29 Aralık 2013 Pazar

Yeni yol


İnsan canı sıkılınca yolculuk yapmalı.
Şimdi size iç yolculuk yapın, enerji alın verin demeyeceğim. Ben o enerji mevzularını sevmem ama olaylar karşısında dirayetimi, metanetimi korumaya çalışırım. Herkes de kendince bir şeyler yapar sanırım. Kimseye akıl verme gibi bir ukalalığım bulunmaz.
Geçtiğimiz günlerde tesadüfen bir şey fark ettim: Bir minibüse binin ve sizin semtinize göre ennnn uzak semte gidin.
Aman Allahım, ne bilmediğimiz, ne görmediğimiz yerler varmış da haberimiz yokmuş.
Bi de başını cama yasla. İnenlere binenlere bakk. Aynı meraklı kediler gibi!
Evlere bahçelere bakarak, yaşam tarzlarını oku.
En yağ gibi akıp giden asfalttan, en engebeli, insanı daldığı alemlerden uyandıran çukurlarla uyanmak.
Tıpkı hayat gibi…
Her şey mükemmel giderken, bir çukurla sarsılmak.
Sonra tekrar çakır çukur yollarda devam ederken, hiç bitmeyecek dediğin engebeli yolun aniden farkına varmadan bitip tekrar düze kavuşma…
Bundan sonra bunu yapacağım. Canım sıkılınca şehiriçi yolculuklara çıkıp, ennnn bilmediğim en gitmediğimmm yerlere gideceğim.
Eee vakit bol. 21 aralık tarihini de atlattık. Yılın en kısa günü. Bardağa hep boş tarafından bakmamak gerek değil mi?
Biraz da, biraz da değil hep dolu tarafından bakmalı. Artık günler uzamaya başlıyor.
Yoksa hayat ne kadar çekilmez olur.
Bu günler geçecek.
Güzel günler önümüzde. Belki de siz bu yazıyı okurken olmaz dediğiniz bir şey olacak.
Ama bunun için oturup beklemeyeceğiz. Gayret, efor sarf etmemiz gerekir diye düşünüyorum. Bazen o kadar gayret de sarf ederiz ki, olmuyor, ne yaparsan yap olmuyor bazen deriz şarkıcı Teoman gibi.
Ama ben olacağına inanıyorum.Neden olmasın? 
Bir de olayın şu yönü var, oturup beklediğin takdirde hastalık hastası insanlar gibi kendini dinlemekten, “ah durumum çok kötü” deyip kendine acımaktan kendini daha da aşağılara çekiyorsun.
Oysa ki istediğin ya da mücadele ettiğin durumdan kurtulmak için; mücadele ederken o anı hissetmiyorsun, aynı sıcak bir yara gibi!
Ancak o kara kötü günleri atlattıktan sonra, geriye dönüp baktığında “vay be neler atlatmışım, ben de peygamber sabrı varmış” diye kendini tebrik bile ediyorsun.
Yolculuk…
Kesinlikle iyi geliyor, kendini dışarıdan seyretme imkânı sağlıyor.
Sadece çevreyi değil, izlediğin çevrede kendini görüyorsun.
Bazen insan kendine o kadar yakın durur ki, o yakınlıktan hiç bir şey göremez.
Her şeye rağmen çabalamak…
Yaşamın özü de bu değil mi? Yoksa hayat ne kadar manasız ve boş olurdu…
İnsanoğlunun kendi yarattığı takvimle böldüğümüz zamana çok da anlam katmasam da yeni yılın hepimiz için umutların, isteklerimizin gerçekleştiği, kötü insanlardan kurtulduğumuz ve insanlaşma sürecinin daha fazla olduğu bir yıl diliyorum. 

