25 Nisan 2012 Çarşamba

Bayan Sorguç iş başında


İster bir bankada, ister hastanede. Bi sıra beklerken ya da parkta yorgunlukla ilişilen bir bank. Zaman çok. Yabancı iki kişi. Söz az. Az mı hakkaten?
Hiç tanımadığınız biri. Hemen size hayatını fütursuzca anlatmaya başlar. Gizlisi saklısı olmadan. Az sonra, bir iyi günler bile demeden, arkasına bakmadan işini halletmeye gidecek. Ama gitmeden önce, önce sizin kafanızı halleder. Gelmişini geçmişini, kaynanasını, gelinini, damadını, kocasını anlatır. Artık kimden dertliyse. Her şeyi anlatır da anlatır. İnsanın kendine ait özeli olması gerekir. Hiç görmediği tanımadığı birine böyle patır patır anlatıvermek.
Bizim ülkemizde psikologlar iş yapmaz. Yapmaz çünkü herkes karşısındakine anlatır böyle. Tabii buna etken sizi bir daha görmeyeceğinin vermiş olduğu rahatlık vardır. Dök içini rahatla. Karşındakini sıkıyormuşsun, sıkmıyorsun hiç umrunda olmaz. Her şeyi kendi penceresinden anlatır durur. İnsanın kendi sıkıntısı yokmuş gibi hiç tanımadığı birini dinlemek zorunda kalır. Ben istiyor muyum seni dinlemek?
Hadi bununla kalsa iyi. Önce bi kuvvetli iç geçirdikten sonra, “hadi, hadi sıra sende, ben anlattım, şimdi de sen anlat” mealinde başlar, en özeline en özeline, bosdoslama sorularla dalmaya. Edep ya huuuu iye bağırmak gelir içinden. Sen kimsin ki, böyle sorular soruyorsun? Hangi hakla ve ne cüretle? Aslında senin derdin umrunda değildir, onun. Onun derdi, senin hayatını deşerek, bi maraz aramaktır. Böylelikle kendi derdi hafifleyecektir bi nebze. “vayy be bi tek dert bende yok arkadaş, bak daha neler var” diyecektir.
Eee peki bakalım ben senin gibi kendimi ortalara atmaya, böyle fütursuz olmaya meraklı mıyım? Meraklı mıyım hiç tanımadığım birine her şeyimi anlatmaya? Senin ne hakkın var be insan evladı bana en özelim hakkında sorular soruyorsun? Haa bi de o yetmezmiş gibi, hesap bile sorma, sana akıl vermeye kalkar.
Bi tanıdığım kadın vardı. Hayatı hiç de planladığı gibi gitmemiş, her şeyi tepetaklak olmuş. Kendi derdini unutmak için, bi zamanlar “sıcağı sıcağına” diye sapık bi program vardı. Nasıl iştahla izliyordu. Sonra da çok iyiliksever gibi “vah vahhh bak ne insanlar var, ne dertler var” deyip kendi derdini unutmaya çalışıyordu.
Dün gittiğim sağlık ocağında, iki yaşlı kadın yan yana oturmuş. Biri işte diğerini fütursuzca sorguluyor. Her şey iyi hoş. Kadının çocukları var, torunları var, durumlar herkes gibi orta direk. Yok, yok, yok. Dert yok. Kadın siyasi şube polisi gibi en sonunda kadının torunlarından birinin özürlü doğduğunu ve bu yüzden de damadının kızından boşandığını öğrendi. Mutlu oldu sonunda. Valla. Sorgulanan kadına daral geldi. Bi offff çekti. Bütün sordukları yetmezmiş gibi bi de kadına demesin mi”astımın mı var?” “Yok sıkılıp, daralınca nefesim tıkanıyor.”
Sesini çıkarmadı. Sıra numarası gelince de, bi “iyi günler” bile demeden defolup gitti.


