26 Kasım 2012 Pazartesi

Erkek Kızlar




Bugünlerde okuduğum kitap ve izlediğim film, tesadüfen aynı konu üzerine kurgulanmış. İstesen ayarlayamazsın ya, aynen öyle.
Ben de şaşırdım bu tesadüfe tabii.
Reşat Ekrem Koçu'nun “Erkek Kızlar” isimli kitabını, elime almamla başladı herşey. Kitabı alıp da eve geldiğim süreç içersinde “hımmm konu ne olabilir ki? Erkek kızlarmış, acaba erkek gibi davranan ya da olmaya özenen gözü pek kızlar mı” diye düşündüm. Sakın gözü pek derken yanlış anlaşılmasın. Nazik falan değil anlamında kullanıyorum.
Eve gelip de ilk okuduğum hikaye İbrahim Voyvoda isimli olanıydı. Okudukça gözlerim büyüdü. Gene bir yanlış anlamayın diyeyim de, meseleye arka kapaktaki yazıdan alıntı yaparak devam edeyim.
Şöyle: ilk kez 1962'de yayınlanan Erkek Kızlar adlı kitabında Reşat Ekrem Koçu, kadının adeta var olmadığı, yaşamın neredeyse hiçbir alanında etkin olmadığı bir toplumda, tuhaf bir “kadınlık durumuna”, beklenmedik bir tarzda dikkat çekiyor.
Toplumsal yaşama katılmasına izin verilmeyen, fakat olayların katılmaya da zorladığı sıradan Osmanlı kadınları ne yapabilir?
İster Balkan coğrafyasında yaşayan sahte ismi İbrahim Voyvoda olan zengin Ağanın güzeller güzeli kızı, ister Arap emirinin güzel kızı Sitti Zühre'nin, Emir Talha ismini kullanarak erkek kılığına girmek zorunda kalması. İsterse Cerrahpaşa'da oturan, cerrah İsmail'e satılan deli Emine. Onun kim delirtmiş. Kendi kendine delirmez insan. Yaptırana bak derler ya, o hesap işte.
Kitabım henüz bitmedi devam ediyorum ama hepsinin ortak özellikleri çok zengin de olsalar, çok güzel de olsalar erkek kılığına girmek zorunda kalmaları ve ne acı ki, onları erkek kılığına girmek zorunda bırakan toplumun, onları sonra fahişe diye dışlamaları. Tabii ki sonları hiç iyi olmuyor. Genç yaşta ölüm. Ölüm ama ölümün de iyisi var kötüsü var. Eee adı böyle fahişeye çıkmışsa, yapılanlar karşısında bilenmiş onlar da cevap vermişlerse, günlerce süren işkence ile öldürüyorlar İbrahim Voyvoda'yı.
İşin içinde kaynana denen, kadının kurdu da var tabii. Boşuna dememişler, kaynanayı ne yapmalı, kaynar kazana atıp kaynatmalı? Siz hiç iyi kaynana gördünüz mü? Doğurduğu için kendi imalatı, malı olduğuna kanaat getiren kaynanalar, oğulcuklarını bi türlü paylaşamazlar. Her köfteye acı maydanoz olurlar. Olan tabii oğulcuklarına olur. Tabii kendilerine de.
Neyse kitap, Reşat Ekrem Koçu'nun dilbaz anlatımıyla harika ve hüzünlü bir şekilde geçiyor. Benden yüzyıllarca önce yaşamış hemcinslerimin ne ızdıraplar çektiğini okuyup duracağım.
Kimbilir benden yüzyıllar sonra da başka bir anlatıcı çıkacak ve günümüzde yaşanan kadın katliamlarını, şiddetini, işyerlerindeki mobbingleri, eşitsizlikleri anlatacaklar.
Acaba yüzyıllar sonra kadın eşit olacak mı? Hayır! Bunun için falcı olmaya gerek yok. Tarihe ve bugüne bak ne olacağını anlarsın.
Gelelim izlediğim filme. "Hizmetkar Albert Nobbs". 19 yy İrlanda'sında geçiyor. İsmi Albert ama o bir kadın. Hayatta yalnızdır Albert. Annesini, Albert doğar doğmaz, babası terk ettiği için ve kadın öldüğünden hayatta yalnız kalan Albert rahibe okuluna verilir ve bir süre sonra oradan ayrılır. İş aslanın ağzında. Hele bir kadının iş bulması çok zor. O da en sonunda ikinci el bir garson elbisesi satın alarak garson olur ve küçük bir otelde de uşak olarak hayatına devam eder.
Artık erkek kimliği üzerine öyle bir yapışır ki, istese de kadın gibi davranamaz. Üstelik bunu otelde çalışanlar ve patron da dahi hiç kimse anlamaz. Ta ki boya badana için otele gelen bir ustaya kadar. Yatacak yer yoktur ve patron ustayı Albert'ın odasında yatacağını söyler. Albert karşı çıksa da, hayır, imkansız.
Sonra ne olur biliyor musunuz, usta da erkek değil kadındır. Badanacı olan sarhoş kocasından kaçıp o da bu yola başvurmuştur. Ve evlenmiştir.
Albert onların evine gittiğinde, hayallerindeki gibi bir yuva görür. Mükemmeliyetçi Albert onlara o kadar özenir ki, otelde çalışan hizmetçi bir kızla evlenmeye karar verir. Ne ki kızın gönlü kazan dairesinde çalışan yakışıklı ve sorumsuz adamdadır. İkisi birlikte Albert'ı kullanırlar. Albert'ın şilin şilin biriktirdiği parayı sızdırmaya bakar kaloriferci erkek bozuntusu.
Ah dedim Albert'a ah. Neden bu kadar mükemmeliyetçisin ve kendine güvenin yok. Hayalini kurduğun tütüncü dükanını açma fikrini bir eş olmadan da hayata geçirebirilirsin. Yalnızlık mı? Yıllar içinde birini belki bulursun, belki bulamazsın. Neden bu kadar kendine güvensizsin?
Üstelik kadını da sevmiyordu. Sadece kafasında kurguladığı, tütüncü dükkanının üst katında, huzurlu bir yuva ve şablona uygun eş.
Neyse bu anlattıklarımı size film olarak izlemenizi öneririm. Çünkü bir kadının erkek olmak zorunda kalması ve sonra o kimlikten çıkamaması. Hep toplum dayatmaları.
Aynen Osmanlı'daki gibi.
Aslında yine yok mu, var. Yeşilçam'ın Şöför Nebahat filmini unuttunuz mu? Ya diğerleri? Gerçek yaşamda kamyon şöförü olan kocası ölünce kamyon şöförlüğü yapan kadınlar tabii erkekleşerek. Erkek dünyasında kadın olamazsınız.
Neyse bakalım, ne haller var yeryüzünde. Hep birbirimize hayatı zehredip duruyoruz. Saçma sapan ahlak kuralları yüzünden.
Ahlak da, ne ahlak ama ya!

