Mavi Defter
16 Ocak 2016 Cumartesi
7 Ocak 2016 Perşembe
Bizimkisi sadece alışkanlıkmış
Ben böyle daha kaç zaman duracağım? Kaç zaman
daha yorgun atlar gibi kendi ayak seslerimin büyümesini dinliyeceğim.
Her şey kötüye gidiyor gibi. İki insan
anlaşamazsa ayrılır. Ayrılamazsa sessizlik büyür de, büyür. Sanki o sessizliğin
içine düşersin, seni yok etmek ister gibi sessizlik önce kulaklarından içeri
atlar, içini kemirir durur.
İşten kovulduğumdan beri kocam Latif’e batıyorum.
Ne hayaller kurmuştuk başlarda oysa. Beraber emekli olacakdık da, dünyayı
gezeciktik de, de de , da da. Mış mış da, muş muş da oldu hepsi. İş yaşamının
çakallarına karşı emekli hayallerine sığınarak atlatmaya çalışıyorduk herşeyi. Bazen kocam şikayetlerim yüzünden bana bağırıyordu. “bıktım artık senden, iki
sidikli karıyı halledemedin, diyemedin mi, yapamadın mı?” Onun işi daha
önemliydi. Oysa farklı şirketlerde ama aynı pozisyondaydık. Sanki akşam bütün
bu sözleri söylememiş gibi geceleri sırnaşıyordu; bulaşıktan, çamaşırdan,
ortalık toplamaktan yerlerde sürünen bedenime.
Hayallerim vardı ama yok gibi yapmak
zorundaydım. Yok gibi yapa yapa, hayallerim terk etti gitti. Geceleri yatağa yatar
yatmaz gözleri kapanıp, uykuya dalan insanlardan oldum. Ne gecenin
etkileyeceği, ne de gizemi sırtımı yalayıp geçiyordu.
Böyle böyle yıllar geçti. Yıllar geçerken
ekonomik krizler de oluyordu. Ben de kendi ailesinde kriz yaşayan evli bir
kadındım. İlk çıkarılacaklar listesinde yer aldım. Çocuğum yoktu, doktorlara
göre olacağı da yoktu ama jinekolog raporunu işverene sunamayacağım için ilk
çıkartılanlar arasındaki kadınlardan oldum. Yaşım otuz üçtü. Yanına bir üç daha
eklesen fotoğraf çekerken gülümseyerek çıkmana neden olan, üç yüz otuz üç
olacaktı ama bendeki iki adet üç sayısı, dudaklarımın aşağı doğru sarkmasına
neden oldu. O gün bana sorsan yüz üç yaşındaydım. Şimdi sorma, kaç yaşında
olduğumu bilmiyorum.
Kovulduğum için değersizlik hissini
yürekten, mideden, bağırsaklardan velhasıl bütün iç organlarımdan hissetsem de,
sonra birdenbire o eşiği atladığımı gördüm. Nasıl atladım bilmiyorum. Karınca adımlarıyla
ya da bir salyangoz gibi yavaş yavaş atlamış olmalıyım. Yazları salça ve reçel,
kışın lahana turşusu kuruyordum. Diziler ve bilumum gündüz kuşağı izlemeye başlamıştım.
Gözlerim donuk donuk bakıyordu. Çalışırken de öyleydi, donuktu bakışlarım. Hiçbir
fark yoktu arasında. Ama değersizlik hissi yerini kayıtsızlığa bırakmıştı.
Bakışlarımın canlı olduğu zamanlar,
ergenlikle maksimum yirmi iki yaşım
arasıdır.
Çocuğum yok demiştim ya, ne oldu biliyor
musun? En samimi ve en samimi olmayan arkadaşlarım bile üreyebildikleri için
benim annelik duygusundan yoksun olduğumu söylediler. Direkt değil ama. Ucundan,
kıyısından, kıyısından. Sinsiliğin sınırlarını iyi biliyorlardı. Çocukları en
fazla beş yaşındaydı ama maşallah beş aylıkken üstün kutsal annenin her şeyi
söyleyebilme yetkisini donanmıştı hepsi.
Lafları hep, çocuğu olmayan anlayamaz gibi sözlerle başlıyor, sonra derin bir
iç çekerek kendi durumlarına şükrediyorlardı.