11 Nisan 2012 Çarşamba

İşkence çadırı: Sirk


Genelde yarıyıl tatillerinde turneye çıkıyorlar sanırım. Allahtan hiçbirzaman gitmedim. Gitmemem bilinçli bir seçim değildi geçmişte; o bilinçli olmadığım dönemde onları izliyor olsaydım, gene de fena halde canımı sıkardı.
Şimdilerde ise baya baya nefret ediyorum. Cilalı isimlerle kutsanmaya çalışılıyor sirk dedikleri bu garip mekânlar. Ne acayip bi dünya. Bi yanda hayvan hakları için, bazı insanlar imza toplarken, hayvan hakları derken diğer yanda başka insanlar da hayvanlara yasal olarak yapılan işkenceyi para ödeyerek izlemeye gidiyorlar. Yapılanlar nelerdir: ayılara etek giydirlir, aslanların ağzına kafa sokulur, doğadan koparılıp, şehir şehir bir kafes içinde gezdirip durulan file tek ayak üzerinde durmak öğretilir. İnsanlar da buna nedense güler! Maymunlar bisikletle tur atar. Daha neler neler. Sanırım sirkler insanın en temel duygularına hitap ediyor. Her insanın içinde az veya çok bulunan psikopatlığı dışa çıkarıyor. Trapezcileri izlerken bazı kişilerin içinden onların düşmesini, düştüğünde alacağı zevki, hazzı ne derseniz işte, gözlerinden okuyabiliyor insan. Tıpkı yaşam gibi. yaşamda da, bir kişinin standartları düştüğünde daha önce kıskanan bazıları tarafından, “oh oldu, iyi oldu,” sevinç çığlıkları, üzgün bir maske altında kutlanmaz mı? - “Düşenin dostu olmaz” dememiş mi atalarımız?- Kimbilir, elini timsahın ağzına sokacak kadar güçlü bi insanı, “kolunu kopar da gör sen gücü, sen de bizim gibi zaaflar ve zayıflıklardan oluşan sıradan bir insansın,” düşüncesi içimizden geçendir. Ama unuttuğumuz nokta, timsahın ya da aslanın ağzına kafasını sokan kişinin eğitimli ve karşısındaki koskoca hayvanların binbir türlü işkenceden geçtikten sonra güçsüz hale getirilmesidir. 
Eğer bir insan bilinçli olarak burada çalışmayı seçmediyse, onlar da benim gözümde aynı esareti yaşar. Hani duyarız sağdan soldan: annem babam sirkte çalışıyordu ve ben de bir çadırda dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli bu işi yapıyorum, seçme şansım olmadı.
