28 Ekim 2012 Pazar

Yatık Emine



Geçen gece TRT 2 de Refik Halid Karay’ın romanını yazdığı, “Necla Nazır’ın” başrolde olduğu “Yatık Emine” isimli filmi izledim. Necla Nazır’ın en güzel olduğu ve en güzel oynadığı bir filmdi. İnanın kimi sahnelerde gözyaşlarıma engel olamadım. Aşk filmi değildi. Toplumsal bir filmdi. İnsanların kendi mevcut düzenlerini koruyabilmek için, asıl suçluyu değil, suçsuzun üzerine nasıl çöktüğünü ve onu yok etmek için çabaladığı ve tüm kasabanın toplu olarak nasıl bir katile dönüştüğünün filmiydi.

Filmde Necla Nazır Ankara’da fahişelik yaparak hayatını kazanan bir kadındır. Fakat Ankara’da onun uğruna kavgalar çıkınca, vilayet tarafından ilçeye sürülür. Aslında fahişe olma süreci de ilginçtir. Kendisini çok beğenen bir adam tarafından kaçırılır. Adam bir süre Emine ile beraber olduktan sonra “Emine’nin” deyişi ile hevesi geçer ve bırakır. Artık Emine ne baba evine dönebilir ne de yapabileceği bir iş vardır. Emine kader kurbanı masum bir kadındır.

Kasabada, önce bir hapishaneye yerleştirilse de, kimseye zararı olmadığı halde kadınların hışmına uğrar ve oradan hastaneye yerleştirilir. Burada hastane görevlisi Server ona çok yardımcı olur. Aslında aşık da olmuştur. Onu fahişe diye aşağılamaz, onun rızası olmadan hiçbir şey yapmaya kalkmaz. Emine’den hoşlanan biri daha vardır. Teğmen Sabri; fakat teğmen işinde acemi, sorumsuz ve biraz da acımasızdır.

Emine’yi hastaneden çıkartırlar ve bir ailenin yanına yerleştirirler. Ailenin günlük işlerine yardımcı olur. İşinden başka hiçbir şeyle ilgilenmemektedir. Evin hanımı da Emine’ye çok iyi davranmaktadır. Evin erkeğinin de başlarda Emine’ye kötü bir niyeti yokken, çevresindeki arkadaşları tarafından yavaş yavaş aklına girilir. Bir gün Emine’yle zorla birlikte olmaya çalışır, evlerinin bahçesinde. Evlerine gelen komşu kadınlarla bahçeye koşan evin hanımı kocasına döveceği yerde, Emine suçluymuş gibi Emine’ye saldırırlar ve döverler.

İşte asıl zorluk bu saatten sonra başlar Emine için. Bütün kasaba tarafından dışlanır. Teğmen Sabri’ye gittiğinde, ona ev tutuğunu kirasını ödeyeceğini ve günde bir ekmek hakkını fırından almasını söyler.
Ev dediği kümesten beter bir yerdir. Kadına, Server bir gün gelir ve onun bu halde burada kalamayacağını anlayınca ona eşya, yatak yorgan, mutfak eşyaları getirir. Artık o akşamdan sonra her gün yemek taşır. Fakat bu durumda belli bir süre devam edecektir. Kasabada herkes bu durum hakkında dedikodu yapmaya başlar. Emine’ye asıl gözünü dikmiş bir adam Server’le kavga eder ve onun bu kasabadan gitmesine neden olur. Server’de bir sürgündür artık. Sonunda Emine herkesten iş de istese yardım da istese toplum tarafından dışlanır ve açlığa mahkum edilir. En sonunda kadın açlıktan ölür.

Yazın da “Monica Belluci’nin” oynadığı “Melena “ isimli filmi izlemiştim. Bu filmse ikinci dünya yıllarında kocası askerde olan ve kasabada yalnız kalan, hayatını terzilik yapmaya çalışarak kazanmaya çalışan bir kadın. Fakat bu kadın herkesin bildiği üzere çok çokkk güzel bir kadın. Bütün kasabanın erkekleri ona hayran ve bütün kasabanın kadınları da ona düşman.. Fakat Melena bu kadar hayran erkek arasından hiçbirine yüz vermiyor ve erkeklerinde kısa zamanda düşmanlığını kazanıyor. Ona da iş istediği halde kimse iş vermiyor ve açlığa mahkum ediyor. Hatta kadını öldüresiye, yerlerde sürüyerek dövüyorlar.