Kocam Latif, çalışmadığımdan dolayı beni
daha da hakir görmeye başladı. Eee ben de giyinip kuşanmayı bırakmıştım. Ne yapsaydım
yani evin içinde ceket pantolon ince topuklu ayakkablarla çak çak çak diye mi
yürüseydim? Bir düşünsenize bu kılıkla yemek yapıp, ortalık topladığımı, hele
hele cam sildiğimi. Saçlarım da doğuştan kıvırcık gibi bişeydi ama kıvırcık da
değildi, kıvırcıkımsıydı. Sonra papaz gibi kabarıyordu. Yağmur yağdığında tülü
tülü oluyordu. Bir papazı kim sever ki. Hem de kadın papaz. Olacak iş değil
vallahi. Üstelik evin ekonomisine de katkım olmuyordu ve bu da kötü ve büyük
bir etkendi aile şirketimiz için.
Her akşam işten gelince ben yaptığım
yemeklerle onun karnını doyuruyordum o da şikayetleriyle kulaklarımı
dolduruyordu. Bazen kulaklarımın dolup taştığı oluyordu. Ne oldu sonunda: kulaklarım
ağır işitir oldu. “duymuyor musun sağır mısın?” diye bağırıyordu bana ve ben de
“evet sağırım” diye cevap veriyordum. Duyduğumdan değildi evet diye cevap
verişim. Bana bağırırken eli kolu da bağırıyordu. Yok canım dövmeye kalmıyordu.
Elini kolunu, abartılı abartılı sallıyordu. Öküz değildim, ne demek istediğini
anlıyordum. En sonunda devlet hastanesine gittim, doktor kulaklarıma bir alet
yerleştirdi ve bana “guguk de” dedi. “Guguk” dedim ve kulaklarım açıldı. Tabii bunu
kocama söyleyemezdim. Dalga geçmeye başlardı ve yıllarca bunu her önüne gelene
anlatırdı. Evlilikte zaten her şeyin söylenmeyeceğini anlamıştım. Evlilik
hatalarını saklama sanatıydı. Sanat ne yaaa! Her şeye de sanat eklemek yok mu?
Zanaat desem daha doğru olur. Neyse, bu “guguk” demenin, kendi kendime ne
anlama geldiğini düşünmeye başladım. Sonunda vücudumun doğaya çıkarsa
iyileşeceğini, bakışlarımın kıpır kıpır olacağını düşündüm. Aklıma ilk
gençliğim geldi. Herkesin ilk gençliği gibi çok güzeldi ve ne var ki çoktan
tarih olmuştu. Tarih kitaplarındaki gibi göreceli değildi hiç bir şey. Belki de
ben taraf tutan bir tarihçi gibi hep güzel günlerini hatırlayıp, zihin arşivimde güzel
günleri arşivleyip duruyordum. Belki de herkes öyle yapıyordu. Ama insanın Anne
ve Babasından başka kimse insanı şartsız şurtsuz sevmiyordu ve dertleri ile
kasılmak istemiyordu.
Tarih tekerrürden ibaretse de, kendi
kişisel tarihimizde tekerrür diye bir şey olmuyordu ne yazık ki…
Doktordan sonra ben doğaya çıkınca iyileşeceğime
kanaat getirmiştim, ne var ki, bunu istemiyordum. İyileşmek istemiyordum işte
canım. Çünkü Latif’e katlanamıyordum ve
ne kötü ne de iyi olan evliliğimizin uyuşturucu etkisi olan alışkanlığında
zaman ilerleyip duruyordu. Latif’in iş yerindeki şikayetlerine alışmıştım.
Galiba yaşamdaki her şey kötü bir alışanlıktan ibaretti. Benim de bu
alışkanlığımı bozacak, uyuşturucuyu bedenimden çekip alacak hiçbir dış etken
yoktu.