Not: Bi de yılbaşı diye hindi tavuk yemeyin yahu ölür müsünüz? Kanun mu var hindileri tavukları katledin diye. Biliyoruz başka zaman da yeniyor ama yeni yılda tavan yapıyor. :(

26 Aralık 2013 Perşembe

Yozgat Blues - Önsöz



Geçen gün Yozgat Blues'a gittim. Gerçek insan hikayelerini izlemek istiyorsanız mutlaka ama mutlaka gidin. Bu sezon sadece iki yerli filme gittim. Diğerini hiç beğenmedim ama hangi film olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü oyuncularını başarılı buluyorum ve onlara olan sevgimden bunu söylemek istemiyorum. Yani filmin kötü olduğunu.
Şu anda çok yorgun ve filmi  yazmaya isteksizim. Haftasonu filmi yazmayı düşünüyorum. Filmden bahsederken gerçek insanların hikayeleri demiştim ya, filme gitmeden bir kaç gün önce neden filmlerde sadece güzel kızlar, yakışıklı herifler oynatılıyor diye düşünmüştüm. Bu çok faşizan ve ezici bir durum. Sanki çirkin olmak hikayenin yan karakterindeki kötü kadın-adam- ya da komedyeni olmak gibi bi şey. Önemli olan duygular ve iki kişinin birbirine karşı hissettikleri, iletişimi, aşkı, sevgisi değil sanki. 
Hayatta bunun karşılığı yok zaten. Günümüzde çoğu zaman güzel bir kız bunu paraya dönüştürüyor. Güzelsen mutlaka bi zengin ayarlayıp adamla evlenmen destekleniyor. Adam hödükmüş, yaşlıymış ve hatta ayıymış. -Ayılardan özür dilerim, bellemişiz işte bi takım lafları- Bu resmen evlilik de olsa, kendini satmak. 
Ya yakışıklı herifler, onlar da zengin kızı ya da kariyerli bi hatuna takılıp kendi hayatını kurtarma derdinde. Bu da satışta. 
İşte bu filmlerin hayatta karşılığı yok sadece bir rüya sunuyorlar insanlara. Gişe filmlerine artık tahammül edemiyorum. 
Hele vizyondaki filmlere baktığımda. 
Tuna Kiremitçi - Git kendini sevdirmeden mi neydi? Valla çok tırt. Hatta tırt ötesi.
Sonra Saadet Işıl'ın başrolde olduğu ve adada geçen zengin Rum kızı fakir faytoncunun asil ve gururlu Türk genciyle aşkı. Bu aşk ekseninde 1960 olaylarını falan anlattılarsa da, bu konu tekrar ve tekrar o kadar işlendi ki, enflasyona uğradı, biraz sıkıntı veriyor.
Sonra Çağan Irmak. Offfff sıkıntı basıyor inanın.
Neyse Yozgat Blues çok güzel. Ahmet Hakan'ın kardeşi Mahmut Fazıl Coşkun yönetmiş ve senaristliği de MFC ve Tarık Tufan tarafından birlikte yazılmış. Güzel haber Mahmut Fazıl Coşkun ve Ercan Kesal yeni bir senaryo yazmaya başlamışlar.
Şimdi durup düşündüm de, bu film hakkında görünüm olarak sıradan tiplerle oynatılması iyi olmuş derken filmi biraz küçülttüğümü hissettim. Oyunculuk, senaryo, çekim, mekan ve hatta müzik muhteşem. Oldukça hüzünlü film ama bi o kadar da komik. Hüznün ve sıkışmış insanların da komedisi denebilir. Komedi derken yanlış anlamayın, gözüne gözüne, gül gül diye maymunluk asla yapılmıyor. Hani gerçek hayatta nasıl küçük espriler kendi kendinize güldüğünüz anlar vardır ya aynen öyle.
Mutlaka gitmenizi öneririm.  