Buradaki insanların yaşam şartları nedir ne değildir bilmiyorum ama dışarıdan gördüğüm kadarıyla, kocaman hayvanların içinde kıpırdayamadıkları kafeslerde, bir şehirden diğer şehre taşınmaları bile başlı başına bi eziyet, işkence. Belli ki istenilen komutları yapmaları için, yemek, su gibi temel ihtiyaçları bile doğru dürüst verilmiyor, “insan” eğitmenleri tarafından! Daha da etkisiz kılınmaları için “insan” eğitmenleri dişlerini söker, ayak tabanlarını yakarlar.
Daha fazla bu show dedikleri nasıl seyredebilir ki? “İnsan” üstelik de çocuklarını bu zalimliğe ortak edip, çocuklara bunun masum bir gösteri olduğuna inandırarak.
Sokaklarda eskiden sahipli cins köpeklerin, sahipsiz yalnız, ufka bakarak telaşlı yürüyen gözlerini görünce de, içimden neler geçiyor. Çocuklara sanki bir malmış gibi alınan hayvanlar. Öyle ya, mal dükkânda satılır. O da dükkândan alındığı için kimi evlerde o canın bi kıymet-i harbiyesi yoktur. Bakımından, sorumluğundan sıkıldığında sal sokağa gitsin. Bunu neden yaptıkları sorgulanmıyor bile. “Ne yapsın zavallı kadın bakamıyormuş, zor geliyor bakımı, ah bu geçim sıkıntısı yok mu” diyor. Bakar mısınız özrü kabahatinden büyük. Peki bütün bunları aldığında düşünmedin mi? Yoksa düşünme yeteneğini kayıp mı ettin? Yoksa “insanlık mı kayıp”
Kabahatler kanununu yazsam yeniden!
Dün de hayvanseverler Başbakanla görüştüler. Hayvanlara yapılan eziyetlerin kabahatler kanunundan çıkarılıp, TCK ya girmesi için. Kimbilir? Bakalım nasıl olacak? Haberlerde izlediğimiz kadarıyla umutlu olduklatını söylüyorlar. Umarım umutlu oluruz. Sokaklarda kedi köpek v.s. gibi hayvanlar eziyet edilmekten, mal gibi görülmekten vazgeçilir.
Biraz önce millitarih.blogspot göz gezdirdim. 1940 yılında Üsküdar’da kargaları öldürme emri çıkarılmış. Hatta bir ölü karga getirmeyene ceza kesiliyormuş. Vay vay vay! Nasıl iş bu anlamıyorum. Bazen çok acımasız olabildiğimiz gibi, bazen de kuşlar için vakıflar kuran atalarımız var? Peki hangisiyiz biz?
Ne kadar da çok yazdım dağıttım konuyu.
Sirklerden başlamıştım değil mi? Son olarak orası için aklıma geleni söyleyeyim: insanların maymun, maymunların da insan taklidi yaptığı garip bi mekân.