Latif’i bir gün yorgun, omuzları daralmış
gördüm. Kamburu çıkmıştı, saçları dökülmüş, kafatası pırıl pırıl parlıyordu
aradan. Oysa her gün gözümün önündeydi. Ne ara olmuştu bu değişim? Bej rengi
pardüsesini değiştirmiş, yerine gri pardüse almıştı. Her zamanki koltuğumda
otururken, onun tırs tırs diye ses çıkaran terlikleri, kulaklarımın tilki gibi
dikilmesini sağladı. Ben bir tilki değildim, onun rap rap rap diye ses çıkaran
terliklerinin sesi de nereye gitti diye şaşırdım, gözlerim açıldı. Keyifle
geldi, sanıyordu ki gençliğindeki gibi yakışıklı, dik. Pardesüsünü poşetinden çıkarıp,
üzerine giymiş, Fiyakayla bana döndü “nasıl?” dedi. İçimden, “valla Latif sen boku
yemişsin” dedim. Kamburu çıkmış, omuzlar
daralmış, bacakları da tuhaf biçimde yamulmuş. “Heyy be heyy, nerde senin o çok
övündüğün yakışıklılığın, prezentabl eleman.” Çok hoşuma gitti tabii bu durum. Latif’e cavap olarak, “tam emekli günlerinde
giyebileceğin cinsten” dedim. Hiçbir şey demedi. Şimdi maç bir bir ilerliyordu
sayın seyirciler.
Latif emekli oldu ve gri pardüsesi ile
başladı market bültenleri cebinde dolaşmaya. İlk vazifesi hangi markette ne
ucuzsa onu almaktı. Ben artık kadın programları yemek yarışmaları falan
filandan gık demiştim. Hepsi burnumdan fışkırıyordu.
Hem artık ölmek istiyordum. Hızlı hızlı yaşamak
için kurs aramaya başladım. Her geçirdiğim günün beş günlük hızda olmasını
istiyordum. Yeteneğimden çok kullandığım malzemelerle beni hızla öldürecek bir
kurs aradım. Ölmek ve yaşadığımı bilmemek istiyordum. Nerde olduğumu bilmeyip,
belki uzay boşluğunda hoppidi zıppıdı zamanı geçirmek istiyordum. Orda zaman
var mıydı, ne hızdaydı, ya da ne ağırlıktaydı. Hiçbir fikrim yoktu. Ölüp görecektim.
Ama bende de intihar etme cesareti yoktu. Cesur değildim. Korkağın tekiydim. Neyle
öldürecektim kendimi. Herkes cesur, atak, konuşkan, falan filandı. Ama ben de
bunların hiç biri yoktu. Nasıl öldüreceğim ya diyordum kendi kendime, ama bunun
cevabını da veremiyordum. Hem Latif bütün gün tepemdeydi. Bütün gün dip dibe
yaşıyorduk. Kocam artık kaynanam olmuştu. Vıdı vıdı her şeye karışıyordu. “Bunu
neden öyle yaptın, şunu neden böyle yaptın? Yaaa var ya sen de, sana kalsa bu
ev batar haa, batar!” diyerek gözümü
korkuturken kendi egosunu pasta cilayla parlatıyordu. Bereket kaynanam yoktu,
altı yedi sene önce ölmüştü. Ölünün arkasından konuşulmaz ama… ben de
konuşmuyorum yazıyorum. Yoksa sağ olsaydı hafazanallah Latif’le bir olurlar,
beni ikiye bölüp beşe katlarlardı. Yok canım bedenimi değil. O kadar aktif cani
değiller, pasif sadistler.
Latif ve annesini düşünürken, Latif’in
babası girdi araya. Matbaada çalışıyordu ve bütün o zehirli boyalar, baskı
işleri nedeniyle dört çarpı on küsürlük zaman diliminde (46) bu alemden uzayıp
gitmişti.
İşte o an, beynimde bir yıldız parladı “ben
de baskı yapsam ya!” dedim. Bu yaştan sonra matbaada işçi olacak halim yoktu.
Monobaskı yaparsam bir günü beş gün hızında yaşarım diye düşündüm. Vay bee beş
yıldızlı yaşam dedikleri bu olsa gerek. Ve kursuna gittim.
