20 Temmuz 2012 Cuma

Saraylara layık olmak!


Saraylar neden bu kadar görkemli ve ihtişamlıdır?
Ya yakutlar, elmaslar, pırlantalar, altınlar, gümüşler?
Hepsi gücün göstergesidir.
Saraylar halka ve başka ülkelere; imparatorluğun ne kadar büyük olduğunun gösterisidir.
Belki biraz da, padişahlara, şehzadelere, sultanlara saray yaşamını çekilir kılmaya, cazip hale getirmeye mi yarar bunca ihtişam, debdebe!
Saray yaşamı? Bir elin yağda, bir elin balda, tek bir emirle herkesi kendine boyun eğdireceğin, tek sözünle insanları öldürebilmenin vahşetini bilmenin kabusu mu?
Bunun yanında, taht için uygun adaysan seni de öldüreceklerini bilmenin azabı, bu azapla neler yapacağının şaşkınlığı mı?
Yaşamını yalnız başına bir kafes ardında sürdürsen de, yaşama tutunmak için, ölümden kaçmak isterken gün be gün, kendi kendini zehirlemeyi göze almak mı?
İşte III. Mustafa'nın hayatı, tam da böyleydi. Tahta çıkmadan önce zehirlerle içli dışlı oldu.
Çocukluğu babası III. Ahmed'in saltanatında, Lale Devri ortamında geçirmiş ama 13 yaşındayken Patrona ayaklanmasıyla birlikte, babası tahttan indirilince dört kardeşiyle birlikte Topkapı Sarayı'nın şehzadeler hapishanesi olan Kafes Kasrı'na kapatılmıştı. Amcaoğulları I.Mahmud ile III.Osman saltanat sürerken, o loş bir dairede yalnızlığa mahkum olmuştu.
Sadece yalnızlık değildi derdi. En büyük korkusu zehirlenmekti. Çünkü kafes'e kapatılan birçok şehzadeyi alenen öldürmektense zehirlenerek öldürüldüğünü ortadan kaldırıldığını çok iyi biliyordu.
Bunun için kendince çareler düşündü. Bağışıklık kazanmak için, azar azar zehir kullanmaya başladı. Bir kaç kere zehirlendiği halde kurtulmayı başardı.
1757 de III.Osman ölüp Mustafa 41 yaşında tahta çıktığında, solgun benzi, durgun bakışları, bu panzehirlere bağlandı.
Tahta çıktığında bir başka sorunla daha karşılaştı. Hanedanda kendisinden başka erkek yoktu. 1728 yılından beri de hiç doğum olmamıştı. Bu durum Mustafa tahta çıktıktan sonra 8 yıl daha devam etti. Sonunda 1759 da padişahın bir çocuğu oldu. Çocuk kız olmasına rağmen, hanedanın yaptığı en büyük şenlikti.
Mustafa'nın zehirlenmelerden kurtulmasını sağlayan hatta belki de çocuğunun doğumuna neden olan büyük ihtimal Rızâi Kadın'dı.
Rızâi Kadın III. Mustafa'nın macuncusuydu. Bugün Karacaahmet Mezarlığı'ndaki mezar taşı sayesinde onun varlığını, ve III. Mustafa için ne denli önemli olduğunu öğreniyoruz.
Mustafa öldükten 33 yıl daha yaşadı. İnsan ömrünün süresi bilinmez ama görülüyor ki, uzun yaşamanın sırlarını kendi üzerinde de uygulamış.
Rızâi Kadın'ın şöyle bir tarifi var: “5'er dirhem revandi çini, çörek otu, tarçın, cûb-ı çimeni, mahmudiye; 2'şer dirhem tevrid, Hindistan cevizi, kaule; 1 dirhem beyaz karabiber, 7 dirhem günlük, 12 dirhem ak sakız, 20 dirhem sinemaki, 26 dirhem zeencefil, 225 dirhem asel-i musaffa (süzme bal). Bal tencerde azıcık kaynatılarak, köpüğü alındıktan sonra, parmak dayanacak sıcaklığa gelince sayılanlar katılıp karıştırılmalı, bir kaseye konarak akşam sabah birer dirhem (3.2 gr) yemeli. Bu macun bedende olan şeyleri ve yelleri üfürüp çıkarır; bel ağrısını giderir, kuluncu def eder. Mafi (yararlı) ve mücerrebdir (denenmiştir.)
Bizden çağlar önce bu yararlı tarif mutlak ki, saraylara layık insanlara yapılıyordu. Sıradan, sadece vergi vermek ve savaşlarda asker olarak kullanılan halka bu tarif verilmiyordu. O zaman onlara, doğum kontrol yöntemleri de sınırlı olduğundan, bol bol üreyip; sürünerek yaşamak, savaşmak ve ölüm kalıyordu.






