27 Mayıs 2013 Pazartesi

Bugün biraz korku, biraz Zorba


Bugün güzel bi poyraz var. Nasıl hoşuma gidiyor. Yaz mevsiminin başlaması da hoşuma gidiyor ama o hain sıcaklar aklıma gelince korkuyorum. Sıcaktan korkar oldum, bayılıp bayılıp uyaya kalmalardan. Sürekli su isteği.

Korku deyince psikeartın korku konulu sayısını okuyorum. Korkmak hem iyi, hem kötü. İnsanı koruyan bir durum. Korkağım diye kendinizi suçlamayın.
Eee en kutsal korku da, ölüm korkusu. Sanırım çocukluk çağının güzelliğinden biri de, belli bir yaşa kadar ölüm nedir bilmeyip, duysan da bi türlü algılayamama durumu. Algıladığın an zıçmaya başlıyorsun. Ama bazen de ölmek istiyorsun be Vereniko. Ne bileyim hayatta ölmek istiyorum diye kendi kendine trip atmamış insan var mıdır? Bence yoktur. Trip atmayanlar sahiden gerçekleştiriyor. Epikürüs “ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum korkmayın be kardeşlerim” demiş. İyi demiş. Yani şimdi bunu yazıyorum diye ölüm korkusu dört bir yanımı kuşatmış değil, sadece okuduklarımdan aklımda kaldı da ondan yazıyorum. Yaşamını normal olarak sürdüren her insan gibi ölümün çok uzak bir gelecekte olacağını düşünüyor insan evladı. Bu da bir savunma biçimi.

Sabah sabah dışarı çıkmıştım. Sabah dışarı çıkmak güzel oluyor. Sanki taze ekmeğin kokusunu çekerek yemek gibi. Her yer sessiz, dükkanlar yeni açılıyor, insanlar yeni ayılıyor. Henüz hırtlaşmamış bir ruh halinde oluyorlar. Böyle kaygısız İsmail gibi.
Bir apartmanın sıvasını yapmak için iskele kuruyorlardı. Dedim ya, sabahın erken saatleri diye. İşçiler o demir boruları lego gibi kurarken, nasıl bam güm yerlere atıyorlar, hiççç sabahmış, sessizmiş, uyuyan, hasta, çocuk olurmuş. Yok yok umrunda değil işte.
Alt kattan bir kadın çıktı saç baş dağınık. Belli ki yataktan zıplamış. Kadın işçilere açtı ağzını yumdu gözünü. Yok, edeblice “bana bak kardeşim, burda uyuyoruz ne düşüncesizsiniz, biraz yavaş olsanıza” falan yüksek sesli bağırma değildi. Küfürleri nasıl sıraladı, isim ve soyadıyla. Baya baya iyi yedirdi bunlara. İşçiler nasıl sustular, normalde düşünürsün değil mi, kadına bağıracaklar. Yookkk, tam tersine kuzu gibi oldular. O demirleri yere pamuk gibi koydular namussuzlar. Şu ömrümde anladım ki erkekler saldırgan kadın görünce tırsak oluyorlar. Tam hakkını vereceksin. Nasıl kaçacaklarını şaşırıyorlar. Yani o küfürler çok galiz olsa da, kadına helal olsun dedim. Dinsizin hakkından imansız gelir.

Sait Abi'yi okuyorum geceleri. Kimbilir kaçıncı okuyuşum. Her okuyuşumda farklı bir şeyler okuyorum. Sait abimin anarşist olduğuna karar verdim. Hem de ne anarşist biliyor musunuz?: kendisini anarşist sınıfına koymayacak denli anarşist. Herşeyi reddederek hiç bir sınıfa dahil olmayan anarşist. Trt Türk de kışın Mehmet Altan onu ve onun çemberinde Burgazada'yı anlatmıştı. O zaman kapalıydı evi. Sadece insanı anlatan canım öykücüm, bir hikayesi yüzünden mahkemeye verilmiş halkı askerlikten soğutuyor diye. Hangi öyküsüydü, unuttum valla. Ne çabuk unutuyorum, sinir oluyorum. Hah hatırladım, Semaver isimli öykü kitabından bir öykü.

Burgaz'da bir ya da iki yaz kalmışlığımız var. Küçüktüm, gene unuttum. Büyüdüm gene unutuyorum. Galiba en sonunda bunuyacam ben. Ordaki fotoğraflarıma bakıyorum da, vay beee diyorum, bu sen misin? Yine psikeart dergisine gelcem. Orda diyor ki, çocukluğunuz geçmişte kalmadı. O sizi bu hale getirdi ve siz ondan asla kopmadınız. Yaa lütfen “içindeki çocuğu çıkart” muhabbeti bitsin, ne biçim bir geyik bu. Çocuk ruhluysam çocuk gibiyimdir, değilsem olgun insan. Kaldı ki çocukken bile olgun davranan çocuklar görmüşümdür. Bereket ben hep çocuk ruhluyum. Seviyorum bu huyumu.