Öyle güzel ki, ellerim bileklerime kadar
boyalar içinde. Cildim daha fazla etkilensin diye ben dirseklerime kadar boyaları
sıvıyorum. Hem de baskı yaparken, Latif’i düşünmüyorum. Eee kurs da bir yere
kadar. Haftada üç gün. Yetmez bu kadar. Ben de evdeki küçük bir odayı boşaltıp,
baskı odası haline getirdim. Latif’ten uzak, gönlüm şahane. Mis gibi boya
kokuyor. Şöyle odaya girdiğimde ciğerime ciğerime çekiyorum kokuyu. Ohh miss. Maske
de takmıyorum üstelik. Bundan alâsı düşünülür mü?
Latif bu durur mu? “Ben de kursa gidicem”
dedi. Market bültenlerini de bıraktı zaten. Benim iştahım iyice kapandı. Hiçbir
şey yemiyorum. Öğrenci işi neskafe yetiyor bana. Sigaraya da mı başlasam, ne
yapsam? Başladığımdan beri epey bi kilo verdim. Geçen aynaya baktım, yüzüm de
epey sararmış. Güzel bu.
Latif diyordum ya bıraktım onu da yine
kendimi anlatmaya başladım. “Ben de kursa gidicem” dedi. “Ee git ne duruyorsun”
dedim ağız ucuyla. “Ne kursuna gidicen?” falan diye hiççç sormadım. Bi baktım
bir gün eve gelmiş, elinde bi ud.
Şimdi o da evin başka bir odasında udunu tıngırdatıp
duruyor. Düşündüm de o zamanı yavaşlatmak istiyor gibi geldi. Ben yolcu, sen
yolcu Latif. Sen yolculuğu kamplumbağa
hızında yapmak istiyorsun, ben jet hızında.
Yollarımız ayrı Latif’cim. Zaten baştan
ayrıymış da, bizimkisi sadece alışkanlıkmış.
Hoşça kal Latif…
13 Aralık 2015 Pazar
Çöpünü at, çevreyi kirlet!
Cnn Türk'de, Yeşil Doğa isimli programı yapan Güven İslamoğlu, dün gece yine her zamanki gibi, insanların bıraktığı naylon poşetleri, su petlerini, aluminyum tencereleri, gazete kağıtlarını, araba lastiklerini v.b nesneleri topladı. Bunu yaparken de milyonuncu kez, doğaya gidildiği zaman bu geri dönüşümü binlerce yıl sürecek, katı atıkların, doğanın kalbine, bu kadar umarsızca, saygısızca atılmaması gerektiğini söyledi.
Dün gece muhteşem doğasıyla Yedi Göller'deydi. İnsan o doğanın güzelliğini televizyondan görüyor. Ya oradaki sesler, kokular nasıldır kimbilir? Ama, mangal yapan mangalcıların öbek öbek çıkan dumanları yüzünden, kuşlar artık orada durmuyormuş. İnsanların ulaşmasının zor olduğu ve pek de kimsenin pek bilmediği yerlere kaçmışlar.
İnsanlarımız, insanlarımız...
Sorsanız şu mangal yapanların yüzde doksanı memleketini çok seven vatanseverdirler! Ama çok sevdiğin vatana ne yapıyorsun dediğinizde, ne cevap vereceklerini çok merak ediyorum doğrusu.
Ellerindeki su şişelerini, kağıtları, meyve kabuklarını sigara izmaritlerini, doğanın kalbine hiç gocunmadan atıp giderler.
Dumanlarını salarlar. Hayır anlamıyorum, bu et manyaklığı nedir? Gelmişsin mis gibi doğaya ha babam ye dur. Yürüyüş yapmak, gittiğin doğayı izlemek, hissetmek gibi bir düşünce yok! Arabayla geldikleri yerden ormana girince şöyle bir bakınırlar ve sonra "haaaa, nerde la, nerde bu mangal yapcamız yerler, Bünyamin Abiii sen kömürleri getir haaağğğ" derler ve etleri pişirdikten sonra hiç bir yeri görmeden huşu halinde yiyip, doğayı hissetmeden, bakmadan basar giderler. Tabii çöplerini de boca etmeyi ihmal etmeden!
Eskiden pikniklerde ne böyle mangal vardı ne de doğayı kirletmek. Pikniğe gitmeden önce evde kuru köfte, börek, peynir, yumurta v.b yiyecekler hazırlanır, yedikten sonra da çöpünü evine getirip, belediyenin çöp tenekelerine atılırdı.