18 Temmuz 2012 Çarşamba

Patronun en hası


Zırtaboza bakar mısın sen? Gitmiş son model bu motorsikleti almış. Daha senin yaşın kaç lan? Sayfiyede kızlara hava atcakmış. Gazetecilerde bunun fotoğraflarını çekip, cemiyet haberlerinde yer alcakmış.
Bana sormadan aldı ya. Ba-na   sor-ma-sı la-zımmmm. Nasıl beni atlarsın lan? Bütün Türkiye önümde takla atıyor. Atar tabii. Attırırım. Ben yaptım oldu. Hah hah hah hahahahahahhaaa. Dişlerimi görüyor musunuz? İstanbul’un en pahalı dişçisine yaptırdım. Bende para çokkk.
Off havalarda çok sıcak. Klima serinliğini de sevmiyorum. Tuhaf oluyor insan. Ben de muhasebeye talimat verdim; temiz hiç kulanılmamış bir deste parayı, yavukluma yelpaze yaptırıyorum, ben masa başında çalışırken o sallıyor para destesini. Amannn bir deste paranın vermiş olduğu serinlik de bir başka canım.
Kimseye yüz vermeye gelmiyor. Oğlun da olsa. Çalışanlar da kopmuş. Aşçım benden habersiz 10 kg domates almış. O domatesleri ceza olsun diye, ona salça yaptırıp, ekmek üzerine sürdürüp yedirtcem. Hah hah hahahahaaaaa. Dişlerim, dişlerim ne güzel. Hatunlar bayılıyor dişlerime. Ben de yavuklu çok. BM gibiyim. Napayım seviyorum güzeli.
Offff bu oğlanı dize getirmek lazım ama. Anlasın 20 yaşında, babasını atlayamayacağını. Cafer’i çağrayım. En sadık adamım. Iş bilir, kuvvetli.
Cafer oğlum sen al eline levyeyi, giriş bizimkinin motoruna. Parçala. Kime kinin varsa, ona vuruyormuş gibi. Ah yeni de şu da, bu da hiç acıma. Anlasın küçük beyimiz babasının kim olduğunu.
Fotoğraflarını da çek parçalama anında. Tamam hadi git şimde. Çekilebilirsin.
Hah hah hahahahahaaaaa.
Kızım sen de iyi salla bankknotları. Off herkese ben mi ayar çekcem?
Para gibi güzel şey var mı bu hayatta?
Bütün düşlediğim krolukları yapıyorum. Evet kroyum. Ama para da bendeeee.
Hadi beni tutmayın işim gücüm var...