24 Kasım 2012 Cumartesi

24 Kasım değil, 5 Ekim ve bütün öğretmenler dahil değil



Dünyada 5 Ekim tarihinde kutlanan öğretmenler günü, bizde de aynı tarihte kutlansaydı, bugün giyim ve şu, bu, o gibi vitrinlere, "öğretmenler gününe özel 24 tl ye düşürdük" -çok yaratıcı- yerine, ürünlerini 5 tl ye satarlar mıydı?
12 Eylül yönetimi tarafından, 1981 yılında Türkiye için oluşturulmuş 24 kasım tarihi, dünyayla aynı gün kutlansın bari de 5 tl lik mallarını 24 kasımda, 24 tl ye satmasın kapitalizm elemanları. El-aman... Üstelik hazır 12 Eylül dönemi sorgulanıyorken, onlar tarafından dayatılan bu gün kalksın.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım lütfen. Bilin ki baştan tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü kutlamıyorum. Her meslekte olduğu gibi, öğretmenin de iyisi, kötüsü var. Bütün öğretmenlerin öğretmenler gününü kutlarsam, iyilerle kötüleri aynı kefeye koymuş olurum ki, bu büyük haksızlık.
Tribünlere oynayıp da öğretmenim benim kutsalım, kanatsız meleğim falan edebiyatı da yapamayacağım. Kimseye kutsallık bahşedilmesin lütfen. Kimse kutsal falan değil. Sadece insan.
Kendi tecrübelerimi hatırlıyorum da, ohooo ne öğretmenler gördük, gördüm. İlkokul çocuklarını sıra dayağına çeken, gereksiz otorite yapan, ortaokul, lisede mesleğini dünyanın en önemli mesleği sanan, kurbağanın sindirim sitemini bi türlü ezberleyemeyen öğrencilerine, yarım not fazladan vermeyi çok gören, 15, 16 yaşında koskoca delikanlıyı ders sırasında koridora çıkarıp tekme tokat döven psikopatlar... Tek dersten ikmale bırakıp, babasının Almanya'dan getirmek zorunda kaldığı teyp sayesinde sınıf geçiren öğretmen de vardı.
Şimdi bu öğretmenler çok mu kutsal? Benim hayatımda hiç de önemi yok. Lütfen sizde kasmayın ve sevdiğiniz öğretmenlerin yanında sevmediklerinizden de bahsedin. Bahsedin ki, iyi öğretmenlere haksızlık yapmayalım. Onları diğerleriyle bir tutmayalım.
Sevdiklerim vardı tabii. Ama onlar bir elin parmaklarını bile geçmedi maalesef ki. Öğrencisiyle ilgilenen, sevmediği dersi sevmesi için elinden geleni yapan, yarım veya bir not puanı için hayatını karatmayan.
İyi öğretmenlerin günü kutlu olsun diyeyim de kapatayım artık yazıyı...

23 Kasım 2012 Cuma

Bilim adamının hastasıyım!



