4 Ağustos 2013 Pazar

Marmaris Turunç


Sabahleyin, otobüs garajındaki çay salonunda çay içerken, uykulu uykulu karşıdaki dükkanın “mucize kuyumcusu” olduğunu gördüm. İsmi çok hoşuma gitti.  Gelgelelim, otobüs garajında kuyumcunun ne işi olur ki diye düşünmedim değil. Yerli film tadında bir aşk hikayesi ile alyans alanlar için mi açılmış, yoksa memlekete giderken nakde sıkışıp, mevcut altın bileziği v.s bozdurup, acil paraya çevirenler için mi? Yoksa cep telefonundan piyasayı takip eden biri parasını altına mı yatırır? Neyse dükkanın ismi hoşuma gitti. Sanki roman ismi gibi.
Ben bunları düşünür bir yandan da çayımızı içerken otobüsün kalkış saati gelmişti bile. Nesli bileti aldıktan sonra otobüs iki katlı galiba demişti. Hadi yaaa, diye şaşırdım ama sonra aklımdan uçup gitmiş. Meğer otobüs kalkış saatine göre otobüs planı 2+1 miş. En sevdiğim yer olan şöförün koltuğunun arka yanı da olunca değmeyin keyfimize.

Meğer tatilin çok güzel geçeceği otobüsün rahat servis olmasından belliymiş.
Yol Aydın’a kadar otoyol, Aydın’dan sonra da biraz,  bereketli araziler, düz ovalar ve sıkıcı kavak ağaçlarıyla devam etti. Yol yol yol. En sevdiğim şey.  Evet otoyol biraz sıksa da, yine de güzeldi yol. Hele ki Muğla il sınırları içine girince. İşte şurada kovboy kayalıkları. Doğanın yarattığı peri bacamsı güzel oluşumlar.

Sonra Gökova. Bayılırım buraya. İsmini her kim yakıştırmışsa çok uygun yakıştırmış. Resmen gök ovaya inmiş. Virajlı yoldan manzara izleyerek indikten sonra artık eski yolda kalmış meşhur ağaçlıklı yol. Kilometrelerce uzanıyor.
Bu bölge için artık sadece iki renk hakim. Mavi ve yeşil. Tabii mavinin ve yeşilin binlerce tonu olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
Nerdeyse  bir nefeste geliyoruz Marmaris’e.  Marmaris’in garajı bile orman içinde. Otobüsten inince mis gibi yeşilliğin kokularını içine çekiyorsunuz. Yok böyle bir şey!

Biz Turunç’a gideceğiz. Gittik. Turunç Marmaris’e yarım saat uzaklıkta. Ve yolu çok güzel. Kıvrıla kıvrıla dağlara çıkıyoruz. Ama ne dağlara çıkmak. İnsana uçaktaymış hissi uyandırıyor. Böyle güzel manzara, doğa gördüğümde ağzımın genişliyor farkında olmadan. J  Ağustos böceklerinin sesleri var ve falan ve filan…

Birden her şeyden uzaklaşıyorum. Ne gündem aklımda ne de sinir stress. Rezervasyon yaptırdığımız oteli buluyoruz.
Aha! Bu internette daha büyük görünmüyor muydu? Evet aslına bakarsanız büyük ama çam ormanı içindeymiş gibi görünüyordu. Evet, arkasında çamlar var, ama böyle değildi. Emlak fotoğrafçılığı denen şey burada da devreye girmiş.
Odamız da aynen emlak fotoğrafçılığı sayesinde daha farklı görünüyordu.  Eksik bir şeyler var anlatabiliyor muyum? Çok kötü de değil, ancak netteki gibi de değil.
Bunu kafaya takacak değiliz. Hemen yerleşip kendimizi otelin önündeki denize atıyoruz. Deniz nefis. Cam gibi. Isısı da öyle. Çeşme Altınkum’dan sonra ise resmen kaplıca suyu gibi geldi desem yeridir. Bu sene Çeşme Altınkum’da denize girdiğimde hiç abartısız kulaklarıma bıçaklar saplanmıştı. Ayaklarımın altı buzzzzz gibi olmuştu. Çıktığımda dudaklarım beyazlamıştı. Neyse Çeşme’yi şimdi aradan çıkarıyorum müsaadenizle.
Gece yemeğimizi otelde yedikten sonra yürüyüşe çıktık.
Sahili çok güzel, uzun. Yalnız en uçta genelde İtalyan turistlere hitab eden bir otel sahile güvenlik koymuş, her geçene “pardon otelde mi kalıyorsunuz?” sorusu soruyor. Ne demek ya, bunlar denizi otele dahil ettikleri yetmiyormuş gibi bir de sahili de parselleme hakkını, yaklaşık bin tl verdikleri bir görevli sayesinde,  millete yasak etmeye çalışıyorlar. “sahilde yürümek yasak mı?” diye soruya soruyla cevap verdim. Tabii ki “gulp, hayır” diye cevap verdi. Adama gıcık olmuyorum, o da sonuçta verilen emir yerine getirmek zorunda. İş bulmuş ve onu yapıyor. İşte hep böyle oluyor, bunu yapan sahipleri olacak heriflere bir şey diyemiyoruz da, iki kuruş için bu işi yapana çemkirip duruyoruz.
İkinci güne gelelim mi? ilk geceden bir tekne gezisi ayarlamıştık ama saat sabah 10.da kalktığından ve biz de yol yorgunu yerimizi  yadırgadığımızdan, hemen uyuyamadık falan erken uyandığımız halde yorgun ve isteksizlik mazeretiyle gitmedik.
Kumlubük’e gitmeye karar verdik.