İki farklı coğrafya, iki farklı din, iki farklı toplum iki farklı kadın fakat insan psikolojisi aynı olduğu sürece iki aynı son.

İki kadını da toplum dışlıyor. İki toplumda da güzel ve yalnız kadın “aile” için tehdit olarak algılanıyor. Kadınlar aslında kocalarının bu güzel kadınlara bayıldığını bilseler de, bu kadınlar suçluymuş gibi davranıp, mevcut düzenlerini korumak, rahatlarını bozmak istemiyorlar. Ve iki kadının da çokkk güzelliği kadınları rahatsız ediyor. Bütün bunlar birleşince katli mucip oluyor.

İşte dünyanın iki ayrı yerinden, iki ayrı kadının aynı hikâyesi. Eminim ki bunun değişik versiyonları günümüzde de halen sürmektedir. İnsanlar yaşadıkça…

Not: Dün gazetede gördüğüm bir haber şöyle: Bir adam(mı?) ineğe tecavüz ediyor ve töre gereği inek öldürülüyor…

2008

26 Ekim 2012 Cuma

Suskunlar




Bak şimdi: Arife günü aldım, bayramın birinci gününden itibaren okumaya başladım İhsan Oktay Anar'a ait, Suskunlar'ı.
Güzel mi dersen, güzel ne demek, derya derim. Eski İstanbul'un neresi olduğunu, geçmiş yüzyıldaki İstanbul adetlerini, mevleviliği, musikiyi, insan hallerini bilmek istiyorsan oku derim.
Ama şiddetle oku, şiddetle tavsiye ediyorum demem. Şiddeti, okuma konusunda bile kullanmak istemem. Aman gözünü seveyim sende okuduklarını şiddetsiz tavsiye et.
Neyse bu romandan bazı paragraflardan öyle bir esinlenme geldi ki. Son günlerde eve usta girdiğinden, içime fenalık geldi. Allahım insanı Türk ustalarından korusun dedirtti. Bir yeri yaparken, diğer yeri çatırdatıyorlar.
Durun şimdi. Bizim evdeki usta işleri bitti şükür. Asıl bahsetmek istediğim Suskunlar romanındaki Eflatun'un Galata Mevlevihanesi'ne gidişi ve orada nasıl piştiği.

Gidişi değil de asıl anlatmak istediğim pişmesi. Öyle bir pişiriyorlar ki, reklamlardaki halının üstüne basınca ancak siniri gevşeyen çalışan Türk kadınına dönüyor. Çalışan veya çalışmayan Türk kadını Galata Mevlevihanesi'ndeki derviş adayı gibi oluyor.
Belki sana uzaktan abartıyor gibi gelse de, inan abartmıyorum.

Mutfakta geçecek tam binbir günlük çilesinin başında, çivili tahtada semâzen başı tarafından kendisine semâ öğretildi ve böylece hakkettiği sikke denilen serpûşu başına taktı. Bu, Türk kadının düğünü ve başına taktığı gelin duvağına denk geliyor. Ve genelde de bir ömür sürüyor. Sanıyorsun ki abartıyorum. Hayır!
Derken “ayakçı” olarak, başta mutfak olmak üzere hemen her yeri süpürdü, toz aldı veya yıkadı. Bunun açıklamasını yapmamı beklemiyorsun herhalde benden.

Pazarcı” olarak omzunda heybe, sırtında küfe ve elinde üç beş kuruş ve belinde pazarcı maşasıyla çarşıya çıkıp alışveriş yaptı. Sokağa çıkıp da her on kişiden dokuz kişinin marketten ya da pazardan dönen kişinin kadın olduğunu görmeyen yoktur. Hadi hıyartos adamlar alışverişten anlamıyor diyelim, eşinin yanında poşetleri taşımak içinde bulunmaz. Tamam hakkını yiyemem, az da olsa poşet taşıyan kocalar var. Ama geneli “hooo akşam ne var,” diye höykürür sadece.

Devam ediyorum mevlevi çilesine; “Somatçı” olarak sofraları kurdu kaldırdı. Açıklama istiyor musun? Tamam devam ediyorum. “Meydancı” olarak erenlere cezvede kahve yaptı. Bir erkek çocuğunun kahve yaptığını kim görmüş? Ki sonra da evinde karısına sen çok yoruldun, dur bir kahve yapayım da içelim, desin.”
Kandilci” olarak dergâhın kandillerini gece yakıp sabah söndürdü. Bereket elektrik icad oldu hanımlar.