Otobüste yanıma oturan yaşlı adam şizofren ve efendiydi. Boşluğa bakıp sürekli birileriyle konuşuyordu. Konuşmaları normalim diye geçinen çoğu insandan daha normaldi. Onun boşluğa bakıp bir takım hayallerle konuşması, onu biz normallerden ayırıyordu!
Yağmur yağıyordu ve duyabildiğim kadarıyla bunca yıllık hayatında hiç şemsiye kullanmadığını söylerken, bir yandan da yüzüne bulaşmış yağmur sularının bir nimet, rahmet olduğunu bilircesine sıvazladı.
Birilerinden bahsetti sürekli. Bu onun kurgulamadığı, belki de o anda bilinçaltının hayallerinin kurgusunu izliyordu. Tesdüfe bakın ki, ben de İzmir Kısa Film Festivaline, Fransız Kültüre gidiyordum.
Yani, ben de başkasının hayalleri sayesinde oluşmuş filmleri izlemeye gidiyordum. Ne ki onun zihninin sineması, bir tek ona izlemesine müsaade ediyordu.
Fransız Kültür'ün oraya geldiğimde izin istedim ve indim.
Kimbilir daha ne filmler izliyor diye düşündüm. Beyninin kimyasalları mı, yoksa yaşadıkları mı onu bu hale getirmiş hiç bir fikrim yok gerçekten de.
Kısa film festivalinin başladığını netten öğrendiğimde çok sevindim. İlk girdiğim seans öğleden sonra 2 seansıydı. Saat 6 ya kadar durmaksızın izledik. Sürelerse 10 dakika ile maksimum 20 dakika arasında olan filmler. Filmlerin süresi kısa olmasına rağmen, konular acayip güzel ve derin işlenmiş. Sırf bu yüzden kafam kazan gibi oldu çıktığımda.
İlk gün izlediğim filmler arasında en etkilendiğim, bilim adamları tarafından kapalı, kapalı olduğu kadar camı, penceresi olmayan rutubet ve pislik içindeki gorilin bilim adamlarına ve insanlık için masalına kurban edilmesiydi.
Nasıl üzüldüm anlatamam. Koskoca gorili dört duvar, hiç hareket edemeyeceği bir yere kapatmışlar. Goril o kadar mutsuz ki, bunu mimiklerinden ve hareketlerinden anlayabiliyorsunuz. Sanırım gorilin benzerini yapmışlar ve o şekilde bize aktarıyorlar. Eğer o goril anlatım için gerçekten kullandılarsa, burdan onlara saydırıyorum.
Dişsiz, pis pis sırıtıp duran, adi kılıklı bir bakıcısı var. Bilim adamı denen pislik de sürekli deneyler yapıyor. Gorili çiftleşme yapmadan kopyalama yöntemiyle hamile bırakıyorlar. O kötü şartlarda doğuran goril, yavrusuna sahip çıkıyor. Bilim adamı ve bakıcısı geldiğinde yavrusunu kucağına alıp onlardan korumaya çalışıyor. Fakat bakıyor ki, koruyamayacak, bu bilim adamı denen yaratıklardan kurtaramayacak, kendisi gibi yaşam sürmesini istemediği için, yavrusunu öldürüyor.
Bu film hakikaten beni etkildedi.
Sonra dedim ki kendime, bu bilim adamları ne işe yarıyor, ha? Hangi hastalığa çare oldular? Kanserin, aidsin çaresini mi buldular? Ya da başka ölümcül hastalıkların.
Beni şimdi çağdışı ilan edenleriniz olabilir. Burdan çok acayip umurumda olduğunu bildireyim. Bilim ancak hastalıkları teşhis ediyor. Eee sonra? Bu hastalıkla yaşayacaksın koçum. Al bak ilacı da bu, ancak hastalığını bastırabilirsin!
Kanseri ve onun gibi ölümcül hastalıkları tedavi edemedin, otobüsteki yaşlı adam gibi olanları da tedavi edemiyorsun. O da şizofren bir şekilde ömrünü tamamlayacak.
Ee sonra, sonra ne oluyor? Hastalıkları teşhis ediyorsunuz. Aman ne önemli. Ben ya da sen, şimdi bilmem ne hastalığından öleceğini biliyorsun. Vayyy süper!
İnsanları öyle bir hale getiriyorsunuz ki, yaşadıkları hayat sayesinde sürekli hasta oluyorlar.
Plaza insanı denen farklı bir insan türü ortaya çıkardınız. Cam kaplı kafeslere kapatıp, cilalayıp pekala sanallaştırdınız. Kendi aralarında başka dil konuşup, ipotekli ipotekli hayatlarını geçiriyorlar.
Peki milyonlarca aç insan var, onları bile bile açlığa mahkum ediyorsunuz.
Haaa bakın şimdi bilim insanının hakkını yiyemem. Kısırlığa bal gibi çözüm ürettiler. Kısırlık diye bir şey kalmadı sayelerinde. Olmadı mı? Daya aşılamayı, olsun sana ikiz, üçüz bebek.
Hayır belki kısırlık da doğal seleksiyon. Belki bu insanların yaşaması gereken bi durum bu. İlla bebek mi istiyorsun? Git o zaman çocuk yuvalarındaki sahipsiz bebekleri sahiplen, ana baba ol. İlla kendi kanından mı olcak? Kendi kanından olunca n'oluyor? Çok mu hayırlı oluyor anlamıyorum ki?
Bi dışarıya çıkıyorum özellikle de semt pazarında, bi yığın bastonlu yaşlı ihtiyar insanlar zorlukla, titreye titreye bir iki poşet taşıyorlar. Kendilerinin doğurduğu hayırlı evlatlar sayesinde! Çoğu ana babasının kapısını bile çalmıyor.
Ama bebek evlat edinmek istiyorum deyip de, Seren Gerengil gibi Hollywood çakmalığı yapanlar da çıkan sapsalak insanlar da var.
Boyası zehirli, insanı daraltan, kişiliksizleştiren çakma marka ürünler gibi aynen.
Ne diyeyim, bilim insanına da, çakmasına da...