17 Temmuz 2012 Salı

Yaz, yaz, yaz…


Yaz! Ne kadar sıcak olsa da, en sevdiğim mevsim. Neler neler yapmıyoruz ki. En başta eski yazları düşünürken buluyorum kendimi. Çok da iyi değil, geçmişe demir atmak. Eski ama çok eski yazlar. Binbeşyüzyıl önce. Tamam mı?
Çok güzeldi.
Şimdi de çok güzel. Artık güzelliklerin farkına varıyorum.
Şok, şok, şokkk!
Aslında hepimiz şoktayız. Hepsi iyi marka, şok, şokta, diyor  Seda, fıs fıs dişlerinin arasından arasından.
Biz gazeteleri her sabah açtığımızda, şok, şok, şok tayızzzz.
Kendi adıma ise günler güzel. Bazen şöyle derken buluyorum kendimi, “evet şu an var ya, şu an, bu yazın en büyülü, en güzel anı. Bundan güzel bir an olabilir mi?” oluyor, oluyor, oluyor…
Gece yarısı uykum gelmiyor. Kalkıyorum, sabah canlı olarak sunulan programı, bayatlamış haliyle  gece yarısı izliyorum. Sırf salak kızın, salaklıklarını izlemek için. Biraz da sinir olma ihtiyacımı karşılamak istiyorum galiba. Sanki dışarı çıkınca yeteri kadar sinir olmuyormuşum gibi.
Dışarı çıkınca bi yürüme keyfin oluyor ya, içine ediyorlar. Adamın, kadının ayağı, senin adımını atarken terliğinde oluşan boşluğa giriyor. Yuhhh artık! Dönüp sinirli bakışlar fırlatma!
Sonra eve geliyorum. Kitap mitap derken, uyuya kalma. Uykuyu normalde çok severim. Bu dünyanın en güzel şeylerinden biri olarak düşünüyorum. Bonusu ise rüya. Rüyalarımı hatırlamak için, ne hafıza numaraları yapıyorum. Ne saçma sapan şeyler. Insanın rüyasında rüya gördüğünü bilirmiş. Evet biliyorum. Rüyalarla ilgili bi dergi aldım. Elimde kitapla uyuya kalmaktan, rüya kitabını okumaya fırsat kalmadı. Inceptıon ne atraksiyon, ne muhteşem bi filmdi öyle. Senaryo zaten on üzerinden yüz bin numara. Çekimler muhteşem ötesi.
Rüya anlatmaktan acaip zevk alsam da, herkese kendi rüyası ilginç gelirmiş. O yüzden karşındakinde, müthiş bir karınağrısı falan. Rüya defteri mi tutsam ne yapsam? Rüya deyince, Türk Edebiyatında, Nazlı Eray romanları favorilerim arasında. Nedir bu hayalgücü? Tarih ile hayalgücü ile birleştirme diye buna derim.
Pazar günleri  Trt türk te Ayla Kutlu ile sohbet ediyorlar. Bir maniniz yoksa izleyin derim. Gayet güzel, güzellikten öte huzur verici cinsten.
Gündemden, olandan, olmayandan buralara kaçış iyi geliyor işte.
Şu paragrafa rüzgarı alayım. Güzel bi rüzgar çıktı tam da şu anda. Almasam, tarihe not düşmesem, kışın okuduğumda, -okursam tabii,- bu yaz gecesi de ne kadar sıcakmış haaa. Yazık sana, yazıkkk, diyebilirim.
Oysa şimdi Karşıyaka’nın ışıkları kımıl kımıl kımıldayıp duruyor. Limana giriş yapmak için bekleyen iki yük gemisi uyuyor gibi. Tekrar rüzgar. Rüzgar da rüzgar diyorum, bu günlerde rüzgara hasretim. Dün gece de vardı ama kardeşim, sanki gökyüzünden üzerimize büyük bi fön makinası tutuyorlar, sıcak sıcak esiyor. Ev de herşey uçuyor. Salona çiçeklerin yaprakları dökülmüş, sabah kalkınca “ne la böööle, sonbahar gelmiş, yapraklar dökülmüş” diye soğuk espri yaptım.
Vikiciimden bahsetmedim, çünkü bütün gün uyuyup duruuuu. Rüya da görüyor. Ne yazık ki anlatamıyor.
Yaz, yaz, yaz. Ne kadar sıcak olsan da, sana övgüm de, sevgim de bitmeyecek.


