30 Haziran 2012 Cumartesi

Gride bul kendini



Hayatı  kesin
sınırlarla 
çevriliydi
o kadar siyaha
ve
o kadar beyaza bakıyordu ki
kör olmuştu
siyah+beyaz
griyi
kabul etmiyordu

28 Haziran 2012 Perşembe

Bulutlar gelir, bulutlar gider


Kışın en sevdiğim şey ; bir denize, bir de gökyüzüne bakmaktı. İkisi de gün be gün, hatta saatten saate değişti. Gökyüzüne bakmayı denize bakmak kadar severim demiştim ya. Bakarım bakarım da, doyamam. O bulutlar… sürekli bi yerlere giderler. Tam ben onları bi şekle benzetmişken, anında değişiverirler.
Ben de tuttum geçen kış mevsiminden itibaren fotoğrafladım. Şimdi baktığımda kışı neden sevmediğim anlaşılıyor. Gri, karanlık, kısa günler. Yağmur sonrası bulutlar ve güneşin kızıllığı ile yıkanan bulutlar. En çok bunları seviyorum. Bi de masmavi bir gökyüzünü.  İyi ki güzel sözler ve müzik var. Atena’dan bulut şarkısının sözleri.


Sen aslında bir bulutsun
Durmuyor ki belli akşam üstü
Kalmaz ki bağlanmıyor bile

İçimiz ister mani olmuyor

Kaçsan bile yağsan bile
Senle de sensiz de olmuyor
Yine yoksun yanımda
Akşam karanlıkta
Yine yoksun yanımda
Akşam karanlıkta

Yerin dolmaz
Silsem olmaz
Dokunsam sahte olur
Gerçek olmaz

Bilmiyor musun hiç?
Hatrın var sorma ki
Yetişmek zor geliyor
Aslında yeterli birgün
Yok olmak için de
Sen bir bulut
Yine yoksun yanımda
Akşam karanlıkta
Yine yoksun yanımda
Akşam karanlıkta
Gelirsin gidersin  sın yine aklımı başımdan
Nnınınını…..