19 Kasım 2012 Pazartesi

AZ / Hakan Günday



Derdâ ve Derda... aynı yaşta; biri kız, diğeri oğlan çocuğu...
Korucu kızı Derdâ. Ve hapisteki gaspçının oğlu Derda'nın, evlerinin yanındaki mezarlıkta para kazanıp yaşamaya çalışması... Annesi göz kanserinden ölen, annesinin ölüsünü ne yapacağını bilemeyen, Fevzi gibi olmak istemediği için, yatılı okula gönderilmek istemeyen Derda'nın yaşamda kalma savaşı. Ama ne savaş...
Derda ne demekmiş biliyor musunuz? Bir manası; dertli, sıkıntılı, tasalı. Nasıl da bu iki çocuğun yaşamına uyuyor bu isim.
Ve diğer anlamı yani aşk dilinde manası ışık, keramet, mucize...
Ve romanın sonunda bu mucize nasıl gerçekleşiyor.
Dert mi istiyorsunuz? Dibine kadar! Tasa mı? Tasanın ne olduğunu göreceksiniz. Zaten kapak tasarımına baktığınızda normal görünen insanların, içlerinin kara hali ve dolayısıyla toplumun karanlık yüzünü ve yeraltını anlatıyor.
Yatılı okulun acımasızlığını. 23 yaşında intihar eden, cinsel şiddete, çaresizliğe dayanamayan öğretmen Yeşim.
6 yaşında yatılı okula yolu düşen, ilk gecede tavandaki yarığı böcek sanan, ağzının içine düşeceğinden korkan, korkusundan ranzadan düşüp öylece birdenbire ölüveren kız çocuğu. İngiltere'deki uyuşturucu satıcısı Kara T.nin kızkardeşi. Sebep Derdâ mı?
Derdâ'nın Derda ile mezarlıkta karşılaşması. Tam 40 yıl birbirlerine çok uzaklarda birbirlerine hazırlanmaları.
Önce Derdâ'yı anlatmış yazar. 11 yaşında tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı. Tam beş yıl boyunca İngiltere'de bir apartmanda hapis hayatı yaşamasını ve kocasının şiddetini...
Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti. A'dan Z'ye şiddet, dilin ve yazını şiddeti.
Bu kadar çok tesadüf bu kadar çok olay, bu kadar fazla karanlık. Bu kadarı yeter dedim, bu kadar olamaz artık. Ama sonra düşününce, yeraltı hepsini barındırıyor. İşkenceyi, cinselliği, fuhuşu, açlığı, acımasızlığı, sevgisizliği, tarikatları, uyuşturucuyu, korsan işleri, tetikçiliği...
Bütün bunların hepsi ne için? Bu çocuklara, insanlara zulmetmek ne için? Sadece para kazanmak için mi, yoksa ruhlarının karanlıkları fazla olan insanların bütün bunları bahane edip, insanlar üzerinde güçlerini kullanıp, onlara içlerinden taşan zapdedilmez şiddeti uygulamak için mi?
Beş yıl sonra tarikat şeyhinin evinden kaçıp kurtulan Derdâ'nın fuhuşa, eroine alışması. Eroinman olması. Rehabilitasyon merkezinden emekli hemşire Anne sayesinde kurtulması, Anne'ın Derdâ'ya gerçekten annelik etmesi.
Derdâ'nın edebiyat sayesinde kendini kurtarması.
Sonra ikinci bölüm. Derda. Mezarlık çocuğu Derda. Artık Derdâ'yı okuduktan sonra bu mezarlık çocuğunun hayatın Derdâ kadar olamaz dedim. Bu kadar şiddet görmez. Yanılmışım. Bir insan hele bir çocuk bütün bunları yaşayabilir mi? Açlık, sefalet değil. Ondan daha öte. Derda'yı da okuma yazma bilmediği halde edebiyatın kurtarması. Hem de kim biliyor musunuz? Oğuz Atay'ın. O kadar derdinin içinde sadece okumayı öğrenen çocuğun, girdiği korsan işinde üniversite öğrencisi Saruhan'la tanışıp ondan kahvede 5 çay ısmarlama karşılığında okumayı öğrenmesi. Saruhan'ın Tutunamayanlar romanını Derda'ya vermesinden sonra, yalnız yaşayan çocuğun Oğuz Atay'ın baba olması belki. Oğuz Atay'ın döneminde anlaşılmamış olmasına içerleyen Derda'nın yaptıkları.
Ve İngiltere'de yaşayan hemşire Anne ile Oğuz Atay'ın yollarının 1978 de hastanede kesişmesi. Oğuz Atay'ın başının ağrısını, “başım Ağrı Dağı” diye ifade etmesi.
Anne'nin mezarlık bekçisi Derda ile Oğuz Atay'ın mezarında yıllar sonra karşılaşması. Aslında Derda'nın "korkuyu beklerken," korkudan, Anne sayesinde uzaklaşması ve Oğuz Atay'ın mezarını yıllarca hergün temizlemesi, çiçek ekmesi. Oğuz Atay'ın mezarının ona dert ortağı olması, Ama Oğuz Atay olduğunu bilmeden.
Yıllar sonra 40 yaşında karşılaşan hayatları bambaşka şekil almış bu iki insanın yine Oğuz Atay'ın mezarında karşılşamaları. Derdâ'nın Derda'ya yazdığı mektubun son paragrafı: Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim. Seni az tanıyorum... Az...
sende fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfebe var. o alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Seninle benim gibi...
Yazar aynı isimle iki farklı cinsiyete sahip karakterleri küçük yaşta yalnız, sahipsiz kalmış çocuklara neler olabileceğini hatta olduğunu anlatmış gibi düşündüm. Bunca pisliği aşıp mutlu sonla bitmesi oldukça ütopik olması ise; çocuklar için böyle bir dünyayı reva görmediğini, yazıyla da olsa çekip kurtarmayı dilediğini hissettim.