Yolda giderken hep kıvrımlı dağların tepesine çıkıyorsunuz. İlk indiğinizde Kumlubük size biraz hayal kırıklığına uğratır gibi oluyorsa da, plaja girdiğinizde, sanki 70 lerde ya da 80 lerin ilk yarısındaymış hissini duyuyorsunuz. Deniz inanılmaz temiz. Yudum yudum içmek istiyor insan. Plaj çok tenha. Arkada kafeterya vardı ama günümüzde olduğu gibi hemen şemsiye parası diye kimse anında tebelleş olmadı. Hatta hiç gelmedi. Yiyip içmek sizin paşa gönnlünüze kalmış.


Dağlara dönüp yüzmeye başladığınızda hani biraz once 70ler 80 ler plajı demiştim ya, yok yanılmışım. Kendinizi zaman tüneline girmiş antik dönemde bir kadın gibi hissediyorsunuz. Of of offff, ne güzeldi.
Yavaş yavaş tur tekneleri geldi. Evah bunlar car car kafa şişirecek derken, gelenlerin çoğunun turist olduğunu gördük. Evet Türk insanı gibi değiller, kafa şişirmiyorlar, çocuklarını bizim son dönemde yetiştirilen şımarık her şeye ağlayan zırlayan çocukları gibi yetiştirmiyorlar. O yüzden bu kalabalık bizi bozmadı. Zaten yarım saat sonra gidiyorlardı. Benim gibi insanları çaktırmadan izlemekten hoşlanan bir insan için bayağı, iyi geldiğini söyleyebilirim.
Gece tekne işini ayarladık nihayet. Bu daha önceki gün ayarladığımzdan daha büyüktü ve rotası daha batıya doğruydu. Önceki gün Marmaris içine doğru rotayı çeviriyordu. Her şeyde hayır varmış.
Tekneye yerleştik. Ohhh yaşasın çoğu turistti. Neden turist turist diyorum. Adamlar rahat ve kasmıyor. İnsanlara karşı saygılı davranıyor. Çocukları şımarık değil.

Ama keçinin istemediği ot burnunda bitermiş hesabı, masada yanımıza çok aşırı sevimsiz bir “günaydın” demeden yanımıza oturan bir kadın ve üç kızı geldi. Kendimizi zaten denize ve manzaraya çevirip oturduk. Sonra da yukarıya çıkıp yukardan manzara izledik.