Şimdi buyrun fotoğraflara



























27 Haziran 2012 Çarşamba

Kötü Yol


Kanal D de, Orhan Kemal'in “Kötü Yol” isimli romanı, dizi haline getirilerek; sakız gibi uzatılacağını, kanalın fargmanlarını görünce anlıyorum.
Ben bu kitabı okumadım. Fakat kitabın-dizinin ismi beni irite etmeye yetti de arttı bile. Kötü yol deyince, kadın ve kadın bedeni geliyor.
Netten baktım romanı şöyle tanımlıyorlar: Güç ilişkilerine değinmekle birlikte tipik bir melodramdır; buluşma, ayrılma, tehlike ve birleşme kurgusu içerir. Bu, hayat dolu erkekler ve kadınlar, aşk, tutku ve entrika demektir.
Orhan Kemal'in dili erkeklik kalıplarına göre işler ve kadınlar, hemen her defasında erotik bir obje olarak sunulurlar. Kadın vücudundan bahsederken kullanılan dil tercihi bakma hazzı yaratacak biçimde kullanılır.
Bu dünya, filme aktarılırken o bakma hazzını arttıracak veya carne yi çağrıştıracak biçimde tipleştirmeler yapılıyor. İkinci bir unsur, Orhan Kemal romanlarını, gerçekçi ve canlı kılan, mekânların, argo ve konuşma iştahının yansıtılmasıyla ilgilidir. Romanı kısaca aktaracak olursak kötü yola düşen saf ve masum bir genç kızın serüveni anlatılır.
Orhan Kemal Kötü Yol romanını 1969 yılında yazmış. 1968 te Avrupa'da feminizm hareketlenmeye başlasa da, ülkemizde aydın olarak düşündüğümüz yazarımız bu romanı yazmış.
Bir kadın hayatta yalnız kaldığında, onun aydınlanmasını ve ayakta kalma mücadelesini ve bununla birlikte karşı cinse karşı sevgiyi aşkı anlatmak yerine; bedenini konu malzemesi yaparak, hayatı sadece aşk, dişilik, entrika bağlamında ele almak, hastalıklı bir kadın nesli yaratmaktan başka ne işe yarar? Ve hatta sadece hastalıklı kadın nesli değil, hastalıklı erkek nesli de yetişmiş olur. Bunu okuyan kadınlar, kendilerini sadece aşk ve bedenleri üzerine odaklanmış, erkekleri ancak entrika ile elde edeceğine inanan; erkekler içinse, kadın için söylenen şu meşhur çirkin söz “erkeğin elinin kiri” fikrinin oluşmasına neden olur. Hele para ve güç sahibi olan erkekler, günümüzde de sıkça gördüğümüz gibi evliliklerini, dayanışma ve arkadaşlık üzerinden değil, beden üzerinden yapıp, kadının bedeni eskiyince, yenisini alarak, ilişkilerini mal ve meta haline getiriyorlar.
Bugüne geldiğimizde, bunun dizi olarak önümüze servis edilmesi 1969 yılındaki genç kadınlar ve erkekler için oluşturulan değerlerin, hayatını dizi izleyerek geçiren biri için de aynı olacağını düşünmeden edemiyorum. Hoş, bugün daha beterlerini görsek de...
Kötü yol, kadın cinsiyeti üzerinden namus olarak algılanınca, gelsin şiddet, gelsin cinayetler...
Oysa günümüzde de, geçmişte de, kötü yolun, o kadar çok tali yolları var ki. Fakat bu yollarda para gişeleri olduğundan, çoğu insanın ağzı, gişelerin hatrına, bıçakla kesilmişcesine kesiliyor. Bilse de bilmiyor, duysa duymuyor, görse de inkar ediyor.