Nihayet, “tasmihçi” sıfatıyla dibekte kahve dövmeye başlamıştı ki, dergâhın şeyhi, Neyzen İbrahim Efendi onu Hücresine çağırdı.
Nihayetinde bütün bu çilelerden sonra Ney üflemeyi öğrenecek.

Türk kadını ise bütün bu çilelerin sonunda kaynana olur. Sonra o da çektiği bütün çilenin acısını gelinlerinden çıkararak pişer. Kadınlar, Suskunlar'ı oynar, oynamak zorunda kalır.
Ve bu masal da böyle sürerrrr...





24 Ekim 2012 Çarşamba

Yarın bayram, geç kalkın çocuklar...


Adı üzerinde kurban...
Adı kurban olan bayram olur mu? Oluyor işte. Hüznün bayramı dense daha uygun olur. Tamam kabul ediyorum, hayvanların sadece bayramda kesilmediğini, bonfilelerin, kuşbaşların, kıymaların ağaçta ya da tohum yoluyla sofralarımıza gelmediğini biliyoruz. Belki onları kurban bayramındaki gibi acı acı bağırmadıkları için görmediğimiz için midir nedir, göz görmeyince gönül katlanıyor 
hesabı mideye lüpletiyoruz. 



Hadi kesiliyor birader eline sopa alıp da, o hayvanlara acımasızca vuran ayağını bacağını sakatlamak da nesi? Ancak sakat kafaların ürünü olan psikopatlıktan kaynaklanıyor.
Tv de her an her dakika bu dakika bu görüntüleri gördükçe Allahım diyorum.
Acayip tavırlarla topluma, adetlere yabancılaşmış değilim. Burun kıvırmıyorum. Hristiyanların da noel döneminde manyak gibi hindi tükettiği, üstüne üstlük sırf noel dönemi için çam ağacı ürettikleri de herkesce biliniyor. Sadece onlar noeli kurban bayramı adı altında değil, noel adı altında hayvanları toplu katliam yapıyorlar. Bizim gibi az gelişmiş toplumlara da bu adetlerini bir güzel yedittiriyorlar. Şimdi kim sofrasında yılbaşında tavuk ya da hindi tüketmiyor ki? 



Et yemeden boş yere hayvanları tüketmeden yaşanan, gerçek bayramlar diliyorum herkese.
Bi de küsler barışsın falan denir. Bu ne iki yüzlülüktür böyle. Bayram geldi diye barışıcam, sonra da diğer günler diğer günlerin aynısı olacak!
Kedilerin, köpeklerin, toplu katliam gibi boş arazilere bırakılıp birbirini yemeleri, küçücük kafeslere zevk için kuş tıkan insanlardan nefret ediyorum.
"Ben hayvanı çok severim" "Hadi yaaa, hangisini?" "Danayı, hem yağsız oluyor, kolesterolümü yükseltmiyor, hem de çok doyurucu" sonra süs kaplumbağalarını da çok severim, bereket ve bolluğun sembolü biliyo musun?, evde bereket çok önemli, avuç içi kadar cam faunusun içine tıkarım. Ne gammm! Dur şurdan çocuklara da oynamalık, işkencelik kedi, köpek alayım. ilerde işine yarar.!"
Yaa işte böyle. Biz de hayvanız. Bunu hakaret amacıyla söylemiyorum. Kabul et ya da etme, gerçek bu olduğu için söylüyorum.


Eğer bayramlar bir adım daha bizi insanlığa ve kendi içimize, yediği haltları düşünüp olumlu bir insan olmaya itebiliyorsa hepinizin bayramı can-ı gönülden kutlu olsun.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Zamana sor, sana söyler




Bu, zaman var ya, zaman, kim aldatır bizi senden başka?
Doğada insan kendisiyle başbaşayken, zaman yavaş mı akar? Yavaş akarsa, insan yavaş mı yaşlanır? Yaşlanmazsa hep genç mi kalır? Hep genç kalması da kötü bi yerde ama... kazık çakması!

Geriye dönüp baktığında yıllar çok mu uzun gelir? Unutkanlık başlar mı mesela?

