30 Mart 2012 Cuma

Su gibi...


İnsan  sesleri yok burada
bir kuş gibi süzülüyorum,
mavi karanlığa.
Seviyorum; sevdikçe
seviyor,
ne ağaca, ne buluta benziyor.
Unuttum
hayatın kara deliklerini,
unuttum kendimi
yoğum.
Yokluğum;mutluluk, huzur
bedenim yok artık
ölüm
böyle olmalı; hafif, uçucu
uçmak…
Martı pike yapıyor
Kulaç atıyorum,
hiçliğe
hiçleştikçe
benliğime yürüyorum
yürüdükçe, mutluluk
su oldum suyun içinde
şeffaf,
yokluğum; varlığım
sonsuz mutluluk
duyduğum farklı bir ses
sesim, suyum, yosunum, bulutum, yıldızım…
hiçim
hiçliğim; yokluğum
yokluğum gittikçe büyüyen ruhum…


21 haziran 2010 - Çeşmealtı



28 Mart 2012 Çarşamba

Uzun zamandan sonra Urla




Baharın geldiğini cemrenin düşmesinden, dolayısyla havanın ısınmasından anlasanız da, şehirde, betonların içinde bahara dair koku duymanız neredeyse imkansız.
Bizim için dört ay gibi zaman dilimi Urla'dan bin yıl ayrı kalmak gibi bişey. Buna neden kışın sert geçmesi diyebilirim. Canımız daha çok şehrin içinde vakit geçirmek, sinemaya gitmek daha çok istedi. Öyle de yaptık. Geçen gün gittiğimizde, Urla gibi küçük bi yerleşim yerine hiç yakışmayan çirkin, berbat, sakil, v.s. gibi tanımlardan, çok daha fazlasını hak eden ''avm'' yi saymazsak, Urla ve iskele, iskeleye giden ağaçlı yol hep sevdiğimiz gibi. Ağaçlı yolun kenarındaki tarlalarda enginarlar çoktan büyümüş bile. Enginar tarlalarına bayılıyorum. Sonra o, arkeologların yazın kazı yaptıkları alan. İnsan, senden binlerce sene önce yaşamış insanlarla aynı yerde bulunmaktan heyecanlanıyor. Sonra Seferis'ten yadigâr, sokağı var...
Urla'nın içinde köy bakkalları var biliyor musunuz? Kendi ürünlerini de satıyorlar. Zeytinlikleri var, hayvancılık yapıyorlar. Bizim bakkalın sahibi yaşlı biri. Nasıl efendi ve nasıl kibar. Kibarlığı zoraki değil işte. Kendiliğinden. İnsana iyi gelen insanlardan. Oğlu var. Dertli ondan, vurdumduymaz ve hayırsızmış. Anlatıyor ve üzülüyorum. Böyle birine, böylesi bi evlat. 
Ordan aldığımız zeytinyağın üzerine zeytinyağ tanımam. Nefis. Kokusu, tadı...
Tad, lezzet demişken, bi de kokoreççi var. Hemen meydanda. Konumu öyle bi yerde ki, yanında kasap dükkânı, diğer yanında fırın.:) Kokoreççi de doğrusu lezzetli, buraya kadar gelmişken insan yemeden giderse ayıp olur.




Şu  ördekleri görüyor musunuz? Bizim yazın denize girdiğimiz, kışın da çay içip, manzaraya bakmakla yetindiğimiz yer. Bu kez gittiğimizde hakikaten deniz çok berraktı. 























Çiçekleri görüyor musunuz? Benzinliğin hemen yanı. Ve nasıl nefis kokuyorlar. Bir tane bile koparmadık. Burada hep var olacaklar. Bayıldım...


26 Mart 2012 Pazartesi

Öz egocell Kaya Bey



Egosu tavan yapmış insanlar aramızda yaşıyor. Daima yaşayacak da… tabii egosu tavan yapmış insanları aramızda görmek tercih sebebim değil ama öyle bir gerçeklik de var.
Başka bir gerçeklikse her gün, akşamüstü, gece, ne zaman televizyonda denk gelirse artık, öz egocell Kaya Bey gözümüze gözümüze sokuluyor; gayet sert, sert ama bi o kadar da babacan kılıfıyla kaplanmış ego denen duygunun bazı erkeklerce nasıl da benimsendiği.
Kaya Bey’i Fatih Sultan Mehmet zamanından kalma bir mersedesin içinde kızgın bir şekilde araba kullanırken görüyoruz. Ve anlıyoruz ki, bin yıl öncesinden kalma bu arabayı kullanan egocell Kaya Bey, oldukça tutucu. Tutucu ve gücü de seviyor, ki bu arabayı almış. Hâlâ da gücü temsil ettiğini düşündüğünden direksiyona bi başka sarılıyor.
Neymiş; kızı sevdiği biriyle evlenmiş. Ve ilk çocukları doğana kadar geçen sürede, öz egocell Kaya Bey kızına çok kızmış ve konuşmuyor. Kızın sevdiği adama baktığımızda ne Recep İvedik, ne serseri, ne de jigolo kılıklı. Kendi halinde bir adam. Kızı olmadık biriyle evlenmiş olsa ve Kaya Bey kızmış olsa hak vereceğim. Fakat 3 G bağlantısından anladığımız kadarıyla, damat, ‘’efendi’’ duruyor. Anlıyoruz ki, egocell Kaya Bey sözü dinlenmediği ve böylelikle egosunu yerle bir ettiği için kızına kızmış.
Peki kızının çocuk doğurması söz konusu olmasaydı, egocell Kaya Bey kızıyla konuşmayacak mıydı? Kızı bir erkek çocuk dünyaya getirdiği için, kaya gibi sert olan yüreği yufka kıvamına gelerek, egocell Kaya Bey arabayı hastaneye doğru gazlıyor. Kerata da kendisine benzediğinden, kendi harika ismini vererek, gücünü tekrar geri kazanarak mutlu oluyor. Ya bir kız çocuk dünyaya gelseydi ne olcaktı?
Öz egocell Kaya Bey’in karısının, kocasına ‘’Kaya Bey’’ diye hitap etmesi ise evlere şenlik bir durum. Kadın sanki eşi değil de, sekreteri. Egocell Kaya Bey’de, Aile Ltd. Şti. nin genel müdürü. Kimbilir kadına evlendiğinden beri neler çektirdiyse kadının yüzü, ağlamaklı paça gibi bakıyor. Durmadan da ‘’he de, Kaya Bey’’ der gibi başını sallayıp duruyor. Mübarek evlilikten başka her şeye benziyor. Öz egocell Kaya Bey’in bu reklamda sözel ve manen şiddet uyguladığını izliyoruz. Fakat reklamcı, çarpık zihniyetli egocell Kaya Bey’i kızgın fakat müşfik, babacan v.b. kılıflarına öyle bi sarıp sarmalıyor ki, eminim bu adama sempatiyle bakan bir çok insan da vardır.
Unutmadan öz egocell Kaya Bey’in arabası da geçmişten günümüze ulaşan bi makam arabası gibi adeta. Genel müdür ya öz egocell Kaya Bey!
Bu evlilik ve bu aile bir sevgi ve saygıyı barındırmaktan çok, özegocell Kaya Bey tarafından sindirilmiş, pasif şiddet gören bi aile modeli. Reklamcı da yediriyor.

Hindistanlı The Simpsons

24 Mart 2012 Cumartesi

Huzur arıyorsan samimi ol, rahat uyu

                                Hakan Gürsoytrak                     

Başlığa bakınca, sanki kamyon arkası edebiyatı gibi oldu ama değil. Uzun uzadıya samimiyet denen duygu hakkında düşündüm.
Nedir bu duygu?
Cıvıklık, insanın özel hayatına müdahale etmek, gerekli gereksiz sorular sormak, laubalilik, vıcık vıcık bi ruh hali, cinsiyetçi laflar, el şakaları, gereksiz bi dışa dönüklük, gereksiz yapay bi neşe durumu ile karıştırılır çoğu zaman.
Sırf bu yüzden çok var olunduğu zannedilen bi duygudur.
Bence samimiyetin kıldan ince kılıçtan keskin bi çizgisi vardır.
İnsanın karşısındakinden önce kendisine samimi olmasını düşünürüm. Kendine yakın mısın? Duygularına? Yakın olmalı. Olumsuz yönlerini bilip,üstüne gitmeli insan. Her olumsuzluğuna doğru bir adım attığında, o adım olumluluğa götürmektedir aslında. Cümleler ben yapacaktım, olacaktım, edecektim… ama o, ama böyle, ama şartlar, ama engeller,  gibi kelimelerle devam etmemeli.
Samimiyetin yolu kendine dair bütün duyguları bilmekten, kabul etmekten geçer.
Önyargısız, öğrenmeye açık, tepki göstermeli, açık olmalı, dürüst, negatif, pozitif olmalı…
Son on yıldır sanıyorum bi pozitif olma hali sardı ortalığı. Sanki insana dair tek duygu pozitif olmak. Bütün bunlar marketlere kadar sızmayı başaran kişisel gelişim kitaplarından mı oldu? Bilmiyorum! Sürekli pozitif olma halini pompalıyorlar. Bu bana çok sahte ve samimiyetsiz geliyor. Her olay karşısında sürekli pozitif olmak, her şeye salak salak sırıtmak… bu hal bana anormal geliyor. Plastik ve maskeli insan gibi. Çocukluğumuzda okuduğumuz Pollyanna romanı da böyle değil miydi? Başına ne gelirse gelsin, ondan salakça bi iyilik hali çıkarırdı.Sırf bu yüzden romandan çok, masal okuyormuş hissine kapılırdım.
Tamam, bardağın dolu tarafını görelim görmesine de, gözümüz boş kısmını da görmeli ki, eksiğimizi bilelim. İnsana türüne ait bütün duyguları yaşamalı. Öfke, üzüntü, korku, zevk, sevgi, endişe, şaşkınlık, iğrenme, utanç, nefret… bütün bunları yaşadığında, hissettiğinde, yüzleştiğinde kendine karşı samimisindir.
Neymiş; pozitif enerji!
Bazen bazı insanlarla karşılaşırsınız. Oldukça kibar davranıyordur. Ama anlarsınız ki onun doğası kibar falan değil. Sadece maskesidir o.O, örnek öğrenci kıvamında, cici, terbiyeli, ağzından bi küfür çıkarken bile ‘’afedersin ama p… ‘’ diyeceğim şimdi der. Anlayın ki, sinsinin, sahtenin şahlanarak at koşturanıdır.
Hemen topuklamanızı tavsiye ederim. Zira sinsi planlarını uygulamaya başlamıştır, size gülümserken.
Bi insan ki, sinirleniyor, bağırıyor, gülüyor, seviniyor, tüm tepkisini olumlu olumsuz gösteriyorsa, o insan sevilesidir. Samimiyet kırıcı olamayı da içinde barındırır. Çünkü size her zaman doğruları söyler. –Hakaret etmeden- her zaman tercih edilen doğrular değil midir? Samimiyet sırdaştır.
Samimiyetin yok olduğunu, hiç olmadığını anladığımda midem bulanmaya başlar. İnsana karşısındakine karşı soğuksa, soğuk davranmalı, bağırmak geliyorsa içinden bağırmalıdır. Seviyorsa da sevgisini belli etmelidir.
İşin özü yalınlık ve basitliktir. Duygular abartısız en yalın haliyle yaşanmalıdır. Oyun oynamadan kendine ve karşındakine…
Bazen samimi davrandığın için pişman olabilirsin. Aslında bazen de değildir bu durum. Sıklıkla desek daha doğru olur. Olsun. Boşver. Pişman olacağım diye gerçekleri yaşamayacak mısın? Tabii gerçekliğin varsa…

21 Mart 2012 Çarşamba

1970 li yıllar...



Bizim apartmanda yaşayan Cavidan Teyze var. Severiz kendisini. Dün gece canı sıkılmış bize geldi. Ve konu konuyu açtı ve birden kendimizi 70 li yıllarda bulduk. Daha doğrusu Cavidan Teyze anlattı, biz dinledik. Doğrusu o kadar yokluğa rağmen, o kadar naïf ve güzelmiş ki, Cavidan Teyze o dönemde yaşadığı için kıskanmadım değil.
Cavidan Teyze’nin dediğine gore, müzik, sinema, aşk, özgürlük gibi olguların en iyi işlendiği yıllarmış. O üretkenlik, sadelik, gerçek duygular bird aha yaşanmayacak maalesef, dedi gözleri boşluğa takılarak.
Ben onu harekete geçirmek için, başka neler oldu Cavidan Teyze, anlatsana çok merak ediyorum, dedim.
Oooo neler olmadı ki? bir kere 70 lerin ilk yarısı çok güzeldi. Memleket yokluk içindeydi ama biz küçük şeylerle mutlu olduğumuz gibi, aynı küçük şeylerle de mutsuz olabiliyorduk. Murat 124 lere, Anadol arabalara doluşup, arkadaşlarla beraber, boğaza denize girmeye gidiyorduk. Boğazda denizde yüzmenin tadını bilemezsin, her babayiğidin harcı da değildir, akıntı çok…
Sonra arkadaşlarımızla evlerde toplanıp, Beatles, Jethro Tull, Rick Wakeman, Boney M, Abba, Pink Floyd, Jim Morrison, yerlillerden Ajda Pekkan, Tanju Okan, Barış Manço, Erol Evgin, Ali Rıza Binboğa, Alpay, İlhan İrem, Ömür Göksel, Semiha Yankı, Modern Folk Üçlüsünü dinlerdik. Hepsinin de şarkıları öyle güzeldi ki… Sonra Hey Dergisi vardı. Her ay alır, liste başı şarkıları işaretler, kaste doldurturduk. Hey Allahım bakar mısın, şimdi internetten müz,k, film indirdiğinizi gördükçe nereden nereye geldik, diyorum. Ben ‘’Aaaa kaset doldurmak mı, ne enteresan’’ dedim. ‘’Oooo şimdi ile kıyaslandığında, daha ne enteresanlıklar var, dur bak anlatayım’’ dedi.
Gün boyu radyo açık olurdu. –Arkası yarın- Bir roman, bir hikaye, yurttan sesler korosu, hava tahminleri tutmayan hava raporları vardı. Hatırlıyorum da, Apollo 11 den, Neil Armstrong’un aya inişini radyodan ne kadar heyecanla dinlemiştik. Sonra televizyonlar… mahallede ilk televizyonu biz almıştık. Her akşam komşular, bütün mahalle bize gelir, ‘’telesafirlik’’ yaparlardı. Hiç unutmam çatlak bir komşumuz vardı, parmaklarını dürbün gibi yapıp, gözüne yerleştirir, ‘’böyle seyredin, çok net çıkıyor’’ derdi. Hep birlikte gülerdik. Işte bizim gülümsememizi sağlayan, böyle küçük şeylerdi. Aaa dur bak TRT de her şey denetime tabiydi. Yılbaşında dansöz çıkıp çıkmaması büyük olay olur, günlerce dansöz çıkacak mı, çıkmayacak mı, konuşulur durulurdu. En sonunda Nesrin Topkapı şahane bir şekilde dans eder, yeni yıla öyle girerdik.
Bir de televizyonda sık sık bant kopar, bant olana kadar ‘’Necefli Maşrapa’’ resmi konurdu, ya da bir manzara resmi. Biz İstiklal Marşına kadar televiyonu açık tutar, -televiyonunuzu kapatmayınız- yazısına kadar da kapatmazdık. Şimdi düşününce Allahım ne akıl? diyorum. Fecri Abcioğlu, Sezen Cumhur Önal, İzzet Öz program yaparlardı. Kaynanalar, Kaçak Kimble, Tatlı Cadı… Levent Kırca –oyun treni- ile çocuk program yapardı. Sonra Heidi vardı. Adile Naşit, Münir Özkul, Ayşen Gruda’lı filmler izlerdik. Sonra sonra Beyaz Gölge, Küçük Ev, Dallas, Zengin ve Yoksul, Kökler, Şahin Tepesi gibi diziler geldi. Pazar sabahları kahvaltıdan sonra kovboy filmleri izlerdik, macerayı ve doğa sevgisini ise Kaptan Cousteau belgeselleri seyrederek gidermeye çalışıyorduk.
Biliyor musun ben o yıllar, Tommiks, Teksas, Kaptan Swing, Zagor çok okurdum. Çok hoşuma giderdi. Bir de cep fotoromanlar vardı. Italyanlar tarafından yayınlanıp, Türkçeye çevrilmiş pembe dizi romanları. ‘’Heyyy be ne yıllardı, gece gece beni nerlere götürdün kızım.’’
‘’Aaaa n’olur devam et, Cavidan Teyze, ‘’Merak etme artık başladık, hiç burada kesilir mi? Tabii devam edicem. ’’
Biliyor musun o yıllarda sık sık elektrikler kesilirdi. Piknik tüpleri üzerine lüks lambaları ilave edip, elektrikler gelene kadar öyle otururduk.
Sokaklarda Silivri yoğurdu, balıkçı, sütçüler megafonsuz satış yaparlardı. Rum, Ermeni nüfusu çok daha fazlaydı ve insanlar birbiri ile komşuluk yapmaktan hoşnuttu.
Sonra bütün mahalle toplanır, komşularla Maksim Gazinosuna gündüz matinesine gider, Erkut Taçkın’dan rock müzik dinlerdik. Tabii rock müzik dinlemeye annelerimiz gelmezlerdi. Onlar Zeki Müren dinlemeye giderlerdi.
Aaa Cavidan Teyze, kimbilir ne şık giyiniyordun o yıllarda, bugünkü şık haline baktığımızda… Cavidan Teyze gülümsyerek ‘’evet şık giyiniyordum. Konfeksiyon şimdiki gibi gelişmiş değildi. Kumaş mağazalarından kumaş alıp, mahallemizdeki terziye diktirirdim. Aman ne mini etekler giydim, uzun çizmelerle birlikte. Hiç kimse de yan gözle bakmazdı. Resmen bir karıştı. Yazın sırt dekoltesi olan bluzlar, İspanyol paçalar, apartman topuklar çok modaydı. Kaşlarımızı yola yola bir sıra bırakmıştık. Hepimiz Mona Lisa olmuştuk adeta. Saçlarımıza şekil verdikten sonra, Tekel birası ile yatıştırırdık. Nerde şimdiki gibi jöle, köpük v.s. şımşıkırdak giyinince de, Beyoğlu İstiklâl’e ya da Bağdat Caddesine çıkardık. İstiklâl trafiğe açıktı o zamanlar tabii. ‘’Aşk Hikâyesi’’ filmi 70 lerin ilk yarısında ortalığı kasıp kavurmuştu. Ben de saçlarımı etkilenip, öyle uzatmıştım. İnsan gençlikte ne kadar etkileniyor?’’
Erkeklerde saçlarını uzatırlardı, geniş favorileri vardı. Onlarda İspanyol paça pantolon, geniş kravat takarlardı. Kravatları nedense kısa ve güdük olurdu. Hıh neden olacak, moda işte! ceketlerinin yakası ise tarla kadar genişti. Onlarda siyasal fikirlerine gore, bıyık bırakıp, haki yeşil parka ya da kahverengi süet kabanlar giymeye başladılar. Insanlar karşıdan birbirini gördüğünde, hangi görüşe sahip anlıyordu.
Biliyor musun bir paket yabancı sigara bulundurmanın suç olduğu yıllarda, ortalık tombalacı kaynıyordu. Ellerinde uzun siyah torbalar, Kent var, Marlboro var diye bağırıp sigara satıyorlardı. Belki de yabancı sigara umudu satıyorlardı.
‘’Cavidan Teyze ben o yıllarda, en çok kültür sanat olaylarını merak ediyorum.’’
Edebiyatta en çok Sevgi Soysal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt okuyorduk. Tutunamayanlar yeni basılmıştı. Roman ağızdan ağıza yayılmış, hepimiz edinmiştik. Müthişti. Türk Edebiyatında yeni bir çığır açmıştı Oğuz Atay.
1974 Kıbrıs çıkarması… ne heyecanlı günlerdi. O yaz, karartma geceleri yaşamıştık. Karbon kağıdıyla, ışığı azaltılmış ampul ışığında kitap okuyup, Ayten Alpman dinliyorduk. Ben stresten habire şokella yiyordum, iyi geliyordu. Ecevit mavisi, erkekler arasında moda olmuştu.
Derken derken, üniversitelerde boykotlar başladı. Öğrenciler okul kapalı olmasından dolayı üniversiteye gidemiyorlardı. Sık sık olaylar çıkıyordu. 70 lerin ikinci yarısına gelinmişti artık. Memleket gün geçtikçe daha karanlık günlere gebeydi. 1