15 Kasım 2012 Perşembe

Yürüyüş günlerimiz


Ben artık değiştim. Hem de çok. Yaz mevsimini ve güneşi taparcasına seven ben gitti, yerine sonbaharı, rüzgarı, ve hatta kış ayazını seven başka biri geldi. Güneş artık gitsin, güneş artık gitsin, diye hergün dua etmeye başladım. Sonunda nihayet gitti. Gerçi kış güneşi İzmir'de hiçbir zaman gitmez ama olsun.
Kış mevsiminin kısa günleri de seviyorum. O kısa günleri dolduracak o kadar çok şey buluyorum ki. Yaz mevsiminde yapamadığım kadar. O uzun, upuzun günlerde evet hiç bir şey yapamıyordum. Çünkü güneş bizi bayıltıyor, sürekli uyku hali bünyeye yerleşiyor. 
Sonbaharda yapılacak çok şey arasında benim için yürüyüş de başladı. Hem de kilometreleri ardımızda bıraka bıraka ne kadar çok yürüyoruz. 
Bari yürüyoruz, fotoğraf makinasını yanıma alayım da, enteresan şeyleri çekeyim diye düşündüm. Öncelikle yüksek yüksek tepelerde oturan bizim, yürüyüş parkuru şu aşağıdaki merdivenlerden inerek başlıyor. Ve yan taraftaki evi de nasıl yapmışlarsa yapmışlar, sarmaşık bitkisiyle kaplamışlar. Karşısında Tarihi Asansör var ve manzaraları da ağaçlara bakıyor.

 Veee Mustafa Kemal Sahil Bulvarı... Deniz kenarından yürümek çok şahane oluyor. En azından egzos kokularından çok iyot kokusu çekiyoruz. Denize bakmak da insana iyi gelirmiş ya, geliyor. Eskiden iç tarafta yürüdüğümde, içime fenalık çökerdi. Hiç sevmiyordum ve belki de bu yürüyüşler en fazla 15 gün sürerdi. 


Burada o kadar çok balık tutan var ki. Fakat anlamıyorum Körfez temizlendiyse de buradan balık yiyecek kadar değil. Birazdan aşağıda nedenini görecekseniz. Tamam eskiden Körfezde canlı yoktu, berbat derecede kirliydi ama şimdi de balık yemek de nesi? İnsan sağlığını bu kadar tehlikeye atar mı? Lütfen bana n'apsınlar demeyin. Sonradan öğrendim ki meğerse bu balıkları da zaten onlar yemiyorlarmış. Şu aşağıdaki kara lekeleri görüyor musunuz? Bütün sahil boyunca bunlar var. bu kara lekeler, buradaki amatör balıkçıların yüz karası. 

 İşte gördünüz mü kirliliği? Adeta deniz masmavi! Tabii sadece, pet şişelerin maviliklerinden kaynaklanıyor.




Masmavi temiz denizden aşağıda gördüğünüz balığı tutuyorlar. Mürekkep balığı. Fakat ondan önce bir başka tür mürekkep balığını henüz tutulmuşken gördüm ve tutan balıkçıya bu siyahlıkların o balıklardan mı çıktığını sorduğumda, "evet" cevabını aldım. Bunları yiyor musunuz diye sorduğumdaysa "biz bunları lüks restoranlara satıyoruz. Onlar da kalamarla karıştırıp, kalamar diye millete yediriyorlar" dedi. "Helal olsun" dedim. Ama onun tuttuğu mürekkep balığının rengi "kirli yosun yeşili" gibiydi. Denizden hemen çıktığı için can çekişiyordu ve ona daha fazla bakıp, bi de üstelik fotoğrafını çekmeye içim el vermedi. Eskiden Hatemi kardeşlerden biri, o ağır konuşmasıyla "olta balığını yemeyin, yazık hayvan olta iğnesinden dolayı çok acı çekiyor" diiyordu ve ben de adamın konuşmasından dolayı mıdır nedir, biraz gülüyordum. Daha sonra düşününce adamın ne kadar haklı olduğunu düşündüm. Olta balıkçılığını hele zevk için yapanlara ifrit oluyorum. Zaten et benden mümkün olduğunca uzak olsun, ben yemeyeyim istiyorum. Fakat aylardır yemediğim zaman da insan genetiğimdeki canavarlık su üstüne çıkıyor ve et istiyorum. Offf nereler geldim. Oysa yürüyüş henüz bitmedi. 




Şu güvercinleri görüyor musunuz? Ne güzeller. Hayatta sadece insan canlısı olsaydı, hayat benim için çekilmez olurdu. Son zamanlarda bir ülkenin medeniyetini ölçmenin en basit yolunun, hayvanlar insanlardan kaçmıyorsa bu ülkede iş var abi, diye düşünüyorum. Düşünüyorum da ne olacak? Bu ülkede kedi, köpekler insan görünce deli gibi kaçıyorlar. Medeniyet durumunu bilsen n'olcak, bilmesen n'olcak? Sanki başka ölçü yokmuş, sanki durum ortada değilmiş gibi.



Neyse biz şu karşıki dağlara bakalım. Şu karşıki dağlar var ya orası Balçova dağı. Eskiden orada teleferik vardı. Birkaç kere de çıkmışlığım vardı. Manzarası da çok güzeldir. Belediye orayı daha güzel işleteceğine, zarttt diye kapattı. Biz de şimdi öyle bakıyoruz sadece.

Tam çöplerin içinden balık tutmanın zevki de bir başka oluyor olmalı.:)


Burası da Karşıyaka. Fanatiklerinin plakasını 35/5 olarak tanımladığı yer. Karşıyakalılar kendilerini İzmirli olarak tanımlamazlar. Nerelisin diye sorulduğunda Karşıyakalıyız, Kemeraltı'na gelmek için yola çıksalar, İzmir'e gidiyoruz diye cevap verirler. Ve iflah olmaz bi Göztepespor, Karşıyakaspor rekabeti vardır. 