Bir kulübede yaşam donmuş gibi. Mesela Antartika'da. Bu iyi mi?

Yaşlı başlı, bacakları eğrilmiş yürümekte zorlanan bastonlu bir yaşlıya bakıp da 30 hadi 40 yıl önce var ya, bu adam ya da kadın, zımba gibiydi diyorsun. Çok mu bu zaman dilimi? Hayır.
30 yıl önceye bakınca herşeyin su gibi akıp gittiğini görüyorum.

Her şey ama her şey göreceli.
Şehire geliyorsun sonra. Her şey hızlı. Bir yerlere koşturuyor insanlar sürekli. Sanki çok büyük işler yaparmış gibi. Sürekli, telefon zilleri çalıyor. Sanırsın ki çok büyük şeyler konuşacaklar! Saniye saniye yer tesbiti bildirmece oyunu oynamak için, radyasyon yüklü cihazlarla sıkıntılarını ve yalnızlıklarını gidermeye çalışıyorlar.

Sonra belki zamanı durdurmak için, belki psikolojisini düzeltmek için, Antartika'daki adama öykünerek belki buzdolabının önüne çörekleniyorlar. Belki buzdolabının önünde zamanı durdururuz. Yedik!

Geçtiğimiz pazar günü uzaydan adamın biri atladı. Biz de canlı canlı izledik, iyi mi? Tamam kabul ediyorum, kanıksadık bu durumu. Fakat bu daha bi başka. Adam paraşütle atladı. İlk anda paraşütünü de açmıyor. İlk planlanan yükseklik 37.00m kilometreyken, 39.000 km ye çıktı. Hayatta hiç bir şey planlandığı gibi gitmiyor. Sen ne kadar planlarsan planla.
Yıllarını vermiş bu işe kolay mı? Bir ömür geçmiş. Değer...

Dedim ki onu izlerken. Şimdi biz var ya onu boşlukta bir nokta olarak görüyoruz. O bizi nokta olarak bile görmüyor. Ama hissediyordur. Sonra noktalar birbiriyle savaşıyor demiştir. O boşluktan bakınca her şey ne kadar anlamsız gelmiştir. Mesele boşluktan zamana bakabilmekte ama. Herkesin uzayı kendinde. Herkes içindeki boşluğa baksa. Bakamıyor, onu olmadık şeylerle doldurmaya çalışıyor. Offf içim çok boş, çok. Immm şununla doldurabilirim. Sürekli bi şeylere olmadık anlam yüklemeler.

Savaşlar buluyor, savaşa neden arıyor? Ne olabilir? Buldum; savaş için en büyük neden, kaşının üstünde gözün var! Ya da altında var. Olsun, yani bi şey var. adamın gözüne çapak girmiş. Bu çapak da ancak para ile çıkıyor.

Sonra küçük insanlar denilen sonra da dudak bükülen, basit ve sade yaşamayı seçmiş hırs küpü olmayanlardan acısı çıkıyor.

Kim kazanıyor. Bilmiyorum.
Zaman kazanıyor galiba. Biz de zamanın içinde, uzaydan yeryüzüne atlayan adam gibi kimi zaman sağa sola sapıyor, kimi zamansa taklalar atıyoruz. Biz dediğimde dünya denen gezegende yaşayan canlılar. İnsan değil sadece canım; hayvanından, bitkisine, denizine, çölüne kadar çıkıyor acısı.

Evet bu yazı çok karmakarışık oldu farkındayım, farkındayım...

Zaman... en çok zamana yeniliyoruz. Bir dakika bazen asırlar kadar uzun sürüyor, bazen de 5 yıl göz açıp kapayana kadar geçiyor.

Ömür geçiyor... Bu ömür denen nane de pek bi göreceli tabii. Herkes kaplumbağa olmuyor.
Bak şimdi kaplumbağa pek bi yavaş yaşıyor, ondan mı uzun süresi?
Uzun ya da kısa.
Filler tepişiyor, çimenler de eziliyor.
Çimenler çok ama, çok, çok...

14 Ekim 2012 Pazar

Roma'ya Sevgilerle




Hııımmmm. Hımmmm. Bin kere hımmm yazsam.
Sonra harika, harika, harika... Buraya da, bin kere değil, on binkere harika diye yazsam.

Sanıyorum her sezon sinema açılışını Woody Allen filmleri ile yapmaya başladım. Evet bu sezon ilk filmim “Peki Şimdi Nereye?” idi.

