiş ve çok yumuşaklı başlı olması
yüzünden, iş yaşamında bir adım bile ileriye gidememiştir. Herkese bay bayan
diye hitap edildiği bir zamanda daha ziyade kırsal ve eğitimsiz kökenlilere
hitap şekli olan Efendi ile hitap edilmektedir.
Bu durum
aile yaşamında da paralellik göstermektedir. Ankara’nın çok dışında olan iki
katlı harap görünen sarı evinde, kayınbiraderleri, baldızı, karısı, dört
çocukla birlikte yaşar. Fakat Raif’in ve karısının yatak odaları bile bir
yatılı okul yatakhanesi gibidir. Daha sonra ise revire dönüşecektir.
Raif
öldükten sonra anlatıcının eline geçen kara kaplı kitaptan onun okul ve Almanya
günlerini okumaya başlıyoruz.
Şimdi
aklıma gelen diğer konu da Raif’in çocukken komşuları olan Fahriye’ye platonik aşık
olması, Ahmet Muhip Dranas’ın ünlü “Fahriye
Abla” şiirini bu romandan esinlenerek mi yazdı diye düşündüm ve netten Dranas’ın şiiri hangi sene yazdığını çözmeye
çalıştıysam da bir bilgiye ulaşamadım.
Bir süre Türkiye’deyken
de Sanayii Nefise Mektebine gidip, resimle ilgilenen Raif, Almanya’da sık sık
müzelere, sergileri dolaşır. –romanın ikinci
bölümünde- modern resimlerin sergilendiği bir sergiyi gezerken, Kürk Mantolu
Madonna resmine aşık olur. Bu, resimdeki
Maria Puder’in yüz ifadesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum ressam olan Maria Puder’in dikkatini
çekip, çoğu zaman onunla beraber resmi izlese de, Raif aşık olduğu kişiyi
görmez. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’yı Arpie Madonna’sından
etkilenerek tasvir ettiğini belirtiyor.
Arpie Madonna’da, diğer azizeler aşırı safiyane bir durum söz konusu değildir.
Maria’nın
resimde üzerindeki kürk mantonun, “yabani bir kedi kürkünden” olduğunu
belirtmesi, Sabahattin Ali’nin Maria’yı yabani bir kedi olarak sembolize
ettiğini görüyoruz.
Raif, Maria’nın
varlığını keşfettikten sonra cesaretini toplayarak evine kadar takip eder. Bu takibi
Maria fark eder fakat buna rağmen asla başını çevirip ardındakinin kimliğini
öğrenmeye kalkmaz. Bunun yerine ardındakinin kim olduğunu, onun adım atışından
çıkarmaya çalışır. Hızlı, ağır, mütereddit adımlar… böylelikle oyalanarak
tehlikeyi de savar ve eve kadar gelir. Bu oyundan da anlaşılacağı gibi Maria dirayetli
ve sıkı karakterlidir. Bir kadın kırılganlığından ve naifliğinde çok uzaktır. Maria’nın,
Raif’in onu takibinde, onun “yaşlı ve evli” bir adam olduğunu düşünmesi ise,
Raif’in gelecek yaşamına bir gönderme yapıyor yazar.
Raif kadın, Maria erkek kimliğindedir. Zıtlıklarında kendi eksikliklerini tamamlıyorlar.
Her ikisinde bir insanı, insanın içindeki kadın ve erkeklik hallerini,
bu zıtlığın birbirini tamamladığını, fakat bu tamamlamanın, tam bir tamlama
olmadığını romanın bütününde ve aşağıdaki alıntıdan anlaşılıyor. “İçimde boş kalan bir taraf bulunduğunu ve
bu boşluğun bana adeta maddi bir eziklik verdiğini hissediyorum. Bir şey
noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan
sonra, bir şey unuttuğunu farkederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu
bir türülü bulamıyarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet ümidini
kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insane
gibi üzüntülüydüm.”
Maria’nın
resmi çok sevdiği için meslek olarak yapmaz. Çünkü resimden para kazanmaya
kalkarsa, istediği resmi değil, istenilen resmi yapmak zorunda kalacaktır. Bunun
yerine sevmediği halde şarkı söyleyerek para kazanır. Bedenini enstürüman
olarak kullanır.
Şu paragraf
da çok hoşuma gitti:” Niçin ilk defa
gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde, ilk
rageldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyle öteye
geçiveriyoruz?”
Hakkaten ya,
neden?
Romandan uzaklaşacağım
ama konuya yakınlaşacağım. Neden televizyonlarda peynir mevzuu gibi bin tane
gurme programı varken, ne, nerede yenir, hangi et, hangi köfte nerede güzel
diye bin bir program yapılırken, dışardan çok sıradan, herkesin herkese
benzediği, ama çoğu kişinin bile kendisini tam da tanımadığı, çok farklı
halleri olduğu halde kendimizi tanıtan bir tane bile program yok?
Hiç bir
zaman insan kendisini çözemeyecek mi, yoksa çözdü de yüzleşmekten mi korkar, tv
lerde…
6 yorum:
Ne güzel yazmışsınız, unuttuğum satırları dizelerinizin de yardımıyla hatırladım.
Sevgiler...
Çok teşekkür ederim :) Sevgilerimle...
Anlatılan hikaye, Edremit havalisinde aynen değilse de buna yakın olarak gerçekleşmiş ve Sabahattin Ali tarafından romanlaştırılmıştır. Olayın kahramanlarının çocukları yıllar sonra Filiz Ali ile bir araya da geldiler.
Öyle mi, gerçekten çok şaşırdım ve üzücü...
Çok güzel bir yazı olmuş ellerinize sağlık. Bu sayede bende unuttuğum dizeleri tekrar hatırlamış oldum.
Çok teşekkür ederim, çok güzel ve değerli bir roman...
Yorum Gönder