Bir adam düşünün ki, insanların malına, mülküne el koymuş, hırsızlığı meşrulaştırmış ve bu yolla deli gibi para kazandığında ve sonucunda güç sahibi olduğunda kimseden ses çıkmaz. Bu adam ya da kadın “gözü açık, işbilir, fırsatları değerlendiren, akıllı, uyanık” olarak üst seviyeye bile çıkarılır. Asla namussuz, kötü yola düşen bir adam olmaz. İnsanların sağlığını tehlikeye atarak para kazanır, ünlü ve saygın doktor olur. Maddi ve manevi işkenceler yapar insanlara, insanlar suçlu olduğu için yapmıştır. O her şeyi insanlığın yararına yapıyordur.
Eğer sen olabildiğince doğru ve dürüstsen, işini bilmeyen ahmak olarak nitelendirilirsin çoğu zaman.
Peki sadece kadın bedeni cinsel obje olduğunda mı, kötü yola düşmüş oluyor? Ya erkek? Hayatını bedenini satarak kazanan erkekler için, neden kötü yola düştü denmiyor, çok merak ediyorum.
Aşık olmadan, sevmeden, sadece çıkarları doğrultusunda, kendini evlenerek satan erkeklere ne demeli? Ahh ne hoş, ne güzel bir evlilik mi? Aferin o'lum iyi satmışın kendini mi dememeli mi?
Kötü yol, çeşit çeşit. Ama ülkemizde hep kadın bedeni üzerinden türküsü çalınıyor. Diğerlerinin üstünü örtmek için olsa gerek

19 Haziran 2012 Salı

Anahtar kelime: ateş



Memleket yangın yeri olmuş. Bugün 8 şehit. Yetkililer şehitlerden de "tane" olarak bahsediyorlar. Bu memleketin sorunu da bu. İnsanların "tane" olarak görülmesi. Şehitler ölmez vatan bölünmez diyorlar. Şehitler ölüyor. 20 li yaşlarda hayatları sona eriyor. Barış gerçekleşmediği sürece her şehitte birbirimizden kopuyoruz. Unutulan bir şey var ki, şehitler Türkiye'nin her yerinden geliyor. İçlerinde Türk, Kürt, Çerkes, Alevi hepsi var. Daha önce dışlayıcı etken olan etnik köken, askerler şehit olduğunda bir olup üzülüyoruz. Üzerindeki üniforma mı onu biz kılıyor? Sivil hayatta da etnik kökenine bakmadan neden biz olamıyoruz? Balkonlara asılan bayraklar etkiye tepki olarak asılıyor ama sonuç ne? Marketler bunu kullanarak reklam yapmaktan geri durmuyor. Gerçekten üzgünüm. 30 yıldır süren bu kan bitsin. Herkes yürekten barış dilesin ve bir adım atsın artık. Adaletin, barışın olmadığı yerde yaşamak herkes için azap verici.
Geçtiğimiz haftasonu Urfa cezaevinde çıkan yangında ölen 13 insanımız için de aynı duyguları hissediyorum. Bu ülkedeki temel sorun, kimsenin karşısındaki için empati yapmamasından kaynaklanıyor. Bu memlekette herkes kendine adalet, huzur istediğinden bir arpa boyu bile yol alınamıyor. Bu cezaevi şartlarında kim yaşayabilir? Şartlar o kadar kötü ki, insanlar kendilerini diri diri yakmayı göze alıyorlar. Medya görevini yapmıyor. Nerden tutsan elinde kalan durumdayız. Esentepe'de çadırlarda işçiler yanarak ölür, Van'da depremzedeler çadırlarda yanarak ölür, mahkumlar yanarak ölür. Şehitler kaç bininci kez ölür.
Yetkililer "tane" ler adına "bu kez son olacak" diye nutuk atar. 
Ve bir dahaki ölümlere kadar unutulur.
Ama ölüm hiç bitmez bu topraklarda...