Sonra? Sonrası ilk filmim adres göstermiş gibi, Woody filmine götürdü beni. Geçen yılda baktım Paris'te Gece Yarısı filmi ile sezon açılışını yapmıştım. Evet, o filmi izlerken çok mutlu olmuştum ama, Roma'ya Sevgilerle filmi kadar değildi açıkçası. Paris'te Geceyarısı filminin ana örgüsü, kül kedisi gibi, hayır kül kedisinin tam tersi olarak, gece yarısından sonra geçmişteki masal dünyasına gittiği için, filmin çekimleri de doğal olarak karanlıkta geçmişti. Fakat film kahramanının, geçmişteki edebiyatçılarla, sanatçılarla konuşması, birlikte olmasını izlemek de çok çok güzeldi.
Filmin gündüz sahneleri için nasıl bir yorumda bulunabilirim? İşte burda bir “Hımmm” Zaten Woody Allen'ın her filmi romantik komedi tarzı. Gündüz sahneleri de bu örgüde işliyor. Paris bana güzel bir şehir olarak gelmediği için, şehri de bin yıldan beri orda burda izlediğimiz için pek de cazip gelmedi. Cilalanmış Turizm Dönemi (CTD) şehirlerine örnek gösterilecek bir şehir Paris. Üstelik de filmde Carla Bruni gibi sevimsiz bir yeteneksiz de olunca, “hımmm” larım, “ığğğmmm” lara dönüştü. Üstelik de Woody bu filmde sadece yönetendi. Ama bilirsin ki onun oyunculuğu çok acayip bir şeydir. Komediyi, karakterinin çok doğal haliymiş gibi kendiliğinden oynar.

Tamam, artık diğer filmden bahsetmek istiyorum.

Roma'ya Sevgilerle


İnsan film izlerken mutlu olur mu? Olur, arkadaş olur. Çekimleri hangi teknikle yapmışsa, o kadar güzeldi ki, karakterin yanında sanki sokaklarda yürüyorsunuz izlenimi doğuruyor insanda. Ondan ötesi; sokakta yürüdüğümde bu hissi duymuyorum. Zaten şehrin dokusu, mimarisi çok güzel. Her yer yaşanmışlıklarla ve bozulmamışlıkla dolu. İnsan kendisini hem geçmişte, hem de bugünde hissediyor.


Woody Allen geleneğini bozmayarak, bu filmde de, romantik komedi yoluyla günümüz dünyasını çok güzel eleştirmiş. Tabii unutmamam gereken en büyük detaylardan biri de, müzisyenliğini de çok acayip bi şekilde konuşturmuş.

Bir de üstüne kendisi de bu filmde oynamasın mı? Oynasın arkadaş, oynasın. Aynen o doğal komedi duygusu ve kendine güvenden kaynaklanan, kendiyle dalga geçebilme hali ile.

Woody emekli olmuş müzisyen. Emekli olmuş ama gerçek hayatındaki gibi biri. Kendisine emekliliği yediremiyor. O da Roma'ya turist olarak gelen kızının Aşk Çeşmesi'nin adresini sorduğu, genç yakışıklı avukatla tanışıp, evlenme kararıyla birlikte, Roma'ya psikolog karısı ile geliyor. Evet çok komik ama, kızı Aşk Çeşmesi'nin adresini sorduğu avukatla bir yemek, iki şehir turundan sonra evlenme kararı alıyor. Lap lup, labalubalup. Her şey bu kadar kestirmeden bu filmde.

Roma'da cenaze levazamatçılığı işi yapan dünürleri ile tanışırlar. Dünürün süper sesi vardır. Ve duş yaparken klasik müzik söylemektedir. Emekliliğinde kendisine yeni bir uğraş edinmek isteyen ve zaten kendisine emekliliği yediremeyen Woody, dünürünü hayatını donmuş bedenler arasında mı geçireceksin, diye gazlar. Klasik müzikte önemli kişilelerle tanıştırıp, onun yeteneğini ve kendisine yeni bir uğraş sağlayacaktır. Aslında daha çok kendisini diriltmek istemektedir. Fakat dünür, sadece duş yaparken şahane şarkı söylemektedir. Tabii avukat oğul babasının rezil olmasına çok kızar ve araya evlilik kurumu yüzünden griftleşen aile ilişkileri ile bir çiftin aralarının kolayca açılabileceğini gösterir. Sonra, sonra, sonraaa. Süper bi tiyatro sahnesi var. sırf bunun için bile izlenebilir. Üstelik de her zamanki sıkıcı olmayan mizahi üslubuyla.



