28 Eylül 2013 Cumartesi

Günlerin getirdiği


Uzun zaman alacağını bildiğim bir tadilat işine girdik. Tadilat zorunluluktan doğdu. 17 Ağustosta İzmir’de gerçekleşen kısmi sel, dolu, fırtına sonucunda evde bir takım hasarlar oluştu ve onları yaptırdık.
Ustalardan bıktım usandım. Anlaşması, gelmeleri, işi yapmaları insanı bıktırıyor da bıktırıyor.
Artık şikayet etmek istemiyorum. Neyse ki bitti işler artık. Şuraya mola falan yazmaya da elim varmadı.
Bu usta işiyle anladım ki; Türkiye’de okumuş okumamış; usta, avukat, muhasebeci v.b mesleklerden insanlar senin işten anlamadığını anladığın anda, yaptığı işin hiç kimse tarafından yapılamayacağına ve seni kancasına taktığı anda oynamaya başlıyor. Yalanda sınır tanımıyorlar.
Bütün bu işler olurken arada canım okumak istedi ama bu uzun bir kitap olmadı yani roman gibi. Ben de Behçet Çelik öykü kitapları okumaya başladım. Çok beğendim. Sade bir üslup ve anlattığı öykü ne olursa olsun, insanın o anda işi de olsa yarım bırakmak istemiyor. Eee yani şu bitse de öyle kalksam havasına sokuyor. Bu da başarı tabii. Zaten "Diken Ucu" öykü kitabıyla Sait Faik Öykü ödülü almış.
Bunun dışında Eylül geldi de gidiyor bile. Bu yaz nasıl geçti anlamadım. Günler kısaldı. Güneş farklı yerden batıyor artık. Günlerle işim var benim. Çok günlerle uğraşıyorsun diye düşünebilirsiniz, günler insanı hem eksiltiyor, hem de bir şeyler kazandırıyor. Siz ne kadar da monoton bir önceki günden farkı olmayan bir gün daha geçti deseniz de... İşte öyle olmuyor o. Öyle olsaydı eskiden nasıldım, neler düşünürmüşüm, davranırmışım şimdiki bana baksana der miydiniz? Ne zaman oluyor bütün bu değişim? Zart diye ömür geçiyor gibi gelse de, zurt diye düşünceler de bu monoton günlerde değişiyor.
Şimdi Tuncel Kurtiz’in sesi geliyor tv den. Yok mezarlığa kabul etmemeler, yok koministmiş, yok ateistmiş.
Gidin işinize, gidin bir insan olmayı öğrenin. Öğrenebilirseniz. Belki zart diye ömrünüz geçerken, zurt diye adam da olursunuz. Ah benim iyimser yanım. Bu iyimserlik de bir geyik, gök kubbeden bize kalan.

Şimdi Sabahattin Ali okumaya başladım. Yine bir öykü kitabı. Çorba gibi yazdım değil mi? N’olursa olsun. Yazmam lazım. Uzun zaman yazmayınca insan kasıyor sanki, ne yazacam diye. Yazılmamış bir şey kalmış mı bu dünyada? Hayır kalmamış, bütün her şey yazılmış. Bütün duygular. Ama senin üslubun nasıl, bu değil mi önemli olan. Ahh tabii bir de o güzel aklın ve kalbin.

2 Eylül 2013 Pazartesi

İşte Hayatım!


Size hikayemi anlatacağım. Lütfen bir sigara yakın, sigara içmiyorsanız kahvenizi ya da çayınızı elinize alın. Arkanıza sıkıca yaslanın. Çünkü bu hikayeyi herkese anlatmıyorum. Öyle insanlar var burada; sen sormadan hikayesini anlatmaya başlayan ve o anlattı diye, sen de anlatmak zorundaymışsın gibi: “eeee sen?” “Banane yaaa! Anlatmasaydın. Ben mi anlat dedim. Anlatmak zorunda mıyım?"

"Ben burada bütün gün susup oturuyorum. Nasıl geldim buralara diye. Belki beni hatırlayanınız vardır. Geçtiğimiz günlerde ana haber bültenine çıktım. Hani Manisa’daki genç kadın evlenmek istemediği sevgilisini dizinden vurdu, diye. Vurdum. Bugün olsa gene vururum. Ben buralara nasıl geldim? Artık kafam o kadar karışık ki! Ama bir yerden toparlamak gerekiyor değil mi?
İyi o halde ben size önce ismimi söyleyeyim. İsmim Fazile. Hıhh ne isim ama! Bu çağda bu isim. Babam 'isminle övün, sana anamın ismini koydum' derdi. Sanki çok güzelmiş gibi. Herkesin ismi Hülya, Begüm, Beyhan, Nalân, Sema iken benim ismim böyle… Bu isim bile bizim kırsal kökenli olduğumuzu haykırıyor gibi gelirdi, taaa ilkokul yıllarında. Ben o grubun içindeydim. Yoksul, şehrin kenar semtlerinde oturan grubun. Bizim isimlerimiz de böyle olurdu işte. Rabia, Adile, Fatma v.s. Babam sıkardı beni. Hem de ne sıkmak? Kapıdan burnumu çıkartmazdı. Anam da biran önce kısmeti çıksa da postalasak diye bakardı. İlkokulu bitirdikten sonra evde ev işi yapmak, küçük kardeşlerime bakmaktan başka hayatım yoktu.