15 Temmuz 2012 Pazar

Anayasaya kuyruk lazım



Bundan uzun yıllar önce Kıbrıs şehitleri caddesinde; kervan pasajı önünde bir adam ve köpeği vardı. Oradan her geçtiğimde bu adama nefretim, gün be gün artıyordu. Çünkü sahibi olduğunu düşündüğü köpeğinin kafasına şapka, gözlerine gözlük, önüne de bir tas koyarak onun sayesinde para kazanıyordu. O köpeği alıp kaçırmak istesem de hiç birşey yapamıyordum. Hele hele, o köpeğin o haline, heh heh hee diye düşünmeden sırıtanlara daha da kızıyordum. O adama para vermeleri adamın o işi! yapmasının devamını sağlıyordu.
Biz insanlar onurun sadece insana ait olduğunu düşünüyoruz. Ve bu yüzden de hayvanları her türlü onursuz, zavallı duruma düşürmeyi kendimize bir hak görüyoruz. Bir hayvana bakmakla onun sahibi olduğunu düşünüp, onu yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi köle durumuna düşürüyoruz. Hayvanlar insanlar için yaratılmıştır diyerek; taşıt aracı, süs eşyası ve eğlence aracı olarak da kullanıyoruz.
Sabah sabah bir magazin programında sosyete güzelinin köpeklerine bu anlamda yapmadığı eziyeti kalmadığını gördüm. Hayvanı kendine benzeterek, rengarenk boyamış, gözlük, toka gibi bilumum aksesuarlar takarak kendine benzetmiş. Tamam kendi üzerindeki tasarruf sana aittir. Ne yaparsan yap. Ama bir köpeği böyle boyayarak rezil etmenin, onursuzlaştırmaya kimsenin hakkı yok.
Bugün Türkiye'de hayvan hakları diye bir şey olmadığı için hayvanlara o kadar çok zulmediliyor ki. Hem siz sanıyormusunuz ki, her hayvana bakanın elinde bulunan canlının şanslı olduğuna. Yaşadığım süre içinde nelere şahit olmadım ki. İki deli kadının bir köpeği bebek arabasına kemerle bağlayıp gezdireninden, çocukları için mal alır gibi pet shoplardan kedi köpek alanına kadar. Ve perde kapanır; sokağa salıverilmek, son!
Peki pitbullar mı suçlu sizce, onu o hale getiren insan görünümlü yaratıklar mı? Günlerce aç ve karanlık bir odada saldırgan hale getirenler. Kedi, köpeklere tecavüz eden sapıklar, aramızda elini kolunu sallayarak dolaşıyor.
Ya deve güreşleri, horoz dövüştürenler. Kendi ilkelliklerini gelenek, anane, kültür kılıfına sarıp sarmalayıp, para kazanan insan görünümlü idiotlar? İnsan mısınız siz hakkaten? Siz insansanız ben ve benim gibi düşünenler insan değil. İnsanlık buysa, ben insan olmayı reddediyorum.