 Şu karabatağı o kadar çok zor çektim ki. Eleman zıpkın gibi dalıyor ve ağzında balıkla çıkıyor. Balığı da yalamadan yutuyor. Balık kesin kursağında oynayıp duruyordur.:) 




Güzelyalı üstgeçidi ve Güzelyalı iskelesi. Burada o kadar yürüyen var ki, sonunda kendi gezici esnafını üretmiş vaziyette. Yürüyenlere su, oturanlara çekirdek, çocuklara şeker falan satıyorlar. 



Burası da kilometreleri geride bıraktıktan sonra oturup mola verdiğimiz yer. Nerde trak Orda bırak. :) Tabii sonra devam edebilmek için. 



Aşağıda karşıda gördüğünüz yeşil tepe ise, GözTepe. Devamı Hatay semti. Eskiden bu kadar fazla değildi apartmanlar. Mekan, mekan, mekan. Her yer mekan doldu...

11 Kasım 2012 Pazar

Masum değiliz hiçbirimiz




Ağaoğlu son reklamı ile katrana bulanıp üzerine de haddinin sınırı olmadığının tüyünü dikti.
Biz ne yaptık peki? Hepimiz sosyal medyada köpürdük tabii. Maslak'ta sekiz yüz küsür ağacın kesildiği söyleniyor.
Hiç köpürmeyin!
Bu adamı yaratan sen, ben, o hepimiziz. Maslak 1453 projesine gelene kadar, adam o kadar çok site yapmış ki. Siteleri hakkında hiç bir bilgim yoktu.
Google a bu adam şimdiye kadar kaç site yapmış diye sorunca; zenginin parası züğürdün çenesini yorar hesabı, “ağaoğlu'nun kaç tane arabası var? “ağaoğlu'nun kaç parası var?” ağaoğlu'nun kaç çocuğu var? “ağaoğlu'nun kaç saati var?” soruları birer birer düştü.
Kaç sitesi olduğunu kendi sitesine girdiğimde öğrendim. Adam İstanbul'un içine dikey dikey etmiş resmen. Ataşehir, Ümraniye, Altunizade, Samandra, Çengelköy, Ispartakule, Güneşli bunlardan bir kaçı. Bazıları konut bazıları otel ve ofis olarak yapılmış.
Hepsinin de ismi my country, my city, my town bla bla bla bla olarak geçiyor.
Bu kadar konut az değil. Kim dolduruyor bunları?
Daha proje halindeyken maket evleri gözlerinden kanlı gözyaşları döke döke alanlar kim?
Sonra biz “mayyyyy kooaannnntrrryyyy de oturuyoazzzz” diye oturmayanların üzerinde ezikleme ve kalitesinin oturduğu yer kadar olduğunu düşünen çapsızlar kimler?
Sitenin bahçesinde toplandık, site güvenliği üstü başı dökükleri içeri almaz, biz çok korunaklıyız diyenler kim?
Peki bugün facede ya da twitterda birine bedava ev veriyorum dese, çok az insan bunu elinin tersiyle itmez mi?
Şimdi ben böyle yazıyorum diye Ağaoğlu denen sonradan görmeliği üzerinden akan adamı koruduğum düşünülmesin.
Dünya kadar konutları kim dolduruyor ve düşünceleri nedir onu merak ediyorum.
Ve Maslak 1453 evleri için bayıla bayıla satın alacak olanları ve olmayan kalitelerini maddi değerleri ile var etmeye çalışan zavallılar, yine kanlı gözyaşlarını dökerek o evleri satın alacaklar. Maslak'taki kesilen ormanların içinde poz poz fotoğraflarını çekip facede yayınlayarak değerlerini ev, araba ile ölçen maaayyyy coooaannntttrrryy sakinleri!
Adam da anıra anıra kahkaha atmaya, İstanbul'u katletmeye doyamayacak.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Sidarta - Herman Hesse