Vatansever piknikçiler böyle! Ne doğaya karşı, ne hayvanlara ne de insanlara karşı pek merhametli olduklarını sanmıyorum. Bu sanma meselesi, benim fikir yürütmemle alakalı değil. Davranışlarını gözlemledikçe bu apaçık ortada.
Öyle bir ceza sistemi olmalı ki, bu insanları caydırmalı. Cezayı bırakın, Orman İşletmesi, oraya gelen insanlar için mangal ocakları yapmış. Ne demek bu böyle? Bir ormanın içinde mangal olmasını benim aklım almıyor. Zaten her yaz kasten ya da vurdumduymazlıktan dolayı ormanlar yanıyor, bir de sen kalk mangal yap. Arabalar ormanın içine kadar giriyor.
İnsanların duyarsızlığına, sanki teşvik veriliyor.
O çöpleri bırakanlar tespit edilip- bir poşet bile olsa- en az bin tl lik ceza yaptırımı uygulansa, insanlar çevre konusunda o kadar hassas olurlar ki.
Bizim insanımız böyle diyorum da, sanki başka ülkelerde insanlar farklı mı? Onlara da bu şekilde aymazlığı itelesen, çevreyi mahvetmesine izin versen onlar da aynısını yapar. Yıllarca çevreye önemi gerektiği zaman cezayla ve çocuk yaşta eğitim vererek vardıkları sonuç ortada.
Biz de eksik olan çevre konusundaki kanunlar. Sanki ne kadar kirletirsen kirlet, bu doğa bitmez ve bunun insana geri dönüşü olmazmış gibi düşünülüyor olmalı.
Velhasıl kimsenin çevreyi taktığı yok.
İnsanlar için mal önemli.
Zihniyetin maldan ibaretse, sonuç böyle olması kaçınılmaz.
6 Aralık 2015 Pazar
Kıskanmak & Nahit Sırrı Örik
Nahit Sırrı Örik'in, "Kıskanmak" isimli romanındaki, Seniha karakteri, günümüzde yaşasaydı, aynı ruh hali içersinde olur muydu? Olmazdı kuşkusuz!
Seniha'nın şanssızlığı, kadın ve biraz çirkinimsi olmasından kaynaklanıyor. Hele karşısında, kardeşten çok rakibi durumuna gelen, "Halit" karakterindeki ağbisi, erkek ve yakışıklı -yazara göre güzel- olması nedeniyle, ağbisinin, ailesinin biriciği olup, Seniha'nın adeta köşkün beslemesi gibi muamele görmesine neden oluyor.
Bu yüzden de, Seniha, kendine güvenini yitirip, daha da bakımsızlaşıp, karanlıklaşan ruhunun, dışa yansıması olarak, aşırı derecede ciddi, hayattan zevk almayan fakat buna rağmen -babasının paşa olmasına ve Göztepe köşklerinden birinde yaşamalarına, genel halk baz alındığında, daha çok maddi imkanlara ve daha enetelektüel olması düşünülen bir ailenin içinde doğmasına rağmen- kadın ve üstelik çirkin olmanın cezası kendi ailesi tarafından veriliyor: Bir okula gidemiyor, dolayısıyla da diploma sahibi olamıyor. Bu da anne babasını ve varsıl durumlarını kaybettikten sonra, ağbisi Halit'e bağımlı yaşamasına neden oluyor.
Nasıl bir aileyse diyeceğim çocuğunu çirkin ve kadın olduğu için hayattan soğutuyor, düğün yapmamak için evlenilmesine bir şekilde mani olunuyor. Tamam, biliyorum, günümüzde, bundan daha da kötü örnekler çok var. Varsıl ve okumuş yazmış bir aileden, kızlarına karşı takınılan tutum karşısında insan sinirlenmeden edemiyor.
Fedakarlıklar hep Seniha'ya, hovardalık ve sorumsuzluklar hep Halit'e doğuştan verilmiş; birine ceza diğerine ödül gibi. Ama sonuçta Halit'e de ceza durumuna düşüyor, bu adaletsizlik. Sonuçta fedakarlıkların sürekli hale gelmesi, Seniha'nın görevi oluyor doğal sürecinde! Halit evin beyi, Seniha ise evin vekilharcı ya da kahyası konumuna geliyor.