Taşradan gelen gözü açılmaış saf ve birbirine bağlı! çiftin aslında birbirine hiç de sadık olmadıklarını, karşılarına ilk çıkan cazip kişilerle birbirlerini aldattıklarını ve sonra da her şeyi bildikleri halde “gulp, gulp, gulpp” midede hazmettiklerini izliyoruz.



Diğer eleştiri ise medyaya. Sıradan, çok sıradan, bi aile erkeğinin nasıl parlatılıp,cilalanıp, üstüne çullanıldığını, havadan sudan lise anket defteri düzeyindeki anlamsız sorularla her gece gündüz tv ye çıkarılmasını, (bugünkü Paris Hilton gibi belki) kırk kere güzel ya da yakışıklı ya da zeki derseniz, bunları yapan medya sayesinde popüler kültürü ve sonra onu tüketip yeni bir ikon yaratıp, yine aynı şeyi gerçekleştirdiğini bir güzel eleştiriyor.



Mimarlık adayı kadın ve erkeğin, kadının Amerika'da yaşayan sevgilisinden yeni ayrılmış, oyuncu fakat oyunculuk da yapamayan, akıllı desen akıllı değil, güzel desen güzel değil, oyuncu desen oyuncu olmayan çok sıradan birinin yakın kız arkadaşının sevgilisini elinden almaya kalkmasını, kendisini entelektüel gibi göstermek için her şiirden bir iki mısra, popülerlik kazanmış edebiyatçı, ressam, mimarların isimlerini ezberleyerek -mış, -muş tayfası üyesi olarak kendisine arkadaşının sevgilisini pekala aşık eder. Tam sevgilisinden ayrılacakken aşık olduğu hatuna gelen telefon sayesinde, oyuncu kızın gerçekten de oyuncu olduğunu anlar.

Filmin bu bölümünü mimar gencin orta yaş haliyle, genç haline durmadan öğüt verirken birlikte izledik.

Çok güzel bir filmdi. Çıktıktan sonra allam burayı var ya, Woody kimbilir nasıl güzel çeker, biz nasıl güzel bir alemdeymişiz gibi oluruz dedim.

Yaa hakkaten Woody Allen her sene filmlerini, Avrupa kentlerinde çekiyor ya, acaba İstanbulda'da çekmez mi? Nasıl, süper olmaz mı? 007 Bond Kapalıçarşı'nın damlarını iyice çökerttikten sonra, Woody içinde çekerek bizi mutlu eder, ne dersin?


2 Ekim 2012 Salı

Peki Şimdi Nereye?



Eylül toparlandı gitti işte
Ekim falan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar...

demiş Turgut Uyar. Eeee bana da uyar tabii eylülün gitmesi. Hem de çok uyar. Valla romantiklikten falan değil bu şiirin, son mısralarını seçmem. Romantikliğin “R” sini bulamazsınız bende. Sadece ve sadece eylül ayının geçip gitmesini istiyorum. Hayır eylül ayında şükür kötü giden bir şey olmadı ve benim Eylül ayına fena halde bir anlam yüklemiş olduğum da yok.
Neden; sadece ve sadece aşırı sıcaklar. Dün, 1 ekim 2012 günü öğle sıcağında dışarı çıktık ve o güneş nasıl gözümün içine içine girdi, yüreğimi deldi anlatamam.

Kış gelsin istiyorum artık. En çok sevdiğim şey sıcak terliklerimi giyeyim evde. Sonra koca mantomu, postallarımı, çizmelerimi, botlarımı giyeyim. Eeee serde kadınlık var, biraz var ayakkabı manyaklığı. Soğuğu da iliklerimde hissedeyim. Hadi bakalım kızım sen bu yazıyı şubat ayında oku da göreyim. Biliyorum ben kendimi, bu kez de, “offf ya yaz gelsin bu kış da amma uzun sürdü, bırr bırrrr” diye kafa ütülerim.