22 Aralık 2013 Pazar

Adorno ve Ben


Aşağıdaki Adorno'dan (italik yazı) paragrafı bi zamanlar bi yerlerden (ç)alıntılayıp, yeni yıl zamanı  sevgili müstakil blogumda yayınlarım diye düşünmüştüm.
Adorno hediye verme üzerine düşünüp, hediyelik eşya dükkanlarının saçmalığından dem vuruyor. Hediyelik eşya dükkanları yetmezmiş gibi, bi de fuarı var. Vıcık vıcık kalabalık, çok acayip, en gereksiz tasarımlar hiç bir işe yaramayan bişiler var. Geçen sene gittim, bu sene de gidicem. Çelişkiye buyrun :)
Hediye almayı sevmiyorum hele böylesi özel günlerde. Pardon genel günlerde. Genel günlere çok gıcık oluyorum. Hadi hediye al, tamam tamam, ikiletmem lafını reklamcı, rap rap rap gidip vıcık fuardan alırım. Neden gidiyorum fuara biliyor musunuz? Antep biberi, salçası, Uşak tarhanası almaya. Bunları burada gerçeğini hiç bir yerde bulamıyorum. Geçen sene bi Antep biberi aldık müthiş bişeydi. Bizim mutfağa bizden hediye:) 
Bugünler nasıl geçiyor. Şöyle: Fırtınalar koparsa kopsunnnn, sürüklesin ikiNiziiiiii, arzular mımbırtı zımbırtı falan filan.
Şu anda tv de bloomberg tv de zozyete hatunları resmi geçidi var. Heee çok güzel, mutlu, süslü püslüsünüz. Zemininiz çok kaygan dikkat edin düşmeyin e mi?
Vus'at Bey'in kitabını bitirdim dediğim gibi beğendim. Bi türlü Panaıt amca gitmiyor. Bu günler bu kadar sertken nasıl gitsin yahu? 
Haksız mıyım a canım. 
Bugün yazdan kalma bi usta işinin (çatı ile alakalı) kazık attığını başka bir usta vasıtasıyla öğrenmiş olduk. Müşerref olduk. Bu memleket başından kıçına kadar çürümüş kardeşim. Herkes birbirini kazıklamaya çalışıyor. 
Offf yahu. İçkiye mi başlasam napsam? Kanyak üretimi bitmiş biliyor musunuz? Isınmak için alayım dedim de, üretilmiyor dedi eşşoğlular. Ay çok terbiyesizim di mi?
Bakalım yazı yazacak mıyım yıl sonuna kadar. İki gün kurs, bi gün sinema, bigün alışveriş, bigün bilmem ne zırt pırt geçiyor günler.
Ahhh Zeki Abi (demirkubuz) söyleşisine gittim. MUHTEŞEMDİ. Çok doyurucu harika bi söyleşiydi. Güya anlatacaktım di mi? Gümbürtüye gitti o da. Bu yazıda anlatmayacağım belli. Adamın en nefret ettiği şeyi söyleyim bari: Kapitalizm. Ama bi o kadar da ilgisini çekiyormuş. Yazmam lazım bu söyleşiyi. 
Neyse ilk kez yapacağım şu alıntılama işini yapayım. İsterseniz Adorno ne demiş, hediye verme üzerine okuyun. Sanki bi faydası olacak kapitalizme karşı da. Girmişiz bu sisteme, çıkamıyoruz bi türlü. Çıkacağımız da yok. Neyse yahu buyrun işte:   

Hediye verme adetini unutuyoruz.Mübadele ilkesinin çiğnenişinde anlamsız ve inanılması güç bir şey var; zaman zaman çocuklar bile kuşkuyla bakıyor hediye verene, sanki hediye onlara sadece fırça ya da sabun satmak için başvurulan bir hileymiş gibi.Bunun yerine hayır derneklerimiz var artık, resmi lütufkarlıklarımız ve toplumun görünürdeki yaralarını gözlerden saklamak için yaptığımız planlı çalışmalarımız var. Bu türden örgütlü çalışmalarda insanca dürtülere gerek yoktur; ve zaten bağışta her zaman aşağılayıcı bir şey vardır: Dağıtılır, hakça bölüştürülür, kısaca onu alanı bir nesne durumuna düşürür.
Kişisel hediyenin bile, öngörülmüş bütçeye titizlikle bağlı kalarak, karşıdaki insanı iyice tartarak ve mümkün olan en az çabayı harcayarak gerçekleştiren bir toplumsal işlev durumuna düştüğü, akılcı bir nezaketsizliğe dönüştüğü söylenebilir.(*) Vermenin asıl sevinci, alanın da sevincini hayal edebilmekten geliyordu. Seçmek, zaman ayırmak, zahmete katlanmak, ötekini bir özne olarak görmek demektir bu: Savrukluğun ve gelişigüzelliğin tam tersi. İşte bunu kimse yapamıyor gibi şimdi. Olsa olsa, kendilerinin de sevebileceği şeyleri veriyorlar, ama tabii birkaç derece daha kötüsünü. Vermenin yozlaşması, o iç karartıcı icattan, "hediyelik eşya" diye üretilen şeylerden de anlaşılabiliyor; kişinin ne vereceğini bilmediği çünkü aslında bir şey vermek istemediği varsayımına denk geliyor bu yeni icat. Verilen hediyeyi değiştirme hakkınınsa şundan başka anlamı yok: " Al bunu, sana ait, ne istersen yap onunla, eğer hoşuna gitmediyse geri verip yerine başka bir şey al, benim için hiç fark etmez." Üstelik normal hediyeler vermenin yol açtığı sıkıntılı mahcubiyetle karşılaştırıldığında,satılabilirlik ilkesinin bu mutlaklaştırılması bile daha insanca seçeneği temsil ediyor, çünkü hiç değilse alıcının kendi kendine bir hediye almasına imkan veriyor- böyle bir şey hediyenin doğasına aykırı olsa bile...
Çünkü bugün bile hayalgücümüzü biraz çalıştırmakla müthiş sevindire-me-yeceğimiz hiç kimse yoktur.
Vermeyen insanın en vazgeçilmez yetileri dumura uğrar; çünkü katışıksız içselliğin tecrit hücresinde değil, ancak dışarda, nesnelerle bir temas içinde gelişebilir bu yetiler. Vermeyen insanların yaptıkları her şeyden bir soğukluk yayılır. Bütün şefkatli, iyi ilişkiler, hatta belki de organik doğanın bir parçası olan barışma bile, bir hediyedir. Fazla mantıklı düşündüğü için bu yeteneğini yitiren kişi, kendini de şeyleştirir ve donar.