Pet shoplarda küçücük bir kafesin içine tıkılan, tuvalet yapmasın diye, yemek verilmeden satışa sunulan, herkes malını! görsün de alsın diye dükkân önüne, güneşin altına çıkaran vicdansız insan, o kazandığın ekmek nasıl boğazından geçiyor?
Tavuk çiftliklerinde havasız ve sıkışık odalarda, türlü yemlerle yumurtadan yeni çıkan civcivleri 1 haftada tavuk yapan çiftlik sahibi, için rahat mı? Onları öyle bacaklarından aşağı, boğazları aşağıya gelecek şekilde yürüyen bantlara asıp, makinalarda kesen insan, onları her gördüğünde ne hissediyorsun cidden çok merak ediyorum.
Kaburgaları çıkmış sokak köpeklerine bakmadan geçen, sokağına kapısının önündeki gölgeye geldiğinde, kokuyor, çevreye pislik yapıyor diye eline taş alıp, taşladığın köpeğe karşı gerçekten hiç mi bi şey hissetmiyorsun? Sendeki o dalga dalga yayılan o pis kokudan ben rahatsızım ama. Etrafa sorumsuzca fırlatıp attığın çöplerden de rahatsızım. Evime son model banyo yaptırdım diye övünüp durmandan, kafamı şişirmenden de rahatsızım. Su sabun yüzü görmediğin için de rahatsızım. Pis kokularından burnu hassas olan kedi, köpekler de rahatsızdır bilesin.
Çocuğunun isteği ile zorla aldığı kuş öldü de, ona da kuşun bakımı kalmadı diye sevinen anneler de gördüm. Koskoca güvercini, tavşanı, bir serçe için bile küçük olabilecek kafese koyup, parmağını kafesin deliklerinden içeri sokup, gıdıklayarak, çok büyük hayvansever idiotları da gördüm.
Sokak köpeğinin, kedisinin olmadığı şehirler gördüm. Hayvanları sevip de, barınaklarda tuttuklarından değil, toplu katliam yaptıkları için.
Okul önlerinde boyalı civciv satanlar, o civcivleri sırf çocukları istiyor diye satın alanlar, çocuğunuzun yaşı gereği kafa yoramadığı duruma, siz nasıl kafa yormuyorsunuz?
Bir sözüm de facebooka; kedileri köpekleri, çoğu fotoşoplu ya da fotoşopsuz, onları saçma sapan hallere sokup çekilen fotoğraflarına. Bizden daha yetkin bir varlık türü olsa ve istemimiz dışı bizi çeşitli hallere sokup, “aha hah haaaahhh, like, like, like, çok şekerrr” diye bassalar, ne hissederdiniz? Kimse alınmasın, darılmasın.
Anayasa kuyruk lazım; bütün bunlar için anayasada hayvanların haklarının gerçekten yürürlüğe girmesi lazım. Öyle Ab kriterlerine uyum sağlayabilmek için, var ama yok yasaları değil. Gerçekten. Siz de bir nebze olsa sahipli sahipsiz hayvanlara yapılan eziyetlere karşı duyarlıysanız, Hayvan Partisine destek verin. www. hayvanpartisi.org/
hayvanpartisi@gmail.com adresine sevdiğiniz hayvanın ya da kendi fotoğrafınızı da göndererek destekleyebilirsiniz.