Zorba'yı nihayet okudum. Nasıl diyecek olursanız mükemmel ötesi derim. Yazmaya yelteniyorum, nasıl yazarım, nasıl anlatırım ben bunu, deyip kendimi çekiyorum.
Ama şunu söyleyiyim ki Kazancakis sanki A.Quin görmüş de öyle yazmış. Farklı coğrafyada, farklı zamanlarda doğmuşlar birbirlerini hiç görmemişler. Daha önce filmini izlemiştim. Kitabı okuyunca, amannn nasıl bir şey bu adam nasıl böyle rol yapmış dedim. Ve hatta Zorba'nın bölümlerini Quin'in sesiyle okudum. Tabii burda onu kim seslendirdiyse mükemmel olmuş. Okurken çiz, çiz çiz.

Gittim işin magazinsel boyutuna da baktım. Aslında bu tesadüfen oldu. Vikipedia dan bakarken, Quin'in on üç çocuğu olduğunu öğrendim. Bunların bir çoğu evlilik dışı ilişkilerinden. Adamı takdir ettim. Çocuklarını doğmaması için sevgililerinin üzerinde baskı kurmamış ve onlara sahip çıkmış. Şimdi bizim ülkedeki bazı şarkıcı markıcı takımının takındığı çocukları kabul etmeme durumu karşısında bravo dedim. Adamın karakteri de fotolarına bakınca "iyi be bu abi" dedittiriyor, iyi olmasa o kadar güzel Zorba olur muydu?
Sevgili günlük, -bu yazı günlük formatında oldu galiba.- Evet, öyle oldu. İyi de oldu. Bu kadar yeter, çok çenem açıldı.
Hadi eyvallahınız.






15 Mayıs 2013 Çarşamba

Menemen'e gidiyoz, gittik, geldik



Metro daha doğrusu izban olduğundan beri Menemen bize artık bir vagon uzaklığında.

Yağmurdu, şuydu, buydu bi sürü şey araya girince epeydir yakın çevre gezisi yapmamıştık. Siftahı Menemen'le açmaya karar verdik.

Menemen'in benim için şöyle bir özelliği var: yol kenarında olan bütün kasabalar, şehirler gibi insanın (benim) şehrin içine girip de gezme isteği uyandırmıyor. “eee geçtik ya, eee gördük ya, bundan daha başka ne olur ki? dedittiriyor. Sanırım böyle düşünmeme neden, memleketin şehir planlamasının, tek elden çıkmış gibi klişe; ortada bir cadde, sağlı sollu üçüncü sınıf apartmanlar, altında dükkânlar ve ne kadar küçük bir şehir olsa dahi, doğru dürüst bir park yeri bulamamaktan geçiyor.

Evet böyle ama. Zamanında kim bu şehir planlamasını yaptırdı ve onay verdiyse, şehirlerin ağzının içine takır takır yapmış.
O kadar gezmeyi sevdiğim halde, farklı bir şehir göremeyeceğimi bildiğimden aynımsı şehirlere gidince gıcıklarım hop oturuyor hop kalkıyor.

Hem bu Menemen'in kıyısından daha önce defalarca geçtiğimi söylemiştim değil mi? Evet! Sepetçilerinden sepet, çömlekçilerinden de çömlek almışlığımız vardı.

Şimdi bir şehre gittim, havası temiz, insanları mutlu, amcaları teyzeleri şefkat doluydu, ahhh bu iyilik ve naiflik sayesinde kalbimde milyoz kere kelebekler kanat çırptı yazısı yazmıcam. Gerçekler beni daha çok ilgilendiriyor. Doğruya doğru, eğriye eğri istikametinde gezi yazısı olacak.

Evetttt, metro ve izban'da anlatılacak ne var ki? Metronun hızlılığı, izbanının vagondan ziyade dalgalı bi denizde gemiye binmişsin gibi his veren hülyalı süratinden başka. Neyse ki acelemiz olmadığı için rahat rahat oturduk. Ta ki Egekent, Ulukent duraklarına kadar. Bundan sonra “acaba burası mı Menemen?” diye endişelenmedim değil.

Endişelerim yersizmiş. İner inmez canım çay çekti. “Offf bir çay bahçesi olsa da girsek” derken karşımıza çay bahçesi çıktı. Güzeldi. Ama servis can sıkıcıydı benim açımdan. Çay güpgüzel değil ama güzeldi işte. Çayı soğutarak içmeyi sevdiğim için, son yudumlarını da oldukça soğuttum. Aceleci garson son yudumlarımı içerken zebellah gibi başımda dikildi mübarek. Yuhhhh çektim mi? Tabii ki!