12 Haziran 2012 Salı

Dil orucu


Evden çıktığımızdan beri birbirimizle konuşmuyoruz. İlk önceleri böyle değildi. Uzun yürüyüşlerde mutlaka konuşacak bi şeyler bulurduk. Hatta kahkahalarla gülerdik herşeye. Ama aylar öncesi, o, olay gerçekleştikten sonra… ikimiz de unutamıyoruz olanları; söyle kim suçlu? Sadece “hiç kimse” diyebiliriz, o kadar.İlk zamanlar, sinir bozukluğu, birbirimizle kavga etmeler, uzun süren küsmelerden sonra, artık olanı biteni olduğu gibi kabul etme aşamasındayız. Bi sure uzatmaları oynarız. Bakalım sonrası Allah kerim diyelim. Diyelim de kaçınılmaz son mutlak gelecek elbet. Şu an yaşadığımız da bi evre. Yaşayalım tüm evreleri, aklımızda soru işareti kalmasın…Bütün bunlar niye oldu? Özgürlük genişletme isteği.  Genişledi mi? genişledi mi bilmem ama, bu işin sonunda ferahlayacağımız kesin. Dediğim gibi uzun yürüyüşler yaparak, uzun suskunluklarla hem yanyanaydık, hem de çok uzak. Hiç konuşmuyorduk. Yan yana ama kopuk, hem onunlayım, hem de ondan çok uzak. Nasıl oluyor bu? Oluyor işte! artık beni hiç bir şeyin şaırtmayacağı ve üzmeyeceği bir ruh halindeyim.  Yürüye yürüye çay bahçesine gelmişiz.  Demin de bahsettiğim gibi birbirimizi suçlama, kavga etme dönemini aşmıştık. Bizi gören huzura ermiş bir çift sanabilirdi. Her zamanki masamıza oturduk. O kadar yol almıştık ki, her zamanki çay bahçesinde, her zamanki masamız bile vardı. Tek tük müşterisi olan çay bahçesinin garsonu, birden sanki hep yanımızda duruyormuş gibi ortaya çıkıverdi. Ne içeceğimizi sordu. Çay siparişlerini aldıktan sonra, başka müşteri gelmiş de ben kaçırmış olabilirim endişesiyle, yeniden tek tek masalara baktı ve çay ocağına doğru ilerledi. Biz, masamızın karşısında dalları birbirine geçmiş sepet gibi örgülü ağacı seyretmeye koyulduk. Eskiden bol bol sohbet ederken, bu ağacın sadece serinlik veren gölgesini hissederdik. Iç içe geçmiş dalları fark etmemiz kavgalardan sonra gelen uzun sessizlik döneminde rastlar. Artık bu ağacı seyretmek, her ikimize de zevk veriyordu. Gövdeden ayrılmış bir dalın, hangi yöne gittiğini anlayabilmek için dakikalarca bakmamız gerekebiliyordu. Ben yine her zaman olduğu gibi bir dal seçtim. O anda bir kedi can havliyle ağaca tırmandı ve meraklı gözlerle, aşağıdaki köpeğe bakmaya başladı. “Sıkıysa gel” der gibiydi bakışları. Kopek de onu korkutup, gücünü ispatladığından emin kısa bi sure baktıktan sonra çekti gitti. Tam o sırada yan masadaki öğrenci kızların konuşmasını duydum.
& ben ona aşıktım aşık, nasıl anlamadı?
& ???
& en çok da ne koydu biliyor musun? Onun benimle ilgilendiğini sanırken, Pelin için benimle arkadaş olmuş. Beni kullandı yaaa! Ben çok mu çirkinim Aysel?
& saçmalama yaaa kızım, ne çirkini. Bırak yaaa, ne buluyorsun o herifte anlamıyorum. Senin gibi birisi…
& bilmiyorum Aysel çok sevdim onu, çok. Bana şu an “gel” dese giderim. Ne okul görüyor gözüm, ne de başka bi şey.
& Sen aşka aşık olmuşsun kızım.  O sana yüz vermiyor ya, ondan böyle düşünüyorsun.
& Bana köşe yazarı tripleri çekme Aysel. Seviyorum onu!
Kızı çok merak ediyorum, dayanamayıp dönüp bakıyorum. Kızın arkadaşı tedirgin oluyor.
& Bağırmasına be kızım, herkes bize bakıyor. Topla kendini biraz.
Kız susuyor. Bir sure hiç konuşmuyorlar. Ben hâlâ aşkını düşündüğünü sanıyorum.
“Artık ne kadar kendimi kaybettiysem, millet dönüp bakmaya başladı. Keşke bizde, o çift gibi olabilseydik.  Ne dertleri var, ne sıkıntıları… birbirlerine kavuşmuş ve her şeyi aşmışlar. Bir yandan çaylarını yudumluyor, diğer taraftan karşılarındaki ağaca bakıyorlar. Bir karı koca ne yapar da, bu kadar huzurlu olabilir? Bir yerlerde “mutlu ve huzurlu çift” yarışması yapılsa, bunlar açık ara birinci olurlar. Deminden beri dikkat ettim, konuşmuyorlar da…. Bir keresinde annemle Susuzdede’ye dilemeğe gittiğimizde, annem dileğinin gerçekleşmesi için “hiç konuşma, sadece dileğin neyse ona konsantre ol” demişti. Evden çıktığımızdan itibaren hiç konuşmamıştık. Dileğimizi dileyip, hiç konuşmadan eve gelmiştik. Annem “nasıl gıda orucu varsa, bud a dil orucu” demişti. Arasıra unutup konuşsam da, dileğim gerçekleşmişti. O zamanlar dileğim bir türlü geçemediğim matematik dersinden geçmekti. Hakikaten eylülde, dersi geçmiştim. Sınavda çok kolaydı zaten. Aaa aa birden aklıma geldi:
& Aysel bu cuma Susuzdede’ye gidelim mi?
& Hadiii nerden çıktı bu şimdi?
& Bir zamanlar orda dileğim gerçekleşmişti, belki gene…
& Hııhhhh! Olur, işim olmazsa gideriz.
Kız tekrar konuşmaya başladı. Susuzdede’ye gidecekmiş. Dileği gerçekleşmişmiş. “Ahhh keşke dertlerin, hep böyle dertler olsa. On bilemedin, on beş yıl sonra bu dertlerin, dert olmadığını görüp katılarak güleceksin.”
Böyle düşününce, acaba diyorum, maneviyattan çok mu uzaklaştım? 
& Bu Cuma Susuzdede’ye gidelim mi?
O, konuşmama orucunu bozmamak ister gibi, umutsuz gözleriyle her şeye rağmen, “olur” diye onaylıyor.
Garson tekrar masaları gözden geçiriyor. Oturanlar, hep aynı oturanlar. O da kızların oturduğu Masaya gidip, çay, diye soruyor. “Evet, iki.”
Bize de uğruyor, “çay alır mısınız?”
& Evet, iki tane, biri açık olsun…
Not: Kurgudan oluşan bir hikayedir.