Kışın soğuğunu ve etkinliklerini özledim dedim ya. Sinemayı da çok özledim. Neyse gene de gidilebilir. Kanun hükmünde kararname yok 2 Ekim de sinemaya gidilemez diye. Biz de gittik. Ege Üniversitesi Kampüs sinemasında -bu sinema salonuna o kadar az kişi geliyor ki, yazık diyorum. Gişe filmlerinin haricinde güzel sanatsal filmler getiriyorlar.- 2011 yılı – Fransa, Lübnan, Mısır, İtalya ortak yapımı ve Arapça, Rusça, İngilizce sesli Türkçe alt yazılı “Peki Şimdi Nereye?” filmine gittik. Bu filmin güzelliğini tahmin ediyor musunuz? Bu kadar milletten yapımcıyı ve dili bir araya getirmiş.

Filmde bir grup Lübnanlı kadın kendi köylerindeki Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki gerilimi azaltmak için çaba gösteriyorlar. Ve bunda da başarılı oluyorlar. Tabii bu o kadar kolay olmuyor. Dinlerin insanları nasıl gaza getirdiğini ve savaş sebebi olduğunu görebiliyorsunuz. Sanırım insanların inançları yumuşak karınları. Ve bunu çok iyi bilenlerin nasıl kullandıklarını. Aslında Gündem Sinemasında da izliyoruz sürekli, dünya insanları olarak da kimi zaman baş kahraman, bazen de figüran olarak da katkı da sağlıyoruz.

Neyse kurgu filme geleyim yine, kadınlar kurnazlıklarıyla erkekleri barışa, burunlarını sürte sürte, her türlü manevrayla yola getiriyorlar.
Ne yapalım ki kadınlara da bu hayatta kurnazlık düşüyor. Dobralık yapmalarına hiç bir zaman izin verilmiyor.

Ya şimdi tekrar aklıma filmin başı geldi usta. Nedense bugünlerde usta demeyi seviyorum.:) Evet filmin başı bizim Vizontele filminin başlangıç sahnesi gibi başladı. Çok fakir bir köyde televizyon seyretmek isteyen köylülerin anten çilesi, ve tek televizyonla açık havada çekirdek çitleyerek televizyon izlemeleri... vayyy dedim, ya Yılmaz Erdoğan arak yaptı ya da bu yapımcılar. Eve gidince hemen yapım yılına bakacağım dedim, baktım ve 2011. Yani şimdi Vizontele filminin ne zaman yapıldığını biliyoruz değil mi? Evet. Bir sinemacımızın bir filminden, bir sahnenin arak yapılması da hoşuma gitti doğrusu.

Dışarı çıktığımızda zalım güneş halen vardı ama zalım zalım yakmıyordu usta. Şu Ege Üniversitesi'ni de iyi ki ağaçlandırmışlar dedim. O kadar uzun yürüdük ki. Sanki bir çiftliğe gitmiş gibi. Ağaçların, ekinlerin arasından geçerek, mis kokulu havayı ciğerlere çekerek yürüdük. Evet yürümek, yürümeyi de çok özledim. Ayakkabımın arkası vurmasına rağmen deli gibi yürüdüm. Hiç şikayet etmedim doğrusu.:) Bu ılık yaz gecesi baya bi hoşuma gitti. Gece yürümenin tadı bir başka oluyor.

Durun artık yaza fazla övgü düzmek istemiyorum. Hemen zalım oluyor, yakıyor adamı. Kış mevsimine gelelim. Bana kış hakkında üç şey söyle deseler, yürüyüş, sinema, kitap, Kıbrıs Şehitleri ve her zamanki gibi intırnıtım derim...
Açtık bakalım sinema sezonunu. Hay laaa yaaa, Film Ekimini unutuyordum. İzmir'de 5 – 7 Ekim arasında Karaca Sineması'nda.
Müsaitseniz, sinemayı seviyorsanız kaçırmayın derim. 






1 Ekim 2012 Pazartesi

Mektuplar, pullar, anılar...



"İnsanlar birbirine mektup yazmalı. Çünkü mektupta sesin tonu belli olmaz. Çünkü mektup düşünülerek yazılır. Birdenbire ağzımızdan kaçan kelimeleri hiçbir şey geri getiremez. Söylediklerimizin üstü çizilemez. Çünkü söylediklerimiz dinlenmeyebilir, sözümüz kesilir, içeriye o anda biri girer, okunan mektup ise mutlaka tamamlanır." A. Ali Ural - Posta Kutusundaki Mızıka

"Uzak dediğin, önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur..." Şairin Romanı - Murathan Mungan.