10 Temmuz 2012 Salı

İzmir metro; “Lütfen inen yolculara öncelik tanıyın”


İzmir metrosunda şöyle bi durum var: ara duraklarda, kapılar açıldığı an, yolcuların giriş ve çıkışı savaş haline geliyor. Buna neden sürücünün, kapıyı açtığı anla kapadığı an arasındaki sürenin 5 saniye olması olabilir. Bu yüzden de, insanlar kendisini içeriye bi an önce atsam telaşında oluyor. Tabii içeriye girmelerinin mümkün olması için, inen yolculara öncelik verilmesi gerekiyor. Ama bu genelde olmuyor. Hep bi bağrışma, söylenme, en azından hırr bırrrlayarak inmenize neden oluyor.
En sonunda metro yetkilileri, “lütfen inen yolculara öncelik tanıyın” özlü sözünü, her kapı açılışında anons ettirmeye başladı da, bir nebze olsun, yarım milim medenileştik mi? Hayır, hayır, hayırrrrrrr!
Adamlar, kadınlar, yaşlılar, gençler gene hurraaaa içeriye, Orta Asya savaşçıları gibi dirsekleriyle, omuzlarıyla inen yolcuya patlata ede içeri giriyor. Ve bu da inen yolcuyu sinir ediyor. Vagona savaşarak girme azminde olan yolcu, sözüm sana; on bilemedin on beş dakka sonra sen de inen yolcu olacaksın. Sana da aynısı yapılacak. O zaman da biraz önce yaptığın hareketi, insanları kınıyarak, yapmayın, durun, hopp çıkalım önce diye höyküre höyküre bağırcaksın. Evet biliyorum, herkesden çok sen bağırcaksın. Hayır anlamadığım zaten yolculuk çok kısa sürüyor ve vagonların içi klimalı. Son durakta insen bile, mutlaka ara durakta yolcu iniyor ve gene oturma şansın oluyor.
Dün akşamüstü şöyle bir olay gerçekleşti. Konaktan Bornova'ya gitmek üzere vagona girmek için, vagondakilerin çıkışını beklerken 60 yaşlarında bir çift, milletin üstüne üstüne nasıl bodoslama giriyor, görseniz yayından fırlamış ok sanırsınız. Adamları eziyor resmen. O karı koca kadar azılısı yoktu binenlerin içinde. En sonunda 30 yaşlarında efendi bir adam, “bir bekleyin beyefendi, herkes çıksın, çıkmalarını bekleyin ki, girelim, milletin üstüne üstüne de gidilmez ki” diye ikaz edince, hem suçlu hem güçlü kadrosundan olan adam, ikaz eden gence, yüzünü ekşitip, kaşlarını çatarak “suussss, terbiyesizzzzz, sen nasıl konuşuyorsun kendinden 30 yaş büyük insanla” diye cevap vermesin mi? Sanki karşısındaki beş yaşında bir oğlan çocuğu, onun da bu oğlan çocuğunu azarlama yetkisi var. Hayır bu adamın derdi, oturcak yer bulmanın ötesinde, ters yönde gitmemek için, milleti ezme azmindeydi. Fakat o genç adam, yaptığı terbiyesizliği yüzüne tokat gibi patlatınca, adam rezil olduğunu hissedince, zeytinyağ ve su devreye girdi, adam bu durumda zeytinyağ oldu.
Durun şimdi, genç adam; “ben terbiyeliyim efendim.” gerçekten de adam terbiyeliydi. Aslı terbiyesizin kim olduğu da böylelikle onaylanmış oldu.
Bu suçlu ve güçlü kadrosundan olan adam, yaşlı diye kendisine saygı gösterilmesini istiyor. Sen başkasına saygı göstermezsen, diğer kişiler sana niye saygı göstersin ki? Yıllar senin gençliğinde var olan terbiyesizliğini, küstahlığa evirmişse, kimseden saygı bekleme.
Var öyle insanlar. Kendilerine her daim saygı gösterilmesini isteyenler.
Herşey karşılıklı. Özellikle şu saygı dediğimiz olgu! Kimseyi sevmek zorunda değiliz, içimizden gelirse sever, gelmezse sevmeyiz. Ama kişiyi sevmesek bile, kişisel haklarına saygı duymak zorundayız.
Kimse gençliğinin, yaşlılığının, kadın olmanın, erkek olmanın ona bir takım haklar verdiğini düşünmesin.
En azından bunu bilsin, yaşlılık, gençlik, güzellik, çirkinlik, bi çok olgu; bizim kimliğimizi oluşurmadığı gibi, başkalarından üstün ya da aşağıda olduğumuz hakkını vermez.




