28 Temmuz 2013 Pazar

Temiz Aile Kasabı

-Ahmet Arif Eken.blogspot.com-

Son zamanlarda bir çok insanın, şehri terk edip bir köyde, tek katlı müstakil bir evde yaşama isteğiyle dolu olduğunu gözlemliyorum. Şehrin karmaşası, trafik, kuralsızlıklar, insanların bencilliği, magandalığı, yasaların sözde var ama olmadığı durumlar insanı çaresiz bırakıyor.
Şehir, şehir nereye kadar. Ne verdi sana bu şehir? İyi bir eğitim imkanı almak mı? Evet, belki iyi bir okulda, üniversitede okumuş olabilirsin ve hatta iş yaşamında çok zor ya da karşılığında kendinden büyük fedakarlıklarda bulunarak büyük başarılar (neyse) elde etmiş olabilirsin.
Eeee? Sonuç ne oluyor?
Yaşamadığın sadece nefes aldığın yıllar. Sonra bütün o en yenisinden her şeye sahip olduktan sonra bir tatminsizliktir almış başını gidiyor.
İş yaşamında büyük başarılar elde etmedin belki çoğunluk gibi. Sıradan bir işte, sıradan bir şekilde emekli oldun. Ne yapıyorsun şehirde?
Şöyle bir durum da var ki; Türkiye toplumu bireysel değil cemaat toplumu olduğundan bir zamanlar “Bizimkiler” dizisinde olduğu gibi bütün arızalar birbirini bulur halde apartmanlarda komşuluk adı altında birbirini bir kıskanmadır, sidik yarışıdır almış başını gidiyor. Muhatab olmadığın boktan bir karakter sinirini epey bozuyor. 
Temiz aile kasabı...
M.Ö (market öncesi) zamanlarda Aile Kasapları vardı yaşınız çok da genç olmayan bir okuyansanız. İlla ki duvarında masalsı bir kopya tablonun asılı olduğu, varaklı çerçevede küçük bir dağ evi, önünden akan dere ve evin arkasında bir dağın olduğu. Kırmızı, mor çiçeklerin kıyma makinasının önüne konulduğu, sahte sevimliliğin empoze edildiği mekanlar.
Şehir denen bu vahşi ormanda birbirimizi parçalara ayırmış, kesip kesip yiyoruz.
İç organlarını çıkarıp, Temiz Aile Kasabının tertemiz camekanların arkasında satışa sunuyoruz. Ufacık bir yağ parçasını dahi, kapısında bekleyen, minicik canı olan kedilere vermekten imtina edip, tekmelerle kovuyoruz.
Temiz Aile Kasabı karısını, kızını namus adı altında dövüyor, katlediyor. Ve sonra cezasız kalıyor kasap. Temiz Aile Kasabı kadına durmadan parmağını sallayarak ültimaton veriyor. Giyimine, gezmesine, yaşam tarzına müdahale ediyor.
Aramızda kasaplık yapanlar genel nüfusa oranla az. Ama bütün hayvanları (insanları) kesmeye, parça parça doğramaya, kıyma makinasından geçirmeye yetiyor bu.
Şehir yaşamından, kaosundan, kuralsızlığından ve en önemlisi kasabın ellerinden kaçıp kurtulmak isteyenler; sizin seçtiğiniz etleri, kasap parçalayıp kıyma makinasından geçirirken, farkında olmadan seyre daldığınız o masalsı tablonun içine girip, orada masalsı bir şekilde yaşamayı sürdürmek istiyor bir çoğumuz.
Kesmeden, kesilmeden, kıymadan, kıyılmadan. Kuralsızlığınız sizin olsun, biz doğanın içinde doğanın bir parçası olduğunu unutmadan.
Şehirde kalanlar ne yazık ki kasaplarla başbaşalar...



26 Temmuz 2013 Cuma

Hey Taksi!


Yok, öyle ahkam kesme niyetinde falan değilim fakat ülkelerin sosyal ve ekonomik durumlarının taksi renkleriyle ilintili olduğunu düşündüm. Seksenler dönemi Türkiye'nin durumunu hatırlasınıza, taksi renkleri sarı değildi. Bu The Özal'la birlikte ortaya çıktı. Genel olarak sevindik mi, evet sevindik. Çünkü ondan öncesi dönemde taksilerde taksimetre olmadığından epey bi kargaşalık vardı ve pazarlığa tabiydi. İstanbul'da taksiye binmek bırrrr hırrrrlarla bitiyordu. 
Evet taksimetre çok iyi bi yönetem ama sarı taksi de neydi? Amerika Newyork'ta sarı taksiyi bile turizm elemanı yapıp, bunu pazarlıyorlar. 
Üstelik bizim gibi Amerikan etkisindeki ülkelerde taksilerini sarıya döndü.



İşte İstanbul nüfusunu ölçmenin bir diğer yolu da sarı taksilerinin çokluğu. Durmadan artan benzin zammına rağmen, deli gibi taksi var İstanbul'da. Güççük Amerika'yız ya, bankadan para çek harca paraları.



Bu da bizim turistik bi şehirden taksi. Her markadan araba mevcut. Ne bileyim hem düzenli hem düzensiz. Biliyorsunuz turistik yerlerdeki taksi şöförlerinin genelde üçkağıtçı olduğunu. Bir keresinde Bodrum'da Torba'ya gitmek isteyen bi turisti İzmir Torbalı'ya götürmüş. Bu yurtdışında da olmuyor mu? Oluyor. İnsan her yerde insan değil!




Yukarıdaki de Hindistan'dan bir taksi. Hindistan'ın kendine has bir ülke olduğunu ve insan emeğinin pek de değerli olmadığını gösteriyor. Bu her ne kadar motorlu bi taşıtsa da, adamların bisiklet gibi çekçeklerle insanlara sürücülük yaptığı taksiler de var.