Facede şu iki paylaşımı ard arda görünce, günlerdir düşündüğüm konuyu yazmanın vaktidir diye düşündüm: Mektup ve mektup arkadaşlığı... mektup biz küçükken arkadaş veya akrabalar arasında olurken, mektup arkadaşlığı İngilizce ya da başka bir dil öğrenmek isteyenlerin seçtiği yoldu. Sanaldı yani. Sanki fecede yurt dışından biriyle arkadaş olmuşsun da, birbirinize yaşadığınız coğrafya, kültür hakkında bilgi veriyormuş gibiydi.

Ali Ural – Posta Kutusundaki Mızıka isimli romanında insanların birbirine mektup yazmasından dem vurmuş. Ama sonrasında gelen satırlar bana hiç de samimi gelmedi. Yani çok düşünerek yazmak. İnsan bu kadar planlı ve hesaplı olmamalı.

Ben de eskiden arkadaşım Elif'e mektup yazardım. O zamanlar telefon vardı tabii ama Elif'lerde telefon olmadığı için Murathan Mungan'ın dediği gibi uzaklığı sadece yol olarak bilirdik.
Ben ona monoton sandığım o günleri anlatırken o kadar acele acele yazardım ki, elimdeki kalem beynimdeki olaylara ve düşüncelere yetişmezdi. Elif bana bir sonraki mektubunda, son yazdıklarından hiç bir şey anlamadım, o kadar çok şey atlamışsın ki diye yazardı. Bir keresinde denizde, onu güneşin çarpmasından saatlerce baygın yattığını anlatmıştı.
Ben o zamanlar başka mektupların pullarını kesip sakladığım gibi, onunkileri de keser, bir bardağın içine su koyar ve suyun içinde bekleterek kağıtla pulun birbirinden ayrılmasını beklerdim. Kısa zaman içinde de ikisi de birbirinden ayrışır ve bağımsızlıklarını kazanırlardı. Ben de o pulun üzerine bakardım. Tarih ve yer hiç değişmeyecek sanırdım. Hep aynı tarihte kalacağız ve hep o Taksim postanesinden mektubu yollayacak. Pulu diğer pulların yanına, pul defterine koyardım. Sonra açıp bakar mıydım? Hayır bilirdim ki hep o orada... sonra ne oldu?
Elif ikinci bir üniversiteyi kazandı. Yeni arkadaşlarından bahsetmeye, yeni üniversitesinden bahseder oldu. Bizim de yavaş yavaş mektuplarımız kesilir oldu tabii. İkimizin de hayatı başka yönlere doğru akar oldu biz farkına varmasak da.

Ben Elif'e içim kara dediğimde, o bu sene siyah çok moda ve çok asil renk diye cevap verince Elif'le olan arkadaşlığımızın bittiğini hissettim. Belki de arkadaşlığımız hiç başlamamıştı. Ama, o benim içi kara deseydi, ben ona siyah bu sene moda ve asil renk diye cevap vermezdim en azından.

Uzak dediğin iki insanın arasında olur, hakikaten. Bizim için yol olan uzaklık, gerçek uzaklığa ulaştı. Sonra ummadık bir anda ve ummadık bir zamanda Elif'in ablasını gördüm. Son dakikada belki de. Elif'i hiç sormadım bile. Babam arkadaşıma neden bu kadar soğuk davrandığımı sordu. Davranırım dedim, babama. Ben öyleyim. Gerçek arkadaşlığa inanmışsam ve sonra da onun gerçek arkadaşlık olmadığını görmüşsem bir buzul parçası gibi olurum. Soğukluğum yakar insanı.

Elif'le karşılaştık yıllar sonra. Elif hiç bir şeyi unutmamış. Arkadaşken yaşadığımız absürdlükleri ve yemeklerden en çok neyi ve o dönemde hangi rengi sevdiğimi...
Ben Elif'e diyemedim tabii, madem hiç bir şeyi unutmadın bunca yıl neden... evet galiba bu cümlenin sonunu getiremiyorum.
Biz pul ve anı biriktiren bir nesiliz... ama anılar acıtır insanı, enteresan olan şu ki, güzeli de acıtır kötüsü de … sanırım bir daha o yıllara dönmek istesen de, istemesen de, dönememekten kaynaklanır bu.
Size de öyle olur sanırım...



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...