10 Nisan 2012 Salı

Düğün ve cenaze bağlamında laiklik

                                              Hakan Gürsoytrak 
          
Bu ülkede her şey o kadar çelişkili ki. Bir yanda Sivas katliamında, insanları diri diri yakan katillere zaman aşımı uygulanıyor, öldükten sonra cesedinin yakılmasını isteyen bir kişinin bu hakkı kullanması engel olunuyor. -Meral Okay.-
Şimdi ‘’Türkiye laiktir laik kalacak !’’ diye bağıranlar, Türkiye’nin gerçekten laik olduğuna inanıyor musunuz? Daha doğduğun anda nüfus kağıdına İslam yazılmış bir kimliği taşıyorsun. Belki yetişkin olduğunda, başka bir dine ya da ateizme inanacaksın. Öyle olmasına rağmen, kimliğinde İslam yazacak.
Bu ülkede dini özgürlük deyince, sadece türbana özgürlük olarak meseleye tek taraflı bakılıyor ve uygulanıyor. Kaldı ki benim türbanla baş örtüsünle hiç işim olmaz. İnsanları inancına göre yargılamam. Yaşamda herkes kendi seçimini yaşar ve sorumlusu da odur. Ben veya sen bir kişiye karışma hakkımız olmadığı gibi benim de inancım doğrultusunda o düşünceye saygı duyulup, onu yaşayabilmem gerekir.
İslam dininden başka dinlere de inanan bir çok insan olduğu halde, inancını özgürce yaşayamıyor.  Sadece Aziz Nesin 1995 yılında son anda Bakanlar Kurulundan çıkan bir kararla vakfının bahçesine gömüldü. Yeri de tam olarak bilinmiyor. Trajikomik olan şu ki; Sivas’ta diri diri yakılmak istenen Aziz Nesin zorlukla istediği gibi gömüldü.
Tek ulus, tek dil ve tek dini inanışın olduğuna inanılan bir ülke burası. Yezidiler var mesela, çok merak ediyorum, din hanelerine ne yazıldığını.   
Nüfus cüzdanında din hanesi yazılıyorsa ve öldüğünde bu dünyadan bedeninin nasıl ayrılacağına sen karar veremiyorsan, nasıl laik bir ülke olabilirsin? Din ve devlet elele işte. Yabancı biriyle evliysen ve aynı mezarda yatmak istiyorsan böyle bir şey mümkün değil. Yaşarken çizdiğimiz sınırlar yetmezmiş gibi ölünce de sınırlar çizip, kategorilere ayrılıyoruz.
Bazı ulusalcı kesimden arkadaşlardan da şunu çok duymuşumdur: Yabancılar ne güzel kilisede evleniyorlar. Hem laikliği savunup, hem de kilisede evlenme fikri onlara çok cazip geliyor. Yani bizim camide evlenmemiz gibi bir şey. Bir de babanın kolunda damada teslim edilme durumu var ki; kadını, bir erkekten diğer erkeğe devir teslim ediyormuş gibi. Gibi burada fazla oldu. Şekil olarak da olsa, oldukça bağnaz bi durum bu.  Allahtan ki, bizim ülkede evlenme belediye onayı ile oluyor.
Diyanet işleri cumhuriyet kurulduğundan beri devlete bağlı ve bizim vergilerimizle destekleniyor. Laik miyiz hakkaten ya?
Nur içinde yatsın Meral Okay  bilmediğimiz bir aleme gitti. Hayal gücünden yoksun olan yoz kafalı bir takım insanlar onun hakkında olur olmaz gastesinde başlık attı. Müslümanlıkta ölünün arkasından konuşulmaz. Konuşulmaz çünkü giden, artık kendisini bu alemde ifade edemez. Ve bence her giden bizden daha üstün bir konuma geçmiş, bilinç düzeyi yükselmiş, bizim bilmediklerimizi biliyordur.  Sadece bu faktör ölüye saygı duymanı gerektirir. Ee tabii herkesin meşrebi farklı!
Konuyu dağıttım gitti. Aslında bu yakılma fikri bana hiç de kötü gelmedi. Zaten yaşarken dünyada mülkiyetlerle o kadar yer kaplıyoruz ki, bari artık toprağın altında boşuna yer kaplamamalı insan.  Kemiklerimiz kül olsa ne yazar, olmasa daha iyi olur. Ama Türkiye’de krematoryum yok. Laiksek, din ve ve vicdan özgürlüğü varsa kremasyona devlet izin vermeli.
Üstelik de mezarlıkları şehir dışlarına yaparak, ölülerden kaçıyoruz, korkuyoruz. Artık bizden olmadığını düşünüyoruz. Bu dünyaya kazık kakacak gibi yaşıyoruz ve  mezarlık gördüğümüz anda sıranın bize geleceği korkusu sarıyor.. Aslında bu da belki hayatta kalmak için içgüdüsel bir davranış şeklidir.
Ölülerden korkmak da nesi? Bazen dirilerden öyle korkuyorum ki, insanları gözü kırpmadan öldürenlerden, felaketlerine neden olanlardan, dedikodu yapanlardan, açgözlülerden, pisliklerden… gerçekten korkuyorum.