Halit, karakterine o kadar sorumsuzluk ve ego yüklemesi yapılıyor ki, sonunda bencilin bayrak taşıyanı olup çıkıyor. İlerlemiş yaşına kadar eğlence yerlerinde gününü gün , -gecesini gece- ediyor. Sonra gün geliyor "eee hadi evleneyim bari" diyor. Evlendiği kadın da aradığı özellik, güzellik oluyor. (Çok maddeci, maneviyattan bihaber) Evleniyor da; karısına karşı sevgi dolu olmayı bırak, duyarlı bile değil. Bildiğin odunun teki. Kadın da, kocasını aldatıyor falan. (Madam Bovary misali.)
Benim derdim Seniha: Seniha, bu iki maddeci karakterle birlikte yaşamak zorunda kalıyor. Okumaya, öğrenmeye açık ve entelektüel bir insan ve kendi çabası ile Fransızca öğreniyor.
Günümüzde olsa Seniha, ne yapar eder, okur, diploma sahibi olur, Kpss ye girer, yıllarca atanamasa bile, sonunda bir mesleği olur, ağbisini ve karısını bu kadar kafaya takmaz, onlardan ayrılır kendi hayatını, kendi düzenini -evlenir ya da evlenmez- kurardı. -Bunu romanın sonunda gerçekleştiriyor ama komplekslerinden arınamıyor. Aklı hep ağbisinde.- Ayrıca çirkinlik diye bir kavramın olmadığını, beğenmediği bir yeri varsa da, istese estetik ameliyat olur, kendine bakar, daha iyi kıyafetler giyer, bütün bunlar da kendine güvenini sağlardı. Ve bunun sonucunda da kendi hayatını yaşardı.
Günümüz, günümüz diyorum, bu kadar kadına karşı -kadının kadına karşı bile- psikolojik ve fiziksel olarak şiddetin olduğu zamanımızda, Nahit Sırrı Örik nasıl bir roman yazardı bilemiyorum... Her biçimde insanın özel hayatına ve gerçek anlamda tecavüzlerin, şiddetin olduğu hiç bir cezasının olmadığı günümüzdeki, N.S.Örik'in yazacağı romanın özü kıskançlıkla birlikte yoğun bir dram düşerdi kadına yine zamanımızın yansıması olarak...
Not: Bu romanı Zeki Demirkubuz filme uyarlamış, Nergis Öztürk'de çok başarılı canlandırmıştı. Yukarıdaki fotoğraf filmden bir kare. Romanı okurken, hep N. Öztürk'ün ses tonuyla okudum ve çok beğendim.
3 Aralık 2015 Perşembe
Sanki!
Dün ve bugün sanki kendime işkence edercesine Kemeraltı'na gittim. Eskiden pek bayılmasam da, hoşlanırdım, şimdi o kalabalığa ve özellikle -devriye- gezenlere dayanmak çok zordu.
Ege art başlıyor, ve evet gideceğim...
Ege art başlıyor, ve evet gideceğim...
2 Aralık 2015 Çarşamba
1 Aralık 2015 Salı
Ne desem boş!
Metroda gazete kağıdı üzerine oturup yalın ayak dilenen Suriyeli çocuk, biraz ilerde merdivenlerde Türk mü Kürt mü olduğunu kestiremediğim flüt çalan bir çocuk daha. O kadar çoklar ki.
Dönüşte çöp konteynerinin içindeki küllerin içinden kendisine yemek arayan yaşlı bir adam.
Acı acı miyavlayan sokak kedileri, köpekler...
Her gün daha da duygularından arınmış insanlar.
Bugün gördüklerim bunlardı ve her geçen gün daha da çoğalıyorlar...
Canım ne yazmak istiyor, ne bi şey... sanki içimde bi burgu var, kalbimi buruyor, midemde kompresör çalışıyor.
Ne demeli, ne yapmalı bilmem.
Gerçekten bilmiyorum.
Dönüşte çöp konteynerinin içindeki küllerin içinden kendisine yemek arayan yaşlı bir adam.
Acı acı miyavlayan sokak kedileri, köpekler...
Her gün daha da duygularından arınmış insanlar.
Bugün gördüklerim bunlardı ve her geçen gün daha da çoğalıyorlar...