14 Aralık 2013 Cumartesi

#dayanin


Bu akşam internet mayın tarlası, ben serseri, oradan oraya saçma sapan şeylere bakarken bir yandan da, Ntv de GQ gecesinin tekrarına kulak kabartıyorum. Aman Allahım nedir bizimkilerin özenli holivudçulukları, bi çakma haller, bi geyik espriler, bi körler sağırlar birbirini ağırlar durumu.
Ama bende de öyle bi tembellik var ki,  karşı kanepeye kalkıp da, kumandayı almıyorum. Bu yazı gayet canlı bi yazı olacak sayın okuyan kişiler. O yüzden şu anda Viki kedi hanım yemek yemek için beni yanına çağrıyor. Bi dakka ara.
............

Kaç bir dakka geçti? Ne siz biliyorsunuz, ne de ben. Çünkü saat tutmadım.O bi dakkalar geçerken şunu düşündüm. "Şimdi bloga canlı yazcam diyorsun ya, peki öteki yazıların cansız mıydı? Off ne büyük haksızlık olur o zaman yazdıklarıma. Ruhunu kaçırdın birden bütün yazıların dedim. Tamam burada büyük edebiyat paralamıyoruz, sadece hayat ve yaşananlara dair bir kaç çizik atıyoruz. Yine de yapma bunu, yapma...
Neyse...
Bugünlerde neler oluyor? Herşey her zamanki gibi daha kötü ve sinir bozucu geçiyor. Bunu benim kişiselliğim üstüne yormasın kimse. Genelden bahsediyorum, genelden. Zaten geneli merak edip, özeli kendi haline bırakırım.
Ama bazı özelleri de merak ederim: Vus'at O. Bener'i keşfettim biliyor musunuz? Daha önce de tabii biliyordum ama nedense korkuyordum onu okumaktan. Bu yazar beni gerer falan diye düşünüyordum nedense. Tam tersi oldu. İroni mi sonuna kadar, günlük hayatın sıkıcılığının hüznü mü sonuna kadar, espri mi sonuna kadar. İlk sayfalar biraz tuhaf geldiyse de #dayannilüfer hastagı açtım kendi TT listemde. Dayandım ve sonucu almaya başladım. Ama günler öyle kısa ki, kitaba tam dalıyorsunuz saat 5 oluyor ve karanlık basıyor. Karanlıkta yani gece kitap okumama gibi bir alışkanlık geliştirdim. Net ve tv kombini ile hayatıma devam ederken hayat yarışındaki yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum.
Ama hayat yarışı zor biraderim. Haksızlık, adaletsizlik, hayvanlara yapılan eziyetler. Gördünüz değil mi eşekleri? Bilmiyorum hayvanlar ve insanlar tarafından yapılan eziyet denince kalbim anında kıyma makinasına atılıp, hain bi kasap tarafından kıyılıyormuş gibi oluyor. Hele facede "hayvan özgürlüğü" sayfasına üye olduğumdan beri, hayvanlara yapılan eziyetleri göre göre artık et yemiyorum. Nasıl yiyebilirim. Daracık kafeslerde üst üste yığılmış, santim kıpırdamaya yer olmayan bu hayvanlara yapılan eziyet nedir? Eskiden bu kadar çok et yemek var mıydı? İki adımda bir tavuk dönerci, hamburgerci, köfteci var mıydı? Kendime de kızıyorum, o kadar duyarlısın da bi halt yazmıyorsun diye. İnanın içim dayanmıyor. Dünya gerçekten kötüye gidiyor. Her geçen sene bunu hissediyorum. Belki de artık yaşlandım. Gençlikte insan her şeyi toz pembe görür ya... Ama ben 19 yaşından itibaren kendimi yaşlı hissediyordum. 
