27 Ekim 2013 Pazar

Sergi mergi


İzmir’de hava güzelse yapılacak en iyi şey Alsancak’a gitmek.
Alsancak: Bir Alsancak var, Alsancak’tan içeri.
Bilinen Alsancak:  Sosyete semti gibi görünse de, her semtte olduğu gibi görünenden daha farklı bölgeleri var. Kıbrıs Şehitleri’nden ayrı, bi de Dokuz Eylül Rektörlüğün civarı var. Dokuz Eylül rektörlüğün içinde Desem sineması var. Genelde güzel Avrupa filmleri izleriz, bu sezonda gelse de izlesek dedik ama henüz başlamamış. 1 kasımda başlayacakmış.
Sonra Fransız Kültür’e gittik. Orada etkinlikler ne ayak öğrenmek için. Yok orda da henüz bi numara yok. Girişte soldaki odada, Pazar temalı fotoğraf sergisi vardı. Seferihisar pazarıydı sanırım konu mekanı olan Pazar. Ehhh bu tema da epey kullanıldı ve sıkıcı oldu. Ben fotoğrafla ilgileniyor olsaydım farklı temalar arar ve yeni bi şeyler sunmak isterdim. Mesela kentin yeraltı mekanlarını konu alırdım. Fakat fotoğrafçılık Türkiye’de erkek işi gibi. Kadın olarak her yerde rahat fotoğraf çekemiyorsun.  İzmir, Yenişehir’e doğru pavyonlar var, gündüz vakti oradan dolmuşla geçerken pavyon önlerinde, o saatte pavyonda çalışan kadınlar kapı önüne çıkıp laflıyorlar falan. Onların gece ve gündüz hallerini fotoğraflamak farklı olurdu. Zaten o ortam Zeki Demirkubuz filmlerinin doğal platosu gibi.
Onu bırakın, belki bu çok uçuk bi proje fakat Urla’da köy berberi görüyorum, içinde eski malzemeler var, orayı bile fotoğraflamak mümkün değil. Bunun için grup halinde olmanız gerekir erkek olmasınız da.
Alsancak’tan Yenişehir, oradan Urla’ya gittik iyi mi? Oysa ben Fransız Kültür’ün hemen karşısınaki, Arkas Sergi Salonuna gidecektim. Gittik de, onları anlatıcam.
Lucıen Arkas İzmir’deki laventenlerden. Benim de eski mesleğim olan denizcilik sektörünün lideri. Eskiden de sektörün en iyilerindendi, şimdi artık bütün piyasayı silip süpürüp holding haline gelmiş durumda. İzmir’in sıkı zenginlerinden. Adamın zenginliği umrumda değil elbette, desem de bi bakıma umrumda çünkü ondan başka İzmirli işadamı sanatsal faaliyette bulunmuyor. Adam eski Fransız konsolosluğunu sergi salonu haline getirmiş iyi sergiler getiriyor ve biz de İstanbul’daki kültür sanatla asla kıyaslanmasa da yine de iyi oldu diyoruz.
Bu kez İzmir’in tarihi, İzmir’de ticaret, günlük yaşam, sosyal hayat, haritalar, konşimento, ve hatta ağzımıza sıçan kapitülasyon belgeleri dahi vardı. Tarihi okumak başka, bu belgeleri görmek bambaşka. İnsan heyecanlanıyor.
Sergide gördüğüm kadarıyla Türkler oldukça fakirmiş. Çoğu çocukların ayağında ayakkabı yok, üst baş çok kötüydü. Bununla beraber laventenlerin durumu gayet iyi. Çünkü ticareti yapanlar onlar.
Liman bugün olduğu gibi yine ticarette önemi çok büyük. Bugünkü Konak Pier ve Pasaporta gemiler yanaşıyormuş. En önemli ürün incir ve üzüm.  
İnsanların kıyafetleri kimliklerinini ve mesleklerini ele veriyor. Türkü, Laventeni, Rum’u, Çingenesi, hepsi kıyafetlerinden belli oluyor.
Aslında bu durum günümüzde de aynı. Bir banka memurunu, ticaret yapanı, esnafı, sosyetiği, Pazar tikisini, ev kadınını, mafyayı, emeklileri kıyafetine bakınca tanıyabiliyorsunuz. Tabii bunu meslek grupları için söyleyebilirim. İnsanların etnik kökeni ne olduğunu pek ele vermese de, konuşma dilinde en sevdiğim olan şive, yöreye dair ipucu veriyor.
Arkas bu sergiyi İzmir tarihini gösterse de, altta verilen mesaj Levantenlerin tarihten bu yana İzmir’deki önemine dikkat çekmek için yapmış. Sergide değerli tablolar da vardı. Levanten bir kadın, ailesinin zenginliğini temsilen ayaklı kuyumcu dükkanı gibi ipekler içinde giyinmiş, yan gelip poz vermiş. Vitrin gibi kullanılmış. Yanımızda tanımadığımız bir kadın, bu kadın için “mutsuz bu kadın mutsuz, Türkiye’de kadın olarak yaşarsın da mutlu olur musun?” gibi şeyler söyledi. Sanırım günümüzde kadın olmak bütün kadınlar üzerinde sonsuz bir umutsuzluk yaratmış durumda. Geçmişteki varsıl ve rahat görünen kadının da mutsuz olduğunu söyleyerek en azından rahatlamaya çalışıyor.
Sergiden ayrılırken İzmir’de kolay kolay görmediğim Laventen kadınların da sergiyi izlemeye geldiğini gördüm. Nerden biliyorsun Levanten olduklarını derseniz,  yukarıda bahsettiğim insanların, giyim kuşamı, tavırları, tarzı bunu çok kolay anlatıyor derim.




16 Ekim 2013 Çarşamba

Domates ektim, yazı biçtim


Yukarıda gördüğünüz bu mevsimde henüz fide haline gelmiş, doğal olarak bir tane bile domates vermemiş olan fideyi satın almadım, kendim ürettim. 
Olay şöyle başladı: Her tatile gitmeden önce olduğu gibi, buzdolabını tamtakır haline getirmeye çalışsak da, mide tamtakır olamayacağı için, biraz domates, salatalık -yani hıyar,- patlıcan gibi sebzeler almıştık, ve kalanlar geldiğimizde mortu çekmişti. Özenerek aldığımız mis gibi kokan domates gitmiş, yerine çürümüş ezik küflü bi domates, hıyar,  gelmiş. Dolapta onlarla öyle karşılaşınca üzülmedim değil. Bunlardan artık hiç bi şey olmaz, olamazdı. Çöpe atmaya nedense içim elvermedi. Hepsini topladığım gibi terasa çıktım ve boş bir saksı ayarlayıp, her şey bir liralıkcılardan aldığım, üç liralık tırmık ile toprağın otlarını çıkarttım. Ki topraktan yabani ot temizlemesini çok severim. Hergün saksılarda yabani ot bitmiş mi, bitse de şunları ayıklasam derim. Özellikle de koskocaman olan kaktüs saksılarındaki, yabani otlar ilgi alanıma girer. Kaktüslerin otlarını temizlerken, sinsi dikenli bi kaktüs var, onun dikenleri sinsice parmaklarıma batar. Ve o zaman da parmaklarımdan dikenleri çıkarmaya koyulurum. O sinsi dikenin, sinsice acı vermesinden mutlu olurum belki de. O sinsi dikeni parmağımdan çıkardığım zaman da canımın acısından kurtulduğum için, mutlu olurum.
Domatesin başına neler geldiğini anlatırken hain kaktüs bu sefer de sinsi dikenlerini yukarıdaki paragrafa batırdı. Bu satırdan sonra o dikenleri çıkarıp sadede geleceğim. Aşağıda.
Bir kaba koyduğum domates, hıyar ve patlıcanı, tırmıkla makul bi şekilde toprağı eşerek ektim. Uzaktan bakıldığında bu saksılar neden boş bırakılmış, en azından insan kedi tırnağı falan eker diye bi his uyandırıyordu. 
Arada yeşil otlar çıkıyordu fakat onları mecburen temizlemiyordum. Çünkü onlar ot değil, doğal olarak çıkan çimdi. O çimleri Viki kedisi midesi için yiyordu. O arada saksıda başka yeşillikler de çıkmaya başladı. Bir gün onlara dikkatle baktığımda, domateslerin çıkmaya başladığını anladım. Sevindim. Henüz mevsim yazdı ve çok sıcaktı. Su en sevdiğimiz, çok sevdiğimizdi. Fakat bir kaç gün sonra müthiş bi yağmur yağdı. Bu yağmur değildi aslında. Dolu, ama nasıl bi dolu? Hayatımda böyle bi dolu görmediğimi söylesem. Ev yüzlerce taramalı tüfekle mermileniyor gibiydi. Artık gidiyoruz, evdeki camlar kırılacak falan diye düşünmeye başladım. Önce çok korkmuştum. Fakat dolu çok ilerleyince ve tehlike çok büyüyünce, korkunun yerini boşluk ve hiçlik duygusu almıştı. Battı balık going gibi bi durum. Neyse yirmi dakika ya da yarım saat sonra dindi. Tabii o arada salona nereden girdiğini anlamadığım sular oluk oluk girmeye başlamıştı. Tabii havuz halini almış terastan girmişti. Oturma odası da pirinç tarlası gibi olmuştu. Ben ve Nesli evde çarşaf, plaj havlusu, ne varsa suyu çekmek için çıkarttık ve suyu leğenlere doldurduk. Belki de o sulardan kurtulmaya çalışmak korkumu azaltmış, kendimi düşünmekten vazgeçmeme sebep olmuştu. Salondaki ve oturma odasındaki parkeler kısmen kalkmıştı. O andan itibaren bizim için bir, bir buçuk ay sürecek ve sonradan hepsini boğup üzerine beton dökmek  istediğim çakal ustalarla uğraşma anı da başlamış olmuştu.
Terasın cephesini yeni mantolama, sıva, boya yaptırmıştık ve mermi gibi olan dolulardan duvar çentik çentik açılmıştı.
O arada duvardaki hasara bakarken fark etmiştim ki, bütün çiçeklerimiz delik deşik olmuştu. Ne yaprak kalmıştı, ne bi şey. Minik domates fideleri olduğu gibi gitmişti haliyle. Hergün akşamüstleri severek suladığım çiçeklerin heba olmasına, canlarının acımasına üzülmüştüm.
Bizim çakallarla uğraşırken çiçekleri her zaman olduğu gibi akşamüzeri sulamaya devam ettim. Eylül sonunda fark ettim ki, domates yine içten içe toparlanmış ve fide vermeye başladı. Bu kez sevindiysem de, zamanının geç olacağını düşünüp, onları ekmekte hata ettiğimi düşündüm. Havalar geçen hafta soğuyunca içeri aldım, güneş çıkınca yeniden dışarı çıkarıp fotosentezleştirdim. Şimdi yine dışarıda, arada kuşlar gelip yapraklarını yiyor. İçimden kuşlara yapraklarını didikledikleri için kızsam da, bari onlara faydası olsun, kursakları dolsun diyorum. Nesli, olsun kışın içeri alır, sera domatesi yaparız ve yaprakları çok güzel kokuyor diyor. Onları üşütmemeye hasta etmemeye karar verdim.  



Edebiyat karın doyurmaz, çay içirtir. İç, iç, iç... Gece uykun açılsın. Artık yeşil çay içirtsin edebiyat diyorum.  
Dün kırmızı çay ve NatHamsın'ın Açlık'ı beraber yedim, içtim. Sevdim mi? Evet onca yoksunluğunu, kendisiyle dalga geçerek anlatmasını sevdim. Ağlak, acıklı değil. Ne olursa olsun, ağlaklardan hoşlanmam. Gerçi sanırım ilk otuz beş sayfadayım; daha sonra nasıl gider bilemiyorum. Ama Nathamsın Bey her şeyi ince ince anlatarak içime öküz oturttu. Sağa döndüm, omuzundan baktım, vitrine gittim. Offf yaaa, offff. Ama haklayacağım bu romanı. Eğer şimdiye kadar yazdıklarımı içinize öküz oturmadan okuduysanız size teprik koyarım. :) Sanırım bütün bunlar NatHamsın amcanın sayesinde oldu. Hızlı hızlı yazan ben gitti, böyle vır vır vır kafa ütüleyici biri geldi. 


Dün ayrıca kargo vasıtasıyla sahip olduğumuz bu karton kolileri atmak yerine, kışın hep yaptığım üzere, çöp poşetleri ile kalın bantla bantlayıp, kaplayarak arka bahçedeki kedilere ev yaptım. Malum havalar soğuyacak. Fakat yarın yağmur yağacakmış. Hava şimdiden kapadı bile. Bu deyyus kediler girsinler de ıslanmasınlar.
Kedi demişken, gazetenin birinde bi hayvan psikologuna rastladım. Kediler ve köpeklerin psikolojik durumunu anlatıyordu. Kediler doğası gereği yalnız yaşadıklarından kendi alemine çekilirlermiş.Lütfen onlara nankör kedi sıfatını layık görmeyin. O yüzden bir yerde, iki kedi durmadan kavga edermiş. Burası benim, defol git lan diye. Bizim arka bahçedeki kediler bi sürü olduklarından geceleri bi şirretleşiyorlar bi şirretleşiyolar, manyak gibi bağırıyorlar. O'lum, kızım neyi paylaşamıyorsunuz, yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda diyoruz da, durumlar öyle değilmiş işte. Zaten bizim Viki kedisinden de belli. Gece olunca gider evin bi ucunda tek başına takılır, kuul kedi.
Köpeklerse doğada sürü halinde yaşadıklarından onların bu yüzden kavga etmeleri gibi bi durum yokmuş. Bi de hayvanların gözlerine direkt bakmayın, bu sana meydan okuyorum, hadi gel bakalım sıkıysa anlamındaymış. Ben bunu biliyordum. Havlayan köpek ısırmaz lafı da kısmen doğruymuş. Bak havlıyorum bu sana uyarı. Eğer dediğimi yapmazsan hiç gözünün yaşına bakmam ısırırım manasında. Son olarak sokak köpeklerinin başını sevmeyin. Bu senin üzerinde hakimiyet kuruyorum, anlamında olabileceği için köpek bunu tehlike olarak sezebilir ve size beklenmedik bi şekilde hamlayabilirlermiş.
Benden söylemesi.
Şindilik bu kaa olsun mu sevgili dünlük? 

Not: Bu ne yahu? Şimdi de deli gibi yağmur yağıyor. Allahım sen koru.

14 Ekim 2013 Pazartesi

İyi baryamlar


(İşte Baryam! bu çıkartma gibi ikiyüzlü. Bu minicik kuzular, önce bacaklarımızı kırın, kesin bizi diye yumak yumak oturup, sevimli sevimli bakarak kesilmeyi beklerken bayramınızı kutlamıyor.)

Size iyi bayramlar demeyi ben de çok isterdim. Ama diyemiyorum. Sakın bende bi sorun olduğunu düşünmeyin. Bu bayram ters abicim. Tersolaştırmışlar, amacından sapmış gitmiş, deepfreze konuk olup, "baryam" haline gelmiş.
Hadi hadi, hepimiz Osmanlı Bankasıyız ve birbirimizi kandırmanın hiç alemi yok cancağızım. Biliyoruz ki, bu bayram, yüzde doksan kişi kurbanı et yemek amaçlı kesiyor. Deepfrezemiz dolu olsun, gavurma pilav yapalım, ehe he hehhheeee... Ertesi günlerde de sınırsız ve sinirsiz et yiyelim. Komşuya iki kaburga versek n'oluverir ki? Verirken boynunu bük, masum ermiş ifadesi takın ve kurban kestiydik de, “bıyrın NebaaT Ablağ.”
NebaaT Ablana verdiğin kaburgalarla sevap işlemeyeceksin, sadece hayatında her zaman yaptığın gibi -mış gibi yapacaksın. NebaaT Abla yüzüne “Allah kabul etsin” deyip, arkandan, “kurbanmış pöfff, yemezler canım, yemezler” diyecek. Sen de bunu biliyorsun ama n'apacaksın ki durum böyleyken böyle işte.
Biraz önce ekşi sözlüğe baktım da, bir takım kurban kesiciler ekşiye kürtajı savunan insanın kurbana karşı olması diye bi entry girmişler. İnsana kıyıyormuşsun da, koyuna ne demeye kıymıyormuşsun. He yavrum, he... İkisi de aynıydı! Kürtajı insana değil cenine uyguluyorsun. O da hangi şartla neden yapılır düşünebiliyor musun? Bundan daha önce de bahsetmiştim. Hiç bir kadın genelde içindeki canlıyı sonlandırmak istemez. Ama yaptırmak zorunda olduğu haller vardır. Lütfen saksını çalıştır. Erken yaşta olabilir, çocuğun hastalık riski vardır, tecavüz sonucu olmuş olabilir, zamanının mümkünü yoktur. Hiç bir kadın görmedim ki, kürtaj olduktan sonra “baryam” yapsın. Çocuk dünyaya geldiğinde bir sıfır değil, yüz sıfır yenik başlayacaktır.
Biliyoruz, bu dünyada insanların dişlerinin arasından metafor olarak da, gerçek manada da etler sarkıyor. İnsanlar birbirini yiyip duruyor. Kesiyorsun bari kitapta belirtildiği üzere, bunu gerçekten insanlara yardım amacıyla yap. Hayvana eziyet etmeden, olabildiğince zararsız bir şekilde yap. (Artık günümüzde hayvancılık fabrikalarda yapıldığından, hayvanlar fazlasıyla işkence görerek yetişiyor, kesiliyor. Erkek civcivlerin diri diri çuvallara doldurulup, gömüldüğünü de biliyoruz. 
O hayvanlar da, insan vücudunda etkiye tepki olarak belki de doğaya zulümden insanların vücuduna çok zararlı oluyor.)
Müslümanı da, ateisti de...
Bi bakıyorsun dine inanmayan bile kurban kesmiş. Bu ne şimdi biraderciğim deyince “eh he he kurban Allaha, et çengele, -günümüzde Uğur Derin Dondurucuya-
Yapmayın etmeyin. Ne gazeteleri, ne televizyonları açabiliyorum. Otoyollarda kurbanın peşinde ellerinde bıçakla, satırla  koşturanlar, bacaklarını kıranlar, elektrikle öldürenler, daha neler, neler? Boğaz kıpkırmızı kana bulanıyor.
Bütün dinlerin ritüellerini bilmiyorum ama hıristiyanlık ve müslümanlıkta kurban olduğunu biliyorum. Noel zamanı delice kesilen hindiler, çoktandır Türkiye'de kesilir oldu. Yılbaşı sofrası hindisiz olmaz. Vah vah vahhhh. Çok üzüldüm çok üzüldüm, hindi alamadınız diye. Yemezseniz arka nahinezdeki yağlar eksilir. Gidin bi de ağaç kökleyin, evinizin camının kenarına koyun, biz de “ayyy ne sösyiti, ne sösyiti” diyelim de, siz de bütün toplumsal gelenekleri yapmanın derin huzuruyla, ikiyüzlü topluma entegre olun.
Olun, olun!








11 Ekim 2013 Cuma

vardı...


Yeryüzü ve gökyüzü
Bi de arasındakiler
vardı
Yol 
Sahil
vardı
Yol varırken
Martılar deniz üstünde sohbete varmışlardı,
Deniz kıyısında bir kayanın üstünde
Adamın biri
Denizin dibine doğru
Karamsarlığa 
varıyordu
Balıkçı balıktan, paraya varıyordu
Sahilde yürüyen kadın şişmanlıktan
Zayıflığa
Araba
Ev 
vardı
Yaşlılar çoktan gençliklerinden varmıştı
Gençler çocukluklarından
Çocuklar nerden varmışlardı?
Hava 
Deniz
vardı
Zeytin, mandalina, üzüm satan vardı
Huzurevi 
Huzur 
var mıydı?
Yol kenarındaki evlerde
Gündüz
belki vardı
Gece karanlıktı
Ruhlar karanlığa
 vardı
Sokak köpekleri yapayalnızlığa
Sarhoşlar kafanın dibine
 vardı
Aynı evde yaşayan ayrı
Eşsiz eşler
Vardı
Ayrı evde yaşayan
sevgililer
vardı
Fahişeler, pezevenkler
Vardı
Ezikler
Ezilenler, ezenler
 vardı
Yol
Yaşam
vardı
Karanlık vardı
Kediler, köpekler öldürülüyordu, gizemli resmi adamlarca
Sokakta, tenhada
Bir adamı dövenler vardı
Bir kadına, bir çocuğa bağıranlar
Vardı
Gündüz
Gece
Vardı
Hayat 
Bir pozitif
Bir negatif 
vardı
Hayat 
Önce
İşletme
Sonra muhasebe
Vardı
bilançoda
Kar zarar
Vardı
Ama
Hayat
Hayattı
Karı, zararı
Yoktu
Sadece
Varıyordu...



6 Ekim 2013 Pazar

Suzan Defter ve diğerleri


Ekim ayı inanılmaz bi soğukla başladı. Bu kadarını beklemiyorduk doğrusu. 

Her sene kış mevsiminde yaptığım, yazın hasretle özlediğim uzun yürüyüşlere dün başlasak da, bugünkü soğuk "otur yerine de, Ayfer Tunç'un, Suzan Defter'i oku dedi. Okudum ve aynı gün bitirdim.
Ayfer Tunç bu kitabı farklı bi teknikle yazmış. İlk başladığınızda matbaada dizim hatası yapılmış bir kitap hissi olduğunu düşündürüyor. Meraklı ben, kitabın ana fikri ne diye internetten şöyle bi baktığımda bu tip yorumları okuduğumdan şaşırmadım.
Ayfer Tunç'un romanlarındaki kahramanlar sıradan görünen insanların sıradışı hikayeleri. Yani bu kadar hızlı bitirmemin sebebi edebi yönü kuvvetli olması birinci nedense, ikinci neden hayattaki karşılığı. Yooo sakın yanlış anlamayın, bu romanda ya da herhangi bi romanında kendimden izler bulmadım, (Çok komik olur) gerçek hayattaki yeri çok fazla olduğundan bende derin izler bırakıyor. Hüzün yapcam diye kasmayan, gerçeği gerçek olarak anlattığından garip bir hüzün ve keder basıyor. Ağlama hissi yok. Sanıldığı gibi ağlama hissi ağır gerçeklerde değil, hafif melodramlarda oluşur. Belki ağlamak istersin de ağlayamazsın, bi şeyleri bahane etmek isteyip ağlamak ister gibi, eski yeşilçam filmlerini izleyip ağlamak gibi bi durum oluşur.
Gerçek acıtır, insana boşluk, hiçlik, keder yükler. Onun tadı farklıdır. Eğer çok ağır gelirse Cnbc-e den bi komedi dizisi açarak ondan kurtulmak istersin.
Hah hah şu anda Amerikalı dizi oyuncuları çok deli deli bağırıp duruyorlar. Aynı Almanlar gibi vurgulamaları, kafamı kaldırıp da hangi dizi olduğuna bile bakmadım. Ama bu garip his hangi komedi dizisini izlersen izle senin yakanı bırakmaz. Bırakmasın da. Gerçek hayat, günlük hayatın rutin işleri sayesinde belki acısından ve keskinliğinden kurtuluyor. Evdeki eksik peynir, yumurta, ekmek ya da evin badana yapılması gerektiği bize bu acıların derinliğinin unutulmasında yardımcı oluyor. Sakın bunları sıkıcı bir rutin olarak görmeyin.
Ayfer Tunç'dan önce Sabahattin Ali'nin Yeni Dünya öykü kitabını okudum. Yakın geçmişten toplumsal öyküleri okuduğumda, savaştan yeni çıkmış ülkede yine en ezilenlerin halk olduğunu inanılmaz bir fakirlik, yoksunluk ve tabii olmayan adaleti okuyunca bazı zamanlarda migrenim tutuyor, ilaç falan kar etmiyor her zaman olduğu gibi. O yüzden Sabahattin Ali okumaya devam etmemeye karar veriyorum.
Bir sonraki okumam Paul Auster'in Sunset Parkı olacak. Yarın başlarım sanırım. Bu yaz biz Gezi Parkı'nı okuduk ve Gezi Parkı gözümüzü açtı sağolsun. Kiminin üç beş ağaç diye küçülttüğü, yok olan ormanlar, canlı türleri, gri asfalta, betona, otoparklara kurban veriliyor.
Geçen kütüphaneye gittiğimde James Joyse amcanın Ulyses gördüm. Ehhh pek zor bi kitap olduğu herkes tarafından söylense de okuyanlar, methede methede bitiremiyor. Önsözünü okuduğumda çevirmen, bu işi yapmak ne büyük çılgınlık biraderim falan mealinden yazı yazmış. Offf dedim, şimdi zamanı değil. Kafamı toplamam lazım. Zira malum geçtiğimiz günlerde biraz dağılmıştı. Toparlıyorum, bakalım. Herşey ikiye ayrılır tezinden yola çıkarak Ulyses okuyanlar ve okumayanlar diye de ikiye ayrılır düşündüm. 
Benim off pofff, ödevmiş gibi serzenişlerime bakmayın siz. Trt Türk camiye dönmeden önce, Perihan Mağden Dublin'e gidip "Kentler ve Gölgeler" programında James Joyse amcayı tanıtmıştı. James amcanın odası tek kişilik bir karyola büyüklüğündeydi ve o Ulysess orada yazmış. Masa yok derseniz, yaratmış, -o yaratmıyacak da, biz mi yaratacaz- almış bir valizi karyolanın üstüne yazı masası olarak kullanmış. Mesele kafa, akıl fikir meselesi. Yoksa illa Ikeaya gideyim de demonte güzel bi masa alayım diye kafaya takmamış. Ne eti olduğu belli olmayan top köfteleri kantin gibi ruhsuz yerde tıkınayım falan da dememiş :) 
İşte bu kaaaa bugünlük, sevgili dünlük.... 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...