Canım ne yazmak istiyor, ne bi şey... sanki içimde bi burgu var, kalbimi buruyor, midemde kompresör çalışıyor.
Ne demeli, ne yapmalı bilmem.
Gerçekten bilmiyorum.
19 Ekim 2015 Pazartesi
22 Eylül 2015 Salı
Kuşlar gibi
ne olurdu sanki kuşlar gibi olabilsek. özgürlüklerinden geçtim düzenleri, topluluk halindeki yaşamları beni benden alıyor. bir kaç güne kadar artık sıcak ülkelere göç edecekler. onlar için ülke de yok, coğrafya var. ülkeler ve sınırlar ancak birbirini yiyen kibirli insanlar için var. kuzeyde ya da güneyde doğduğu için teninin rengiyle övünen insan için. haritada sınırlar çizmişler ve insana dünyayı dar etmişler.
halbuki kuşlar öyle mi? çocukken çok sık gördüğüm baharın müjdecisi leylekleri de elektrik telleri sayesinde katlede katlede bitirdik ya. bu sene kaç kişi leylek görebilmiştir bilmem.
göç ederken oluşturdukları seyretmesine doyum olmaz düzenlerini hangi insan topluluğu sağlayabilir? bir bankada nasıl davranacağını bilmeyen, sıra numarası olmasa birbirini yiyen, otobüs beklerken sıra nerede diye sorduğun kişinin, seni enayi yerine koyarak alayla gülümsemesi mi?
biz sıradan olup da kendimizi çok bilmiş sanan, üç gün sonunda her şeye alışan, alıştığı şey ne olursa olsun, bin yıllık ömrünün bir parçası sayan insan için kimi zaman hakaret ettiğini sanarak "kuş beyinli" deyip onları hafife alıyoruz.
hafife alıyoruz da, kimi hafife almamızı bilmiyoruz aslında. bir topluluk olduğunun farkında olmayıp, topluluğun gerektiği gibi davranamayan, metroda, otobüste, yolda yürümesini bilmeyen, kapmayı, saldırmayı, barbarlık değil toplum içinde ayakta kalabilme, uyanıklık sanatı sayan insancıklarız.
ne insancığı baya insanız. sanki insan doğanın en üstteki bireyi olduğunu varsayıp "vah vah vahhh bunlarda insanlık da kalmamış" diyoruz ya, ne büyük yanılgı.
sanki birey olabiliyor mu? 20 yaşındaki çocuğuna 3 yaşındaki çocuk muamelesi yapan, koruyucu kollayıcı hareket ettirmeyeci müdahaleci ailecilik sayesinde birey de olamıyor. ne kendi kararını verebiliyor , ne de kişiliği gelişiyor. koca bedenli kavgacı, mızmız, ailesinin gazıyla çalışan insanlar sokakta, okulda, çalışma hayatında.
işte insan dediğin böyle bi şey işte. her şeyi yapan, bu yaptıklarını da yaparken maskesini takan, sonra da "yok ya bu insan değilmiş" dediğimiz insanoğlinsan işte. insan olmasa hiç eşine sadık kalan angut kuşunu, salaklık olarak algılayıp "angutluk yapma" demez.
bal gibi de insan. valla bence o maskeliler tam da insanlık yapıyorlar. herkes içinde meleği ve şeytanıyla yaşıyor. kiminin hamurunda şeytanlık daha fazla kaçmış oluyor, kiminin de iyi niyet fazla geliyor. hele bu ikiyüzlü toplumda iyi niyetin fazla kaçmışsa hamuruna kazık yemeye hazır ol.
lidyalılar olmasa mutlaka başka biri icad edecekti parayı ve insanlar yine ruhlarını bedenlerini satacaktı hiç gereği yokken iki kuruş uğruna. uğrunda sattığı ruhu ve bedeniyle belki aşağılık kompleksini, yüksekliğe evirmek istiyordur. belki elde ettiği parayla kendisi de başkasını satın alacak ve kendi kendisine, kendini ispat edecek ve tekâmul ettim sayacaktır.
kuşlar gibi olabilse, topluluk halinde yaşayan hayvanların ilahi düzenine sahip olabilse. nerdeee?
26 Ağustos 2015 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)