Sonra şehrin merkezine doğru yürüdük. Hiç sevmediğim üçüncü ve dördüncü sınıf apartmanları geçtikten sonra, çok sevdiğim yuvarlak köşeli mimariye sahip, 1950'li yıllardan kalma, iki katlı bir evin önüne geldik.
Bahçesindeki sarmaşık gülleri görünce gözlerime inanamadım. Bu güller gerçek mi? He valla gerçek. O zaman hemen fotoğrafını çek.

Sonra ilerledik durduk işte. Yani, kasaba olarak pek dikkat çekici bir özelliği yok. Kopi peyst şehir mimarisine doğrusu şaşırmadım. İnsan beklentisini düşürünce, gıcıklarımın hop oturur hop kalkması gibi bir durum bahis konusu olmuyor. Bu durum karşısında kayıtsız kayıtsız bakıyorsun.

O güzel evi biraz geçince çok güzel bir camii ile karşılaştım. Böyle büyük ve eski bir cami İzmir'de dahi yok.
Sanki bana kiliseden çevrilmiş gibi geldi. Üşendiğimden, Menemen'deki Yeni Cami ne zaman yapıldı, eskiden kilise miydi falan diye, gugıl hazretlerine sormadım.

Biraz ilerde koskoca bir parkla karşılaştım. Böyle denizi olmayan kara şehir ve kasabalarında parka çok önem veriyorlar. Eee ama yani, olması gerekir tabii. Kendi bildim bileli deniz kenarında yaşadığım için böylesi bir parkı Balıkesir Akçay'a çocukken tatile gittiğimizde görmüş, bana o zamanlar çok da sevimli gelmişti. Tabii devamlı yaşasam aynı sevimlilik devam eder miydi, tartışılır.

Yürüdük yürüdük, aslında o kadar da yürümedik. Neticede iki adımlık bir yer burası. Hemen bitiveriyor. Güzel bir yufkacı görünce hiç kaçırmadık tabii. Yöresel lezzetler ilgi alanıma giriyor.

Sonra et. Öyle çok kasap dükkanı var ki. Kafamı çevire çevire geçtim. Hayır pisliğinden falan değil, tam tersi çok temiz ve has gibi duruyordu vitrindeki etler, ama ben artık vejeteryan olduğumdan bakamıyorum. Aslına bakarsanız kokusu öyle güzel geliyor ki. Bir büfe vardı mesela, şehirde gördüğünüz nallı marka döneri satan yer gibi duruyor dekorasyon itibarıyla ama et kokusu nefis geldi. Nesli “yicek misin?” dedi. Ben “hayırrr” dedim. Yiyemem artık. Trak geldi bana. Bundan önce ne kadar çok karar vermiştim et yememeye de, sözümde duramamıştım. Şimdi kendiliğinden oldu. Bi Lusi ve Viki kızının dostluğundan, hayvanlara yapılan zulümden sonra sanki insan eti yiyormuşum gibi hissediyorum.

Şu şehirlerde ve kasabalarda ve köylerde vızztttt, vızzzttt diye sivrisinek gibi geçen garabet bir motosikletler var ya, onlara evvel ezel sinir oluyorum, bir psikopat resmen üstüme sürdü, eşşoğlueşşek. Bu toplumun ruh sağlığı bozuk, şiddet dolu. Artık bunun bana yansıması küfretmek şeklinde oluyor.


Immm unuttuğum bi şey var mı diye düşünüyorum şu anda. Tamam buldum: ne gerek varsa, iki üç metrelik yerleri telle çevirerek tavşan kafesleri yapmışlar. Hayır, ne gerek var buna. Şimdi sen hayvansever mi oldun, o hayvanları oraya tıkmakla. Yoksa çocuklara tavşan mı gösteriyorsun diye çok mu çocukseversin? Yedik!

Sanıyorum izban sayesinde buranın özellikle kasap ve mandralarının bilançosu olumlu anlamda hareketlenmiştir. Ben de vejeteryansam da vegan olmadığımdan, peynir meynir gibi şeyler aldık. 

Size de tavsiye ederim, yakınlardaysanız.



7 Mayıs 2013 Salı

Brüksel’e gurme seyahatim



Yemek yemeyi çok sevdiğim için yıllar içinde damak tadım oldukça gelişti. Bunun sonucunda gurme oldum diyebilirim.

Rahatlıkla diyebilirim.  O kadar ki  Belçika’da düzenlenen “Geleneksel Füzyon Mutfağı Toplantısından” bu sene davet aldım.
Bu daveti almam geçen aya, yani Nisan ayına rastlar. Ne hoş bir tesadüf ki, doğum günümü de AB nin kalbinde, belki bir enginarın kalbinin tadına bakarken kutlayacaktım.