Ooo sene olmuş bilmem kaç ben 19 yaşına geri dönmüşüm. Neyse ne diyecektim: Bütün bu olan biteni apaçık gördükçe, ölümün insanlar için kötü değil tam tersine ödül olduğunu düşünüyorum. Düşünsene bu boktan, her geçen gün boktanlaşan dünyaya bay bay diyorsun. 
Zaten çoğu tanıdığım insan erkenden gitmiştir. Erken gidenler arasında Oğuz Atay da var. Dün müydü ölüm yıldönümü? Evet, galiba öyleydi. Kafa mı kaldı bende. Neyse canım Tutunamayanlar'ı okumayan varsa vallahi çok şey kaybediyor bana göre. İlk gördüğümde ne bu kalınlık, offf oku oku bitmez insan sıkılır falan diye düşünmüştüm ama okudukça okuyasım gelmişti. 
Vus'at O. Bener Oğuz Atay'ın sıkı arkadaşıymış. Zaten kitabı çok az okumama rağmen, onda da aynı havayı sezdim. Biraz önce bazı özelleri merak ederim demiştim ya, Vus'at O.B'nin hayatını  merak ettim. Şu tarihte doğdu ve şu tarihte öldü. İşte iki tarih arasında neler yaptı? Çeşitli okullarda okudu, danışman oldu. İlk eşini doğum sırasında kaybetmiş ve çocuğu da ölmüş. Vus'at O.B daha sonra evlense de çocuğu olmamış. Genç yaşta yaptığı evlilik ölümle sonuçlanması onu derinden etkileyip, kafayı bu duruma takmasına sebep olmuş. Öyle insanlar tanırım. Erken öleceğini düşünüp, yapması gereken şeyleri yapmayıp erteleyip, ölecem ölecem tribinde olanları. 
Geçelim bunları; işte yine bana severek okuyacak bir yazar daha çıktı. Vus'at O.B. Yaşasın. 
Panaıt Istratı aldım. Orjinali Mıhail olan Arkadaş'ı okuyorum bi yandan. Nasıl naif geldi bu günlerde, bu kadar olur. Panaıt Abi'de insanlardan sıkkın bıkkın ama bu romanda baya bi arkadaş isteği ile dopdolu. Biliyorum şaka. İnsana dair bütün yazmak istediklerini bir insanda odaklaştırıyor. Yalnızlıktan bunalmış biri o. İntihar ederek mi ölmüştü? Unuttum, sonra dönüp vikipedia ya bakarım. Bugünlerde ikisini birden okuyorum.
Geceler uzun. Evet, bu da hoşuma gidiyor. Fakat bununla birlikte kış o kadar zor ki. Yaşamak hayatta kalmak. Van unutulmuş gitmiş. Soğuktan donarak ölen çocuklar var, çok ilerledik hakkaten. 
Yarın Zeki Demirkubuz söyleşisi dinlemeye gideceğim. Ege Art günleri kapsamında. Bakalım inşallah bir aksilik falan olmaz da ertelenme olmaz. Söyleşi gerçekleşirse, izlenimlerimi belki yazar, belki de yazmam. Ben de bugünlerde böyle bir rehavet, böyle bir yazı yazmama isteği. 
Bugünler böyle işte. Soğuk, kısa, ekranlar samimiyetsiz -ne zaman samimiydi a canım- kitaplar içten, hayat genel olarak zor, face alemi toz pembe falan filan...
Yozgat Blues'a gitmek lazım. İzmir Sineması'nda. Biletleri koçanlı bilet hem de.