6 Nisan 2012 Cuma

İzmir 1. Boyoz Festivali



Hadi bakalım boyoza gel. “Boyoz da Boyoz, Boyoz da Boyoz” deyip, şimdiye kadar hakkını vermemek ayıp oluyordu. Bi sahip çıksanıza. Nerde bu belediye? N'aparsın sen? Şimdi burdan Boyoz Festivalinin bir-incisini duyurmak da ayıp amaa, hadi buna da şükür diyozzz.
Oysa evrenseli, yerelde yakalıyacaksın. Tamam mı?
Denilen odur ki, bu boyoz denen yağlı poğaça, İspanyol Yahudilerinden İzmir'e miras kalmıştır. Bak ne güzel işte. Çok renklilik herkese artı değer katıyor. Bizlerden başkasına, başka milletlerden bizim kültüre aktarım.
Tamam tamam önce, bir-incisi düzenlenecek olan Boyoz Festivalinin yerini ve zamanını söyliyeyim.
Alsancak Vapur İskelesi önü, 6 Mayıs saat 11. de başayacak. On bin boyoz, beş bin yumurta, çay, gazete, müzik ile açık hava kent kahvaltısı yapılacak. Ayrıca stand up gössterileri, boyoz yeme yarışması falan da yapılacakmış.
Festival kurumsal kuruluşlarla desteklenen ilk eğlence festivali olma özelliğini taşıyO..
Hazır boyoz festivalini duyuruyorum; madem tarihçesini de yazayım da bi katkım olsun.
Boyozu İzmir mutfağına 1492 sonrasında İspanya'dan kovularak İzmir'e yerleşen Seferad Yahudi toplumu kazandırmış. Evet duyumlarım doğruymuş.:)
İspanyol kültürünün uzantıları olan Arjantin, Şili, Peru, Meksika gibi özellikle Seferad kökenli toplumlarda da, peynirli ve ıspanaklı türleri sıklıkla hazırlanmaktaymış. Valla ıspanaglısını öneririm, en güzeli o oluyor. Tabii bu boyoz denen naneyi, sıcakken yiyeceksiniz, soğuyunca kayış yiyormuş gibi bi his oluyor bünyenizde.
İsmi de bi hoş di mi? Ben İzmir'e taşındığımız ilk günlerde “boyoooozzzz boyoooozzzzz” diye bağıranları duyunca n'oluyo la, bu da ne böyle” demiştim. İsmi çok komik gelmişti. Meğerse İspanyolca “bollos” (bohçalardan) türemiş. Kat kat olduğu için.
İzmir'de de en meşhuru Avram Usta yaparmış. Öyle ki öldükten sonra bile Avram Usta'nın boyozu diye satılmaya devam edilmiş. Avram Usta'nın geleneğini ise devam ettiren Alsancak Dostlar Fırını'nın sahibi olan ustalar yaşatıyorlar. Çalışırken arada bi alırdım. Pek müdavimi değildim. Şişko bi arkadaş vardı, her sabah dört boyoz, iki de fırında pişmiş yumurtasını alıyordu.Yumurtaları da fırında piştiği için rengi yeşilimtrak oluyor.
Şimdi burada size bunun tarifini verecek değilim. Tavsiyem sakın netten bi yerlerden; “ahaa buldum tarifini, n'olcak ben de yaparım, amannn elim bi marifetlidir, bi marifetlidir, her şeyi yaparım” demeyin. Şimdi evde yapılacak yiyecek var, yapılmayacak şeyler var. Bu boyoz da evde yapılamayacak yiyeceklerden biridir.
Çıkın bi sabah ya da akşamüzeri, oturun afiyetle yiyin.
Tamam mı?
Bu anlattıklarım da benden size bi kamu hizmeti olsun.... 
Tamam mı?

4 Nisan 2012 Çarşamba

Şehrin merkezinde ama çok uzakta!