8 Haziran 2012 Cuma

Hoşgör Köftecisi


Adam oturmuş masanın başına, bir yazı yazmak istiyorum diyor. Ama belirlediği bir konu yok. Olsun, ne çıkar. Kafası dolu, dopdolu. Komik olduğu kadar adilane bir yapısı var. Zengini sevmiyor. İşi fakir insanların dünyasında.
Kendisini üzerindeki takım elbiseyi giydi diye, kambur kızın onu kendisinden üstün sayacağını düşünüyor. “Ah biz küçük burjuvaların yalan yaldızlı dünyası. Ne çok yaldızlı, yalancı ve sahteyiz” diyor.
Boğazda bir köyde bir kayıkta demleniyorlar arkadaşlarıyla. Yan taraflarında da hemen bir dükkan. Balıkçı dükkanı. Aman kayığın hemen yanında balıkçı dükkanı olur mu demeyin! Balıkçı dükkanı dediyse, üç kasanın üst üste konmasıyla oluşan bir dükkan işte. Kambur kızla babası işletiyorlar bu dükkanı. Balıklar canlı canlı geliyor. Bir tava, tabakların konulduğu yer. İşte bu kadar. Ekmeğini kapan, karnını doyurmaya geliyor.
Onlar demlenirken adamımız Beşiktaş sırtlarına bakıyor. Aralarından pırıl pırıl sularıyla akan Boğaz var. Sonra kambur kızın babasına yardım etmesini, balıkları servis etmesi, bulaşıkları yıkamasını izliyor. Evet kambur kız, alenen çirkin. Ama izlerken izlerken ona aşık oluyor galiba. Hiç de çirkin değil. Neden çirkin olsun ki. Bana da bakıyor. Öyle bakmak değil bu, bakışları farklı. Evlensek biz, çocuklarımız olsa... ya kambur olurlarsa. Olmayıversin bizim de çocuklarımız. Hem benim de günün birinde sakatlanmayacağım ne malum, ne malum bacağımın, kolumun kesilmeyeceği. Hem o benden daha dayanıklı, daha alışık bu duruma, öylesine doğasına bırakmış ki. Ben sakat kalırsam bu kadar doğallıkla karşılayabilir miyim? Evet ben bu kıza aşık oldum galiba.
***
Taraçada oturuyor adam. Karşıki evlerinde taraçası var. Bir hizmetçi elini başına dayamış pirinç ayıklıyor. Nerden mi anladım hizmetçi olduğunu; giyim kuşamından. Sakın giyim kuşamı kötü diye onu aşağı gördüğümü söylemeyin, onun için söylemedim. Ne hizmetçiler gördüm, burjuva patronlarından çok daha kibarlar.
***
İnsan denize bu kadar aşık olur mu? Kara iklimini hiç sevmiyor.İnsan görse "ne bu yaa bu kadar deniz düşkünlüğü, balık mısın?" diye soracağı geliyor. Karada bir iş bulmuş. Deniz taaa bir buçuk saatlik yol ötesinde. Denizi görüyor görmesine de, kurşun levha gibi. Bir buçuk saatlik yolu yürüyerek aşıyor. Ne yürümek hem de. Bataklıklara bata çıka. Issız pıssız bir yer. İnsan burda bataklıkta ölse diyor, batarak ölmek de ölümlerin en fenası olsa... yok ya dur, ölmek istemiyorum henüz.
Adamımız Sait Faik'in yakın arkadaşı. Çok genç yaşda kaybettiğimiz Orhan Veli. Ne kadar genç diyorum. Bu kadar güzel yazan ve iyi duygulara sahip olan bir insan böyle de erken gider mi kardeşim? Bencillik mi? Evet belki de bencilik. Biraz daha bizim köyde dursaydı da, şu “Hoşgör Köftecisi” gibi hikaye kitapları olsaydı, iyi olmaz mıydı?
Çok iyi olurdu. Kitapta beş öykü var. Beşi de birbirinden güzel. İnsan sanki arkadaşıyla konuşur gibi, ince ince gülümsüyor okurken. Okumak ne demek, sanki kalkmış, ikiniz 40'lı yıllardaki Boğaz köylerinden birindesiniz. Beton dolgudan şükür ki nasibini almamış bir kıyıda, tahta sandalyeleri kıyıya koymuş, çıplak ayaklarınız denizde, o konuşuyor, bu hikayeleri anlatıyor, siz de denizden gelen iyot kokusuyla birlikte onu dinliyorsunuz.
Ben bu kitabı, dışarı çıkarken; ne bileyim sıkıcı bir banka kuyruğuna ya da sıkıcı olan neresi ise yanıma alcam. Eminim sıra bana geldiğinde ne çabuk geldi bu sıra diye sinirlencem.