8 Aralık 2013 Pazar

Çağan Irmak, Behçet Çelik ve Saksı Olmanın Faydaları


Sevmiyorum.
Behçet Çelik'in romanlarını, öykü kitaplarını neden seviyorsam, Çağan Irmak'ın filmlerini onun tam karşıtı olduğu için sevmiyorum.
Behçet Çelik romanlarındaki karakterlerden biri de sen veya ben olabiliriz. Öylesine sıradan, öylesine rutine bağlamış hayatları anlatır. Bağırmadan, sessiz sedasız var olan günümüz yaşantısını bir kişiliğin ekseninde toplumsal yaşamı da anlatır. Onun romanlarındaki kahramanlar asla roman kahramanı gibi değildir. Büyük olayların insanı değildir. Romanlar da buna paralel olarak büyük, inanılmaz olaylarla bitmez. Ancak kahramanın bir evreden başka bir evreye geçtiğini anlarız. İşte o yüzden seviyorum.
Zaten nerde popüler olmayan, sessiz ve gerçek insanlar, edebiyat, filmler varsa onları seviyorum.
Ya çağan Irmak. Seven varsa beni ilgilendirmez ama o sessiz, efendi tipin altında entelektüel bi arabesk yattığına inanıyorum. Belki arabesk bi insan değildir fakat toplumun yapısının arabesk olduğunu biliyor. Bununla birlikte biraz da kentli züppeyi ektin mi? Iımmmm tadından yenmiyor gişe. Eyvallah diyemeyiceğim tabii. Neydi o Issız Adam filmi. İzleyen bütün kadınlar ağlayarak çıkmış ve çok güzelmiş. Yahu böyle bir hayat var mı? Nerdeyse İncir Reçeli. Yok almayayım ben Çetin Ceviz Reçelini severim. :)
Evet işin şakası bir yana, Çağan Irmak o vızıl vızıl konuşması sessiz sedasız bir imaj verse de, filmleri öyle çok bağırıyor öyle çok bağırıyor ki, kafam kaldırmıyor bu kadar absürdlüğü. 
Bütün arıza karakterler hep mi senin filmlerine geliyor kardeşim? (Bunu ruhen söylüyorum tabii.) Bir karakter olur, iki karakter olur. Yok olmaz bütün hepsi bunun filmlerinde toplanıyor.
İşin aslına bakarsanız, popüler olmayı sevmiyorum yan cebime koy diyor. Eee popüler işler de yapıldığı dönem de çok izlenir, sonra unutulur desem de, ne kadar güzel filmleri, yönetmenleri hatırlayan yok.
Velhasıl durum budur.
Geçtiğimiz haftalarda "Saksı Olmanın Faydaları" isimli filme gittim. Film gençlik filmi gibi görünse de öyle değildi. Çok güzeldi. Salinger'ın Çavdar Tarlasında Çocukları'ının filme çekilmiş hali gibi. Kitabı okuyanlar hadi yaaa dediklerini duyar gibiyim.
Bulursanız izleyin derim.  