Manisa: Manisa, hızla sanayi şehri olmaya başladığı yıllardı. Evden kurtuluşumun tek yolu bir fabrikaya girmekti. O zamanlar kolaydı fabrikaya girmek. Şimdiki bir yüz bir ters takla atıp, amuda kalkmak da gerekmiyordu. Bizim mahallede bi Asuman vardı. Deli Asuman. Önce o girdi işe. Bize geldi, önce anneme anlattı. Nasıl para kazandığını anlattı. İşi de zor değilmiş. Annemin gözleri parladı. Kardeşlerim de büyümüştü artık. Zaten bütün gün sokakta toz toprağın içindeydiler. Benim bi şey yaptığım yoktu onlara. Babamın da aklına yattı. Evden bi boğaz hem eksilecek hem de para gelecek.
Girdim işe. İş hakikaten de zor değildi. Eve de servis götürüp getiriyordu. Her şey o zaman oldu işte. Çalışmaya başlamamın üzerinden altı ay geçmişti. Ben otobüse yetişene kadar, koltuklar kapılıyordu. Bir baktım bana özel yer ayrılmaya başlandı. Şöförün tam arka koltuğunda. Teşekkür edip, oturuyordum. Önce dikiz aynasından beni hep dikizledi, alçak. Bir süre sonra ben de boş kalmadım. Aslında beğendiğim biri değildi, öyle ayı gibi bi şeydi. Ama insan kendisine sürekli ilgi gösterilince ve başka da biri olmayınca “koyunun olmadığı yerde keçiye abdurrahman çelebi” diyor. O da öyle oldu. Sonra yanındaki hostes koltuğunu ayırmaya başladı. Derken laflamaya başladık. Yalnızdı. Annesiyle yaşıyormuş. İşte klâsik hikaye, evlendik. Evlenmez olaydım. Nafile işte. Bu ayı olmasa, başka ayı olacaktı. Öyle kibar beyler bizim mahalleye uğramaz. Neyi bekleyeceksin ki?
Yine çalıştım. Kaynanam da kaynanaydı haaa. Çocuğum doğdu. O baktı. Taaa ki kaynanam hastalanana kadar. O hastalandığında çocuklar da büyümüştü. Okula gidiyorlardı. Kaynanama bakmaktan başka işim yoktu. Canım sıkılıyordu. Benim ayı da iyice içkiye düşmüştü. Bilirsiniz işte, izbe pavyonlarda, turşusu çıkmış ya da yeni düşmüş körpe kızlarla paraları yiyordu. O kadar yalnızdım ki…
Çocuklar zorla toplama bir bilgisayar aldırttılar babalarına. İnternete giriyorlardı. Ben de onlardan öğrendim. Geceleri ayı yokken, çocuklar uyurken ben de başladım internete girmeye. Oooo neler yoktu ki. Ne yazsan çıkıyordu. Benim de yalnızlık başıma vurmuş. Bir gece yarı merak yarı gırgır olsun diye, erkek arkadaş yazdım. Arkadaşlık sitesi çıktı karşıma.

İşte Hasan’ı oradan tanıdım. Önce cam ekranın ardından konuştuk. Sonra buluşmak istedi. Be aslında pek istedim mi? Evet ben de istedim, itiraf ediyorum. Yaptığımın yanlış olduğunu bile bile gittim. O da Manisa’da oturuyordu. Karısından ayrılmış. Sadece “pisliğin tekiydi” diyordu da başka bir şey demiyordu. Niye pislikti? Doğrusu hiç öğrenmek istemedim. Sonra bana sürekli ayrıl o adamdan ayrıl. Sen daha iyi insanlara layıksın diyordu. Daha iyi… Yani.. Bana evlenme teklif ediyordu. Çok da yakışıklıydı. Hani benim ayının yanında. Bakımlıydı, yol yordam biliyordu. Lokantalara gidiyorduk. Ben bunların hiçbirini yaşamamıştım ki…

Ayrıldım. Boşanma davasını açtıktan üç ay sonra ayrıldım. Çocukları ayıya bıraktım mecburen. Nereye götürecektim ki? Kendim Kadın sığınma evine gittim.Yine de  mutluydum. Hasan vardı, mücadele edecektik birlikte! Hasan’la buluştum. Hasan yan çizmeye başladı. Niye ayrıldın dedi bana.  Bunu kabul etmedim, edemedim, benim bildiğim Hasan bana bunu yapmazdı. Etki altında kalmış olabilirdi, korkuyor olabilirdi.
Hasan’ı aradım tekrar. Seninle son kez konuşalım. Sadece konuşmak. İkna ettim. Geldi.

Ondan önce bir silah edindim. Neden, bilmiyorum. İçgüdüsel miydi? Hasan'a güya hâlâ inanıyordum. Neyse! Zor değil silah bulmak. Çok kolay hatta. Sormayın bana. Onu da uzun uzun anlatmayayım. Kadınlardan korkacaksınız. Seven ve aldatılan kadından korkacaksınız. Uzun uzun intikam planları yapar. Yaptım da…

Kebapçı da konuşmaya başladık. Baktım aynı. Hiç umurunda değil. Çocuklarımın hayatı altüst oldu, benimki öyle. Umurunda değil. Banane diyor, benim her dediğimi yapacak mısın, diyor.

Gözüm karardı. Çektim çıkartım tabancayı. Masanın altından sıktım bacağına. Dizine geldi.

İşte hayatım. Öyle bir program vardı, değil mi? Benimki afili değil. Böylesi işte. Şimdi Manisa hapishanesindeyim. Az yatarsın diyorlar. Bakalım. Çıkınca, çıkınca ne mi yaparım? Girerim bi pavyona 35 yaşındayım daha. Hikayemi anlatırım. İşte… böyle başladı, derim. Kimi zaman da başka türlü anlatırım. Burada düşünürüm…



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...