Aslında bu kitap, Hintli Sidarta’nın arayış öyküsü görünse de, kitabı okuyan herkes onunla birlikte heyecanla kendi arayışını sürdürecektir.
Belki okumayanlar dahi bu arayışları mutlaka yapmışlardır.
nedenlerin tükendiği sonu kolluyordu, acılardan ölümsüz kurtuluşun doğumunu kolluyordu. Duyularını sindirip ezdi, hafızasını yok etti, kendi Ben’inden sıyrılıp binbir yabancı görünümüne girdi, hayvan oldu, hayvanın ölüsü oldu, taş oldu, su oldu, ancak hep kendine dönüyordu, güneş yine ışıyordu, ay yine ay’dı, Ben yine Ben, çıkmaz dolaptan çıkış yoktu, açlığı duyuyor, açlığı yeniyordu, açlığı yeniden duyuyordu.
Belki bin kez Ben’liğini bıraktı, bıraktığı yerden başlayıp ben’siz Ben’liksiz yaşadı, yürümediği yol, öğrenmediği yöntem kalmadı, ancak Ben’den çıkıp giden tüm yollar sonunda yine Ben’e varıyor, Ben’de kavuşuyordu. Sidarta Ben’den kaçmayı, yoklukta, hayvan olup hayvan ruhunda, taş olup taşın özünde yaşamayı belki bin kez başardıysa da geriye dönüşten kaçamıyordu, çıkmaz dolabın sancılarından, güneş ışığından, ay ışığından, gölgeyi görmek, yağmuru duymaktan, duyulardan kurtulamıyordu, yine Sidarta idi, yine Ben’di.
Sidarta kendisini, Ben’liğini arama yolunda bilgelerin rehberliklerine önem veriyor, sonrasında arayışlarını tamamlamış Buda’ya rastlıyor. Onun öğretilerine inanıyor fakat bu Sidarta’ya yeterli gelmiyor. Her insanın Ben’liğini bulmasının kendi öğretileri ve yaşamı sayesinde olacağına inanıyor…
Her şeyin zıddı ile varolduğu gerçeğinin farkına varıyor. Artı eksi kutupların enerjiyi yaratması gibi; iyilik ve kötülüğün de birbiri içersinde, birbirini tamamladığını farkına varıyor.
Ruhumuzun kapsülü olan bedenimizin yok olana kadar, ruhu geliştirmek için sürekli öğrenmek gerektiğini, bunun da insanın bilincini geliştirmesine yol açtığını anlıyor-uz.
Yaşamın acılarını bu bağlamda değerlendiriyor, Sidarta. Sevinçleri mutluluğu, ne kadar seviyorsa, acılarını da aynı oranda seviyor. Çünkü o acılar onun ilerlemesini, bilinç düzeyini yukarlara taşımasına sebep oluyor.
Sevgi ise Ben’liğini arayışında ona en önemli bir rehber oluyor.
Hiç kimse öğretilenleri öğrenerek kurtuluşa eremez; hiç kimseye sayın Gotama, aydınlığa erdiğin saatte aklında ve ruhunda neler yaşadığını, hiç kimse sözcüklerle öğrettiklerinde öğretemez, anlamazsın!
Sidarta öğretilere değer verirken, onlara körü körüne inanıp saplanmıyor. Kendi gözlemlerini katmazsa, diğerlerini asla göremeyeceğini anlıyor.
Bana ne Yoga-Veda, ne de Atarva_Veda bir şeyler öğretebilir, bana ne dervişler, ne de başka öğretiler yol gösterebilir. Kendimde öğreneneceğim, kendimin öğrencisi olup kendimi, Sidarta esrarını tanımam gerek.
“… hiçbir yere gitmiyorum. Sadece yoldayım, o kadar. HAÇ, GÖÇ YOLUNDAYIM.”
Görüntülerin çarkı çabuk dönüyor.”
“… şimdi, şu anda olmak, varlığı hep akıp giden şimdiki an’larda bulmak duygusu tüm benilğini kaplıyordu, öncesiz ve sonrasız olmak duygusunu tadıyordu. Yaşamın yok edilmezliğini, şimdiki an’ın ölmezliğini öncesiz ve sonrasızluığı şimdi şu anda her zamankinden daha derin, daha içten yaşıyordu.
Yazıya başlarken de bahsettiğim gibi bu öyküde Sidarta’yla birlikte kendinizi arayacağınız ve belki de bulacağınız belki de henüz yola bile çıkmamaış olduğunuzu düşündürecek.

Öl ve Ol! İşte bunu bilmiyorsan zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde.
Eflâtun





6 Kasım 2012 Salı

Ceza - Türk Marşı


Ceza - Türk Marşı (Turkish March)
Ceza'nın son klibini dün gece Cnn Türk de izledim. Ve ne diyebilirim ki, yaratıcılığını sonuna kadar konuşturmuş. Bir kere Türk Marşını, rap müziğe çevirmek başlı başına bir yaratıcılık. Peki yorumlaması. Tek kelimeyle harika. Ben bunu izlerken Cüneyt Özdemir, Gürel Aykal'a nasıl bulduğunu sordu. O da aslında Ceza'yı tanımadığını ama Cüneyt Özdemir sayesinde tanıdığını ve başarılı olduğunu da söyledi. Nedir bu kendisini küçük dağları ben yarattım havaları bilmem ki? Hem halkın klasik müziği sevmediğinden yakınırlar, hem de halka tepeden bakmayı kendilerine vazife edinirler. Valla sen müzisyen olup da, bu kadar başarılı bir rapçiyi tanımıyorsan senin ayıbın. Ha tanıyor da, tanımamazlıktan geliyorsan bu daha da büyük ayıp. Ceza'nın bu durumla ilgili bile şarkı yapabileceğini düşünüyorum. Evlerinde steril müzisyenler. Oysa ki sokağın sesi vardır, ses oradan gelir ve müzisyenler de oradan beslenip yaratımlarını gerçekleştirirler. Devlet sanatçısı ile sokak sanatı arasındaki fark da burada olsa gerek. İstiklal'i İstiklal yapan nedir? En büyük etken, müzisyenleridir. Karadenizlisi de, Afrikalısı da, Kızılderilisi de, Balkanı da hepsi birlikte yan yana müziklerini yaparlar. Şu naftalinli elit hallerden çıksam diyorum. Bunu sadece sen ve senin gibi sanatçılar için söylüyorum. Buyrun Ceza'nın şarkı sözlerine... Ya bir öne gel ya bir geri git ya da bana bırak hadi bu nasıl bir beat, Bir gün kralsın, bir gün varsın, bir gün yoksun, bazen tok, Bu nasıl bir gün, bu yeni bir gün ve de bana neşe verebilecek bir gün, Her gün tekrar doğdum, bazen soğudum, kaçtım kendimden, Birden fazla yorucu olur, dertler artar sorunu bulun, Kimler çözmüş ki bu sorunu, bizler bulsak da bu soruyu, Göremiyoruz, çözemiyoruz, bir ileri iki geri yürüyoruz hep, Kimler gelmiş geçmiş sırlar var hep hiç çözülemeyen, Dünden kalmış ne var acaba, çok tebrikler bulup alana, Tam bir yapboz hayat acımaz, yoktur diyen bunu nasıl göremez, Tabi göremez, bakamadı hiç, kafasını çevirip o yere gömer hep, Birden fazla bundan varsa artık yandı hep, İnsanlar insanlıktan çıkmış bazen gördüm gerçekten, Sen yok zannetsen de gerçek böyle her yerde, Haykırsan, inletsen de asla duymaz hiç kimse, Hep anlatsan, zannetmem ben duysun kimse bir yerde, Peri beni nerelere götürüyor, veremedim ara bile, Bana bunu getiriyor, geri geri gidiyorum arada bir sıkılınca, Adım atamadım, ara tara hadi beni gelip al. Dere tepe koşuyorum ara sıra sıkılıp, elime de bir kalem alıp aşıyorum tepe dere, Deli gibi yürüyorum gece gece, kapa çene hadi bunu hece hece edip gelip al, Neyi bilemedik acaba ve neyi göremedik, adım atamadık, elimize de ne geçmiş Nerelere gelemedik acaba ve nereleri göremedik ve yanına varamadık hiç, Biri bana desin hadi bunun sonu nerelere varır , Neyin sonu bunu bana soruyorsun, ama derin düşünenin külü kalır geri meri geri kalan iyi Değirmeni çevirmeli mi hadi bir de bunu başa alıp okuyalım ya da bunu boşa koyup okutalım bu ne fayda Hele bir de olu kesenlere bir yol açın atı bile yarım adım ileride yürüyor, Kutu gibi dolu kafa beni deli ediyor ve sonu bile bile, geri adım atamadığımız uçuruma gidiyorsak, Aman uzak olun geri durun yasak olan şeyler çok olur.