4 Aralık 2013 Çarşamba

Kaptan Swing ve Arkadaşları



Hava güzel. Havanın güzel olması için güneşli ve sıcak olması gerekmiyor. Hava soğuk ve hatta karlı. Tam da evde sıkılmadan zaman geçirilecek bir gün. Böyle havalarda okumak daha da hoşuma gidiyor.
En azından “şimdi dışarıda olsaydım ne güzel gezerdim” diye içimden geçirmiyorum. Aklıma okuma demişken “Kaptan Swing ve arkadaşları” geldi. Bu çizgi roman çocukluğumda en sevdiğim kitaplardandı. Bununla birlikte eve Zagor, Tommiks, Teksas da girerdi. Ama yine de benim favorim Kaptan Swing’di. Belki Kaptan Swing hoş, yakışıklı ve cesur gelmişti, belki de Betty ile platonik aşkları çekici gelmişti. Sanırım tüm ekibin samimiyeti hoşuna gidiyordu.
Ama öğretmenlerimiz bu kitapları parmaklarını sallayarak “hıııı sakın o kaka kitapları okumayın” derdi. Ama babam hiç de öyle bir şeyden kaygılanmaz, Pazar günleri bir sürü gazeteyle birlikte bunlar da eve girerdi.
Bir ara basılmıyordu. Şimdi yine basılıyor. Ama henüz alıp okumadım.
Bir bakayım şu bizim wikipedia’dan dedim.Hikaye 1966 yılında Stüdyo EsseGesse tarafından yazılıp çizilmeye başlanmış. Her biri 64 sayfa 280 serüvenden oluşuyormuş.
Konusu
1773 yılında Kuzey Amerika lobileri, İngiltere Kralı’nın adıyla ortalıkta teör havası estiren İngiliz Birliklerine karşı ayaklanırlar. “Kırmızı Urbalılar'a” karşı kendi askeri birliklerini kurarlar. Bu askeri birliklerden birisi de Ontario Gölü kıyısındaki Ontarioi Kalesinde üstlenmiş bulunan Kaptan Swing’in yönetimindeki Ontario Kurtları’dır. Başında samur kürkünden şapkası, tabancası, kılıcıyla, bu dinamik, genç ve sempatik kahraman okuyucusunun gözdesidir. Benim de!....
Kaptan Swing’in Arkadaşları
Geveze ve şıpsevdi biri olan kel ve sakallı Mister Blöf, onun ayrılmaz parçası olan çelimsiz fakat sadık köpeği Puik, durmadan atalarından söz edip, kötü kehanetlerde bulunan Kızılderili şefi Gamlı Baykuş (ulu manitu!) Kaptan Swing’e gizli bir aşkla bağlı olan, kalenin yemek işlerine bakan güzel sarışın Betty, tek kollu kancalı denizci Ontario Gemisi’nin kaptanı Kanca’dır.
Bugünkü düşüncem
Yukarıdaki açıklama vikipedia ya ait. Peki ya şimdiki düşüncelerim. İstilacı Amerika, Kızılderililerin yerlerini yurtlarını işgal etmiş ve sonra da Kızılderililerin topunu birden vahşi, aptal, ateş suyu için yapmayacğı insanlar olarak belirtmişti. Çocukken Amerikalılar'ı çok matah insanlar, Kızılderili yerlilerini de aptal sanmıştık. Sonraki zamanlarda görecektik ki, Kızılderililer doğaya önem veren ve hiç de vahşi olmayan ve epey de bilge insanlar. Offf yine maalesef ki ABD nin işgalci hali ortaya çıkıyor. Barış için savaş yapan Amerika.Asıl vahşi olanının kim olduğu günümüz dünyasında, yereli yok edip küreselleşmeyi önümüze sunan ve bundan da kaçışın zor olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşmeyi başlattı ve sanırım bu böyle devam edecek. Fakat bu da kendisine kalmayacak gibi görünüyor. Sanırım bu gidişle Çin dünyaya hakim olarak süper güç olacak. Abd de kendi kurduğu tuzağa düşerek en büyük yem olacak diye düşünüyorum.  
Çocuk düşüncelerim
Mr.Blöf ve Gamlı Baykuş sürekli didişirler, Gamlı Baykuş Puik’i “pire torbası” diye azarlardı.Ortamları savaştan çok samimi bir grup arkadaşlığı gibi gelirdi.
Bununla birlike bir de Zagor vardı, ama onu pek yabansı ve tarzanvari gelir pek de sevmezdim. Tommiks’de pek küçük gelirdi. Tommiks karakterindeki “köfteci baron” favori karakterimdi.
Bizim zamanımızın öğretmenleri niye bunları “tu kaka” ederlerdi, anlamam. İlla ki klasikleri mi okumalıydık? Hem hangi çocuk, çocukluğunda klasik okumak ister ki? Sokaklarda bağıra bağıra “dişan dişan ya da dekman dekman” yapmak varken.
Aman ben de şimdi size "valla erkek gibi kızdım, sokaklarda oğlanlarla oynardım” demeyeceğim. Çünkü öyle değildim. Ama içimdeki serüven ve macera arzusu bu kitapları bana okutuyordu.
İyi ki de okumuşum. Ne oldu? Yoksa okumasaydım, bu halimden bir adım daha mı öteye gidecektim? Hiç zannetmiyorum… Ama okumayı ve hayal kurmayı bana öğrettiği de bir gerçekkkk.
Babama sonsuz sevgilerimle. Onu çok seviyorum, öyle bir babam olduğu için.




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...