Aman Allahım nasıl yanmışım, gece dışarı çıktığımda iki büklüm yürümeye başladım. Hemen eczaneye koştuk ve bir bepanthol. Canımsın bepanthol, yüzde elli acımı geçirdin. Nesli de evden gelirken bir ağrı kesici almış onu da içince iyice kendime geldim.
Artık Viki’yi özlemeye daha doğrusu endişelenmeye başladım. Modern olmak böyle bir şey herhalde habire endişe, endişe. Neyse habire Viki’nin başına şu gelmişse, bu gelmişse diye hiç olmayacak şeyleri yazıyorum. Ohooo ne senaryolar.
Artık tatil sıkmaya mı başladı ne? Bir de otel odasına sıkışmak beni boğuyor. Sürekli mobil olmak daha hoşuma gidiyor. Artık demir almak zamanı gelmiş yavaştan. Hemen o zaman hızlı tarafından valiz toplanıyor ve yola çıkılıyor. Yol yine inanılmaz güzeldi.
Eve koşarak çıktık nerdeyse, evet Viki de biraz korkmuş, sıkılmış, kapıyı açar açmaz, kafasını uzatıp çok kibar bir şekilde mırnav mırnavvv dedi. Evet bizimki miyavlamıyor. Sonra sevdirme ve nazlanma fasılları.
Evimmmm seni de çok özlemişiz.
Tatil çok güzeldi. Beynimde beni yoran her şey sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Mikroydu fakat etkisi makro oldu.
Sanırım tek özleyeceğim şey bu sıcaklarda o güzel deniz ve orman fotoğraflarına bakıp, yüzmek olacak.




4 yorum:

taner yılmaz dedi ki...

Ben Turunca galiba 1978 de gitmiştim. Yol falan yoktu o zamanlar. Muğla'da MTA'nın kömür arama kampında çalışıyordum. Her hafta sonu pikaba atlayıp, iş yorgunluğunu çıkarmak için Muğlanın ilçelerinde gezmeye giderdik. Daha turistlerin piyasada olmadığı zamanlar. Marmaris'te sadece Martı Motel vardı. Ordan itibaren kıyı bomboştu. Ben Marmarisi hiç sevmedim. Bodrum nerdeee, Marmaris nerde!.. Bir pazar günü arkadaşımla Turunca gidelim dedik. Denizi çok güzelmiş diye işitmiştik. Bi tekneyle anlaştık. 45 dk.lık bi yolculuktan sonra Turunca geldik. O denizin açık yeşilimsi rengi ve suyun şeffaflığı hala var mı bilmiyorum. Kıyıda bir kahve vardı.Benim balıkçılığım da vardır, okumuş muydun bilmiyorum, MB'da Yenikapı Balıkçıları 1,2,3 diye anlatmıştım. Kahvedekilerle balık üzerine muhabbet ederek geçti zaman. Saymadım ama evlerin sayısı 15'ten fazla değildi. Adamın biri; "tarlamı satıyom, siz memursunuz, vardır paranız" dedi. 110 m2 tarla, kıyıda, 11 bin lira. 3 aylık maaşım. Her sene başka yerlerde maden petrol aramaya gidiyoruz, bi daha yolum kolay düşmez buralara diye almadım. Nerden bilecem 2 yıl sonra devalüasyon, enflasyon diye paramızın pul olacağını, Marmaris'in turistik yer falan olacağını, arsa fiatlarının jet hızıyla değerleneceğini. Neyse, derken akşam oldu. Döndük. Gökova'da öyleydi. Sadece bir kulübe vardı. Balık-rakı içtiğimiz. Herhalde şimdi iğne atsan yere düşmez. Tam yaşanacak yer ama, denizi, ormanı, havası, suyu...

Nerde Trak Orda Bırak dedi ki...

Sen tam zamanında gitmişsin. Aslına bakarsan şimdi de, Bodrum'a göre kalabalık değil Turunç. Ama Marmaris'in içi dersen, ben de hiç mi hiç beğenmedim. Tamamiyle şehirleşmiş. Oteller, pansiyonlar, dükkanlar, barlar. Benim tatil anlayışıma uygun değil. Turunç yolu dağların zirvesine çıkarak gerçekleşiyor. Geçen bir filme gitmiştim. İtalya'nın güzel turistik sahillerinde geçiyordu. İnan Turunç'un doğası oradan bin kat güzel. Turunç içinde yerleşim olmuş ve deniz haliyle Kumlubük ya da koylar kadar temiz değil. Keşke alsaymışsın diyeceğim ama keşke demeyi de sevmiyorum. Fakat Turunç'un insanı turizme rağmen bozulmamış, para dertleri değil ve doğallar. En iyi yanı da çok olumlular. Turunç, insanı kasmayan bi yer. Çok aşırı kalabalık değil. Güzel bi yer...

gzlşeylerrehberi dedi ki...

nedense o yollarda bir ağız mızıkası sesi duydum, yakışırdı yani.

Nerde Trak Orda Bırak dedi ki...

Sahiden, ne kadar hoş olurdu :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...