Uçak bileti, otel rezervasyonu işlemlerini halletmeden önce, kendime şık ve sade bir kıyafet edindim. Ne özenilmiş gibi ne de özenilmemiş gibi…
Bakın şimdi, bu iki arada kalınmışlık durumu bana yaşlı bir kadını anımsattı birden. “Kahven nasıl ossun, Tosun teyze” deyince, “ne şekersiz, ne şekerli” demişti. Evet Tosun teyze biraz ikircikliydi, hiç birşeye tam karar veremiyordu.
Sizler bilmezsiniz füzyon mutfağı da böyledir işte…
Ne pişmiş, ne pişmemiş,  tabakta ne var, ne de yok kıvamındadır yemekler. Daha çok yemeğin ana teması “yok” tur.

Rahat bir yolculuktan sonra Brüksel’e indim. Otele yerleştim ve füzyon mutfağından otlanacağımız restorana gittim. Restoran bir gökdelenin 16. Katındaydı. Aksi gibi hava oldukça yağmurlu ve gök gürültülüydü. Üstüm başım ıslanacak diye ödüm koptu. O yüzden taksiyle gittim.

Restorana çıktığımda çok aşırı rafine bir salonla karşılaştım. Çeşitli ülkelerden füzyon mutfağı gurmeleri karşılaştık. Kendi aramızda güldük eğlendik. Püsküvet yemedik, çünkü karnımızı püsküvütle şişirmek istemiyorduk.
Restoranın ana dekorasyon  rengi beyazdı. Bembeyaz masaya oturduk. Masayı böyle beyaz yapıyorlar ki, “şık yemekler” daha çok ortaya çıksın.

Dışarıda şimşek deli gibi çakmaya başladı. O arada dünyaca ünlü şefler sunuma başladı. Allahım nasıl şık yemekler onlar öyle, üzerinize afiyet. Bir minik yiyeceğin üzerinde, büyükten küçüğe doğru minik damlacıklar vardı. Ne yediğimi anlayamadım inanın.
Çünkü çok gökgürültüsü vardı. Korkudan, içimden Allahım ne işim var benim burada, neredeyim, kimim, nereden geldim nereye gidiyorum diye sorgulamaya başladım. Baktım o arada yemekler yenmiş, nefissss bulunmuş herkes ünlü şefleri alkışlama aşamasına geçmiş. Ben de bozuntuya vermedim ve hemen alkışlamaya başladım.

Oysa karnım deli gibi açtı. Buraya gelmeden once “elleri titrek, çatal bıçağı bi sağ eline, bi sol eline attıran “when I was Italy”  demekten başka bişi bilmeyen, kuru fasulye yedi diye, gözleri oynayan, kuzu eti diye gözleri dönen, yumruğunu sıkıp sıkıp, karşısındakine ayıp işaretler yapıyor gibi duran adama hıhhh diyordum.

Neyse geçelim bu adamı. Sonra bir yemek daha geldi. Bu yemek çiğ tanelenmiş mısırların üzerine konmuş, şaraba yatırılmış patates ve domates kurusundan oluşuyordu. Çok nefisti. Mısırın (darı demiyorum çünkü insan darı derken çok aşırı çirkinleşiyor, siz de demeyin lütfen)   çiğ mısırın üzerine konması ise tamamen renk uyumu açısındandı. Unuttum, bu yemeği yemeden önce şefler, tabaklarımıza oksijen sıktı. Böylece daha yemek canlı görünüyordu.

Tatlıdan önceki son yemeğimiz, 63 derecede pişmiş yumurtaydı. Bu neden 63 derecede pişiyor? Neden 65 derecede değil? Çünkü kıvamı öyle oluyor. Çünkü tabağa düştüğü sırada yumurtanın sarısı değil, önce akı düşüyor. Bu biz gurmeler için dayanılmaz bir manzara. Sırf bu gösteri anı için bile Brüksel’e gelinir. Yumurtanın tadı mı? Nasıl anlatayım, nasıl bilmem ki? Bu konuda, şu anda Tanzimat Edebiyatının süslü betimlemelerini kullanan, en ünlü edebiyatçısı olmak isterdim.

Biz her yemeği yedikten sonra, ünlü aşçılarımızı alkışladık. Onların ise ağzı kulaklarındaydı.

Yemeğin sonuna doğru gök gürültüsü kesildi.  Ben dahil bütün gurmeler ayrılmak istemiyormuş gibi duruyorduk.

Ama ayrıldık. Dışarı çıktığımda hava açmıştı. Güneş yoktu ama en azından yağmur yağmıyordu, hele hele gök gürültüsü hiç yoktu.

Hemen oradan bir markete gittim. Battal boy patates cipsi, kola ve koca bi bitter çikolata aldım.

Elimde patates cipsi bi yandan yiyip, bi yandan etrafı süzerek şehri dolaştım.
Güzel bi gurme seyahatiydı.




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...