4 Kasım 2012 Pazar

Kaplanlarımız onlar


Televizyonlarda yayınlanan yöresel yemek tarifi içeren yemek programlarını izlemeyi seviyorum. İlgim; değişik kültürleri ve değişik yemeklere ilgi duymaktan kaynaklanıyor. 
Öyle güzel yöresel yemekler var ki insana ilham kaynağı oluyor. 
Bu programı yapan iki kanal var Türkiye'de.
Bir evi seçmeden önceki başlıca kriterleri sanıyorum mutfağın geniş olması. Çünkü kamera sunucu ve yemek yapan kişi düşünüldüğünde rahat hareket etmeleri gerekiyor.
Buraya kadar her şey tamam sayılır.
Anadolu'yu gezdikleri için bu çok da sorun olmuyor. Anadolu'daki evlerin arsa fiyatları büyük şehirlerle kıyaslandığında ucuz olduğundan, mutfakları da oldukça geniş oluyor. 
Fakat bir kanal var ki, sürekli lüks evlere gidiyor. bir, iki, üç... durum hiç değişmiyor. Lüks ev dediysem, sakın apartman dairesi falan diye düşünmeyin. Bunlar çoğunlukla aşırı derecede büyük villa. Mutfaklar kilerli ve oldukça büyük. 
Son kez izlediğim Adana'daki evin daha doğrusu malikanenin sahibi, aşırı derecede para zengini olduğundan, "kroluğun vur dibine usta" misali acaip büyük bir ev yapmış. İçinde spa merkezi ve saunasına kadar var. Bir ara ben yanlış program mı izliyorum, yoksa burası butik otel tanıtımı falan mı diye düşünmedim değil. Evin sahibi kadın, duvara hamam taslarını çerçeveletmiş, bu çok özel ve süper iğrenç hareketini sıradışılık olarak nitelendiriyor ve bunu neden yaptırdım buraya? Elbette spa merkezimiz var ya aşağıda, ayrıca havuz da var.
Bunlar var da, işe yaramış mı diye sorarsan, abla 3G teknolojisini bedene taşımış, hepsi birbirine karışmış vaziyette.
Biraz önce para zengini diye bir cümle geçirdim yukarda. Başka ne zengini olur ki, diye de düşünenler olabilir. Kültür zenginliği, dil zenginliği, insan zenginliği gibi şeyler de var.
Neyse ben nereye geleceğim. bu kanal neden sürekli bu mutfaklara gidiyor, bu tür evlerin yatak odasını, banyosunu, bir evin en mahrem yerlerini ne diye gösteriyor ki diye düşündüm.
Anladım ki, aslında bu kanal anadolu'daki yöresel yemek tanıtımı yapmıyor. Bunun derdi sadece Anadolu Kaplanı denen, her ne halt meslekleri varsa bunların sayesinde Anadolu'nun ne kadar zenginleştiğini göstermek.
Anadolu'da eskiden hiç bir şey yoktu. Bakın ülke artık ne kadar gelişti, büyüdü. Ne kadar zengin evleri var. Çek, çek bitmiyor dedirtmeye çalışıyor ve insanlara bu durumu özendiriyor. Tabii o malikaneler o hale gelinceye kadar binlerce kişi sömürülmüş, hakkı gasp edilmiştir. ne gam!
Peki belgesel programlarda, o gittikleri kaplanların köylerini de görüyoruz. İnsanların hangi şartlar altında, nasıl fakirlik içinde yaşadıklarını. Her şeyin nasıl yok, yok, yok olduğunu.
Mahrumiyet içinde olduklarını.
İşte medya denen holdingler, bi ton iş yapınca, kendi cukkalarının devamını sağlamak için, yemek programını bile hükümet lehine propoganda programına çevirmekte bir beis görmüyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...