Yukarıdaki Küba'dan.  Eski model Amerikan arabaları, sanayide üretilmiş hand made yaratıcı arabalar. Sanayi de, kapitalizm de yok. Yeni yeni diye kudurmuyorlar adamlar. Hayatı olduğu gibi en basite indirgeyerek, herkesin mal varlığının eşit olduğu bi şekilde mutlu mesut yaşıyorlar. Tüket tüket tüketttttt diye bağıran bi sistem yok. Taksi bize bunu söylüyor. 




Fransa'dan bir taksi. Ne rengi, ne şekli Amerika'yla alakası yok. Kendine has tarzını korumuş.



Bu da İngiltere taksisi. Evet herşeyi Amerika'ya bağlayan tiplerden olmak istemiyorum ama taksilerin ülkelerin karakterleriyle yakından ilgisi olduğuna inanıyorum.
Umarım anlatabilmişimdir!


7 Temmuz 2013 Pazar

Geçen hafta olanlar


Bizim apartmanın sıva ve boya işleri destan haline geldi. 1.5 ay önce saçımı hem kestirip, hem de kısa bulduğum için söylene söylene eve geldiğimizde, patt diye bu sıva işleri çıkmıştı. Hala da tamamlanmış değil. Bölüm 2 apartman sıva ve boyası bayramdan sonra arka cepheyle devam edecek. Brezilya dizisi kıvamında! 
1 gün sonra Gezi olayları başladı. Ve her şeyin ne önemsiz olduğunu bir kez daha bir kez daha anladım, kafama dank etti. Sanki bilmiyormuşum gibi.
Neticede kişisel işlerden dolayı çarşı pazar dışında evden dışarı adımımızı atamadık. İşler bitmeye yüz tutar gibi olunca, yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Gazeteci Çocuk her zaman gittiğimiz sinemaya gelince, "eee napak, gidek bari?" dedik. Böyle "eee gidek midek" dememizin sebebi, filmin konusunun gerilim macera olmasından kaynaklanıyordu. Bu günlerde bizim ruh haline göre izlenecek en son film, ama olsun. 
Allahım ne filmdi o öyle? Gerçek bir olaydan esinlenerek senaryosu yazılmış, gerçek bir yeraltı ve macera film. Kötüydü kötüüüü. Hayır o anlamda değil. Oyunculuk, çekimler, yönetmen iyiydi de, filmin konusu kötüydü.Bazı sahneler midemiz alt üst oldu. Karnım aç olduğu halde yiyecek hal falan kalmadı. Özellikle timsahların iç organlarının çıkarıldığı sahneler. 


Sinemaya gitmişken, orada fotoğraf da çektik. Ortam kırsal olduğundan ağaçlar, otlar falan var ve mis gibi kokuyor. Şu yukarıda gördüğünüz ot da, edeb otu. Annem ben çocukken göstermişti bu otu bana. Çocukluğumun üzerinden bin yıllar geçmiş olmasa da, o zamanlar ortasında siyah bir karaltı vardı. Annem "bak bu edeb otu, eskiden bu siyahlık daha büyüktü ve şimdi gittikçe küçüldü. İşte insanlar da ar, namus da bu kadar kaldı. Gün gelecek bu da kaybolacak" demişti. Geçen gün görüp de otta siyahlığın da kaybolduğunu görünce hiç şaşırmadım. İnsanlar öyle bir ahlaksız hale gelmiş ki, akı kara, karayı ak gösteriyor. İnsanları en kolay vurdukları yerden, dinden imandan bahsedip, her türlü zalimliği yapıyorlar. Sinir minir kalmadı artık. 


Neyse... Bu da böyle bi foto işte. Komik mi? Evet komik. Fotoşopsuz falan. Kağıt gibi bi yüz ve öne gelmiş çay ve gözlük. Sanki çay ya da gözlük reklamı yaparmış gibi.


Bu da yukarıdaki fotonun çekildiği Urla'da gittiğimiz plaj kafe. Bu sene daha güzelleşmiş bence. 


Hastasıyım, hastasıyım. Ayfer Tunç'un romanlarının hastasıyım. Bir Deliler Evinin YALAN YANLIŞ Anlatılan Kısa Tarihi. Kısa tarihi dediğine bakmayın siz. 450 sayfa mı ne? Romanda 40 ya da daha fazla karakter var. Sonuna doğru hepsi de birbiriyle çakışıyor. Dahası elinizden bırakamıyorsunuz. Bu kadının beyni sıkı çalışıyor hakikaten de. Hani akşam üstü havanın hem karanlık hem de aydınlık gibi olduğu o yanıltıcı zaman var ya, o zaman da "gözüküyor yahu kelimeler oku, oku" dedim ve gözüm de iki gün arpacık çıkacak gibi ağrıdı. Neyse bugün geçti Bu da sana ders olsun mu? Olsun, olsun...


Urla'nın manzarası. Az da olsa sörf yapanlar var.



Alman milli içeceğini içmemek olur mu? Asla. Hangi çılgın karışırmış, aklına pardon akılsızlığına şaşarım. SANA NE LANNNN!


Burası da Urla içinde güzel bir manav. Her ne kadar manavların fotosunu çekmeyi sevsem de, asıl ilgi alanım pazarlardır.
Şimdilik bu kadar. Bugünlerde pek bi yazasım yok. Neyi yazacam ki? Yazacak şey kaldı mı? Ha? Belki öykü falan yazarım diyorum. Mizah türünden. Çünkü yazarken önce kendimi eğlendiriyorum. Ve bu da bana çok iyi geloorrr efenim :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...