7 Temmuz 2012 Cumartesi

1001 gün Masalı; Klazomen


Urla'ya 1000 kez gidip de, 1001 kez gittiğinde ancak, Karantina Adası'na gidersen buna “1001 gün masalı” denir.
koyu mu koyu, sıcak mı sıcak, güzel mi güzel bir yaz günü Karantina Adası'na yolum düştü. Tam o ağaçlı yoldaki, arkeolojik kazılara bakıp bakıp da, “bu Urla'nın tarihi de var ya,” derken... 5000 yıllık hem de. Az buz değil. Biz şimdiki zamanda, deniz meniz, martı zartı, kum mum, yemek memek, bira mira, Urla Burla, derken; bizden binlerce yıl öncekiler kimbilir bizim gibi miydi, ne yaparlar, neyle geçinirler, diye düşünürken üstelik. Siz var ya siz, kesin şarapçıydınız. Sizi üzümcüler sizi...
Dedim ya. 1000 kez geldim. 1001 sefer Karantina Adası'na gitmek benim için gerçekten de masal gibi oldu. Önce uzun ince bir yoldan ada yoluna giriyorsunuz ve sağa mı yoksa sol taraftaki manzaraya mı baksam çelişkileri içindeyken, çamları, denizi, balık tutanları, arabaları çekip içki içip manzara seyredenleri, insana İstanbul Adaları'nın güzelliğini hatırlatıyor.
İstanbul Adaları'ndan farklı olarak Ege'nin dokusunu görüyorsunuz. Ege dokusu da bambaşka bir şeydir.
Yolun sonunda o hastaneyi görmekse bu kadar hak eden övgüden sonra “ımmmm” diye yüzümü ekşitmeme neden oldu. Ne işi var ki bu hastanenin bu güzelim adada? Urla'da başka devlet hastanesi olacak yer yok mu? Benim o günkü güzel 1001 gün masalımı bozmaya yetti.
Bu hastanenin yapılış tarihi taaa 1800 lü yıllara dayanıyormuş. Huuu, kim varmış orada biz yokken?
1800 yıllarda Asya'dan Avrupa'ya yayılan ölümcül hastalıkları engellemek için kıtalararasında karantina bölgeleri oluşturulmuş. Bu bölgelere tahaffuzhaneler kurularak, kıtalararası sefer yapan gemiler kontrolden geçiriliyormuş. Özellikle hacıları taşıyan gemiler daha dikkatli bir şekilde kontrol ediliyormuş. Çünkü bu gemilerin tonajı düşük olmasına rağmen, yolcu sayısı oldukça fazlaymış. Bulaşıcı hastalıklarının hızla yayıldığı o yıllarda, gemilerde çok fazla ölümler gerçekleşiyormuş.
Urla (Klazomen) Tahaffuzhanesi ise 1865 yılında Fransızlara yaptırılmış. Hatta adanın karayla bağlantısı olan köprülü yolu da Fraznsızlar yapmış.
1865 yılından teee 1950 yılına kadar işlemini sürdürmüş tahaffuzhane. Hac gemileri ada açıklarında demir attıktan sonra, yolcular küçük teknelere konularak adaya taşınarak, soyunma odalarına alınıp, kıyafetleri filelere konurmuş. Peştamal ve takunya giyen yolcular, birinci bölümde ilaçlı sularla duş yaptırılır, bu arada eşyaları 360 derece dönen dolaplarla, ikinci bölüme gönderilir, soyunma odalarının arka duvarında olan görevliler dönen dolaplardan kıyafetleri alarak sterilizasyon işlemini, ikinci bölümdeki üç büyük kazanda da kıyafetleri, 110 derece buharla mikroplardan arındırılarmış.
Duştan çıkan yolculara kıyafetleri iade edildikten sonra,doktor muayenesine alınır, sağlıklı olanlar yolculuklarına devam eder, hastalık taşıyanlarsa adadan bir daha çıkamazlarmış. Ölene kadar adada kalırlarmış. Bu bana çok hazin geldi. İnsanın yolculuğa çıkıp ölümcül bir hastalığa yakalanması ve sonunda şimdi bana, size, herkese güzel gelen adada ölümü beklemesi, kendinden önce gelenlerin sönmüş kireç dökülen mezarlara gömülmesini, kendisini aynada izler gibi izlemesi...
Yaaa adanın durumu nereden nereye. Gel gör ki artık kıtalararası yolculuklar nedeniyle oluşan bulaşıcı hastalıklar yok.
Neden oradan o hastane kalkmaz ki? Sakın üstüne çılgın, eller havaya plajlar falan istediğimi sanmayın, tam tersine, adada doğa ve huzur kalsın.
Bir yaz akşamı, bir tatlı huzur aramaya gelenlerin yeri olsun. Olur mu? Olur, olur...




Tahaffuzhane: Sefer sırasında, yolcu ve çalışanların arasında bulaşıcı hastalık görülen gemilerin karantina sürelerini geçirmeleri, gerekli ve sağlık önlemlerinin alınması ve hastaların iyileştirilmeleri için büyük limanlara yakın kıyılara kurulmuş sağlık kuruluşu. (tdk)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...