Geçtiğimiz hafta içinde, her zaman yürüdüğümüz yerlerin dışında yürümeye karar verdik.
Ve keşfettiğimiz bölge şehre o kadar yakınken, o kadar uzak kalmış ki. Burası her İzmirlinin bildiği Varyantın üzerindeki mahalle. Uzun yıllardır burada yaşamama rağmen, buraya ilk kez geldiğime şaşırdım. Bizim için asıl şaşırtıcı olan da, zamanında burada epey güzel taş evlerin olduğu. Konumuna ve evlerin güzelliğine baktığımda, ancak varsılların yaşayabildiği bir semt olduğu anlaşılıyor. Manzara muhteşem. Karşıyaka, Konak, Bornova ve tabii körfez gözlerinizin önünde sereserpe. 
Ben İzmir'de böylesi güzel tarihi evlerin pek olmadığını düşünüyordum. Alsancak gibi eskiden Levantenlerin yaşadığı semtler dışında, tarihi evler o kadar az ki...
Üzüldüm, gerçekten üzüldüm. Böyle güzel evlerin bir köşede fiziken şehre yakın ama dışlanmış olmasına. Kentsel dönüşüm burada çok eskiden yaşanmış. Ne olmuş da burası bi kenara atılmış. Dağın başına yapılan çirkin mimarili dubleks bilmem ne evleri çok değerli oluyor, böyle şehrin merkezinde harika manzaralı semt, öksüz bırakılmış. Bazı insanlar, her şeye rağmen bu tarihi evleri belki sonradan satın almışlar, belki ilk sahipleri bilmiyorum; restore edip oturmaya devam ediyorlar. Diğer evlerse harap bitap, öylece durup duruyor.  Konak meydanı maket gibi, insanların sağa sola koşturmaları, otopark, belediye otobüsleri v.s. maket alanının canlanmış hali gibiydi. 
İstanbul'da olsa burası diye düşündüm mutlaka bu evler yeniden sahiplenilir ve kente tekrar kazandırılırdı. Oysa yaşamaya çalışan bu mahallede bir bakkal bile yok. İhtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz küçük esnaf yok. 
Bizde belediye özellikle İzmir ve Konak Belediyesi böyle şeylere önem vermiyor. Daha çok göz önünde olan küçük icraatlarla takdir edilmek istiyor. 
Tadilattan geçmiş bazı evlerin fotoğraflarını çok istediğim halde çekemedim. Diğer evlerde gördüğünüz gibi harap halde. Aslında buranın mahalle olarak restorasyondan sonra çeşitli tasarımcıların, butik pansiyonların, küçük lokantalardan oluşan bir mahalle olmasını çok güzel olurdu. Evet koca bir Du eki. Neden biz de her şey göstermelik oluyor. Burası Konak Meydanı'na o kadar yakın ki. Hemen arkası ise, İkiçeşmelik'te yeni ortaya çıkarılan Agora Meydanı.
Var. Evet tarih var, güzelik var ama bunları gerçekleştirecek Yönetici yok. Koltuklarda oturanlar Yöneteme-yici. 
Neyse... Eğer İzmir'de oturuyorsanız ya da bir gün buraya yolunuz düşerse varyantın üzerindeki bu mahalleye de uğrayın derim. Hele bi camisi var ki, çok güzel. Taş yapı ve bamya minareli.
Şimdi buyrun fotoğraflara...






















2 Nisan 2012 Pazartesi

El-Şükran...