6 Haziran 2012 Çarşamba

Adınız Soyadınız: Aslan Var


Son günlerde yoğunum. Sürekli dışarı çıkmam gerekiyor. Bazen arabayla, bazen metroyla. İşte arabayla çıkacağım günlerden olan “O” gün bir baktım ki, bizim arabanın önüne, camına kadar siyah olan bir minibüs park etmiş. Minibüsün üstünde çeşitli antenler falan var. “Orada neler oluyor?” diye kendime sordum. CSI dizisinin platosu mu olmuş bizim mahalle? Derken sağa sola bakmaya başladığım sırada, bakkal Aytekin dükkânının önüne çıktı.
Aytekin mahalledeki her şeyi bilir. O yüzden Aytekin'e “bu minibüs kimin?” diye sordum. 
Sorduğum anda da Aytekin'in “piyasa bozuk, piyasa bozuk, piyasa bozuk” diye söylendiğini duydum. 
“Hayrola Aytekin iyi saatte olsunlar ziyarete mi geldiler?” dedim. Aytekin “yok be aeeblaa, artık şarkı sözü yazmaya başladım, her sanatçı gibi; kendimden ve ülkede olanlara kayıtsız kalmayarak, olaylara duyarsız olmadığımı ifade ediyorum. Bi nevi dışa vurumcuyum” dedi. “Ahh Aytekin'ciğim keşke içe vurumcu olsaydın da, senin bu güzel şarkı sözünü duymamış olsaydım. Gözlerini pörtleterek ve üzgün “ne dedin?” dedi. “Üfff ya Aytekin, içinde sakla bu şarkı sözünü, bi duyan olur, eser hırsızlığı olur, şarkıyı notere onaylattın mı?” dedim. Aytekin ne demek istediğimi anladı. Zıpt o esnada hemen sustu. Aytekin “abla kimseye söyleme, bu eserimi Sezen Aksu'ya göndericem” dedi. Derin manalı bakışlarımla, başımı salladım. “Sezen Hanım bunu havada karada kapar, ama keşke piyasa bozuk olmasaydı” der demez, gözümün önünden yuvarladığım çamlar geçti. Sonra durumu toparlamak için “yok yafuu Aytekin yanlış anlama, bence süper bi şarkı olur, piyasanın bozuk olmasına rağmen, müzik dünyasını sallar” dedim. Aytekin çok mutlu oldu.
Aytekin'ciğim bu acayip minibüs kimin acaba? Önümden biraz çekilse de yolumuza gitsek” dedim. “Yan apartmana git, 3 no'lu dairenin zilinde “Aslan Var” yazıyor. Onların O minibüs” dedi. Benim dilim tutuldu. “Aaaa aaa” dedim. Aytekin “gitsene” dedi. “Ama bu minibüs, zilde Aslan Var yazıyor, korktum ben” dedim. “yaa korkma, o kapıdaki isim ve soyadı bizim Gülnihâl Abla'nın kocasına ait.” dedi. Offf bi rahatladım ki. Gülnihâl Abla soyunun Osmanlı'ya dayandığını iddia eden ve Osmanlı olduğunu kanıtlamak için, “geloorum, gidoorum, yapooruum, edooruum” diye konuşan gül gibi bi hanımzade. İzmir'e evlilik dolayısıyla yıllar önce tayin olmuş ve şimdi İzmir'de kalmış.yıllar önce evlendiği beyzadesi ile evliliği çoktan bitmiş, şimdi çok seçmeli evlilikler yaparak yaşamını sürdürmekte.
En son 6 ay önce evlendiği beyzadesinin adı soyadı “Aslan Var” mış. Beni bi gülmek aldı ki. Zili güldüğümü belli etmemeye çalışarak çaldım. Damat Aslan Bey çıktı. “pardon arabanızı biraz çeker misiniz? Çıkmam gerekiyor” dedim. Damat Aslan Bey'in halinden, duruşundan nedense hiç hoşlanmadım. Osmanlı soyundan geldiği için kafatası ile övünen Gülnihâl Abla'ya bu eşi hiç mi hiç yakıştırmadım. Neyse o da bi süre sonra kendisine yakıştırmaz sanırım.
Sonra ben yoluma gittim. Yolda amma da acayip ad ve soyadlar olduğunu düşündüm. Ama damat Aslan beyzadenin isminde eksiklik olduğunu düşündüm. Onun göbek adı Dikkat olmalıydı. Zaman zilde de “Dikkat Aslan Var” yazıyor olurdu. İnsanlar daha bi tedbirli olurdu Aslan beyzadeye karşı kanımca. Sen “Var” soyundan gelensin, neden büyük düşünmedi annen baban? Ya da sana bu ismi yakıştıran hangi aile büyüğüyse!
Bir gün bi resmi dairde Kiraz Kurt isimli birini görmüştüm. Bu Kiraz Kurt isimli vatandaşı hiç unutmadım.
Uzun lafın kısası daha ne soyadlar var; Hayat Güzel, Faiz Durmaz, Altın Çıkar, İmdat Yeter, Kuzgun Kuşkan, Olgun Portakal, Bilgi Sayar...


Kış / 2009
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...