    Temizlik benden sorulur. Her türlü lekeyi çıkarırım. Çimen, kahve, çay, çikolata, mum, mürekkep, pas lekesine kadar her türlü lekeyi çıkarmayı öğrendim. Öğrendim şükür... el-Şükran sayesinde. Bu Şükran var ya, ne Şükran'dır, o, neee? Bu mahalleye taşınana kadar pasaklı sayılabilecek bi kadındım. Canım temizlik yapmak istemiyor ne yapayım? Yani öyleydi işte. Bütün gün mutfak camından geleni geçeni gözlemek çok hoşuma gidiyordu. Bazen perde arkasında sotaya yatıyordum. Anlarsınız işte, izlenmemesi gereken fakat asla kaçırılmayacak mahalle olayları vardır. Sonra ben gideyim bizim kızlara; bunları bi başkası görmüş de bana anlatmış gibi anlatayım. Ne zevkliydi. Bütün kadınlar ağzımın içine düşerlerdi, “hiiiğğ, yapma beee, hakket öle mi?” diyerek. Baya bi sosyal insandım. Komşu toplantılarının vazgeçilmez elemanıydım. El üstünde tutarlardı beni. Ta ki Şükran Teyze'yle karşılaşana kadar. Şükran Teyze, bizlerden çok yaşlı. Yaşı altmış sekiz. Çok titiz bi hatundur kendisi. Dizlerinde kireçlenme olmasına rağmen, bütün gün cam, kapı siler, çamaşır asar. Özellikle yağmurlı günlerde yapar bu faaliyetlerini.  Bi tek beyi var. Çocuklarını evlendirmişler. Bi gün kızlar buna gitmişler, beni de çağırdılar. Gittim. Amannn kadının evi bal dök yala. Bu kadında ne düz böyle, bundan bi nane olmaz dedim. Bildiğin titiz moruk işte. Offlayıp puflayarak oturcaz falan zannediyorum. Meğer bu kadın onca işin arasında, herkesi de dikizlemez miymiş? Biz kahkahalar atıp, milletin dedikodusunu yaparken, kadın gözlerini dikmiş; kamera gibi beni izliyor. Ben içimden, "beni beğendi herhalde, heh heh heee, ahh cağğnım beni alan almış satan satmış. Psişik de olsa bi mühendisle evlendim," diyorum. Bana demesin mi, “kızz çimen lekesi nasıl çıkar, çamaşırlarını nasıl yıkıyorsun? Hangi programda, ayda bir kere 90 derecede beyazları kaynatıyor musun? Tabii ben bütün cevapları “kem küm” eşliğinde verdim. Evet kadına da malzeme çıktı işte. Bana manyak gibi çemkirdi. “sen ne pasaklısın, hiç iş yapmıyorsun, bütün gün camdan bakıyorsun,” aman aman amannn Allah ne verdiyse... Ben takmadım tabii. Bu yaşlı cadı mı benim tembelliğime son verecek şaşarım. Hah hah haaa. Sonra bizim kızların yanına gidip dedikoduya devam ettim. Bok gidersin. Yaşlı cadı onları nasıl yaptıysa yapmış, etamin gibi işlemiş. Hepsi dedikoduya can atmasına rağmen benimle arkadaşlığı kestiler. Lafımı dinlememeler, kafalarını çevirmeler, aşağılayıcı bakışlar, alaylar, laf çarpmalar. “Yaa noluyoruz yaa,” dedim. Selma'yı çektim köşeye. Selma, ki en samimi olduğum arkadaşımdı. Kızım dedi ”kendine gel, bu mahallenin yazılmamış kuralları vardır. Evet camdan bakcaksın ama temiz pak olcaksın. Bilmiyorum valla, bu Şükran teyze böyledir. Onun kurallarına göre yaşarız hepimiz. Sen de bizimle sosyalleşmek istiyorsan, kuralı bozmayacaksın.” “neymiş kural?” dedim. “Birinci kural yağmur yağarken cam silmek” dedi. Hem de cama çıkacaksın, öyle el uzatarak silmek falan yok. Şükran teyze der ki; "bir ev kadının toz bezi, evinin bayrağıdır. Toz bezi, elinde olmayan kadın, kadın değildir. Gene bak sen, camdan. Bak ama toz bezini silkelerken, cam silerken, çamaşır asarken. Senin böyle boş boş bakman, bizim için de kötü oluyormuş." İnat ettim yapmadım, yapmadım ama sosyalleşemedim. Sonra her Allahın günü cam silmeye başladım. Hem de en yukarılara çıkarak. Balkon demirlerini sildim, gün aşırı çamaşır asmaya başladım. Güneş açar açmaz dantelleri kar gibi yıkayıp, astım.Durmadan temzilik yapmaya başladım. İşte bu sayede mahallede dokunulmazlık kazandım. Değdi be, o sosyalleşemediğim günleri hatırlıyorum da, ne kadar kötü günlerdi. Az daha depresyona giriyordum. İşte her şey el-Şükran sayesinde oldu. Mahallenin baskıcı cadısı. Pis moruk. Sayesinde temizlik manyağı oldum. Sor bana güzelim, sor, hangi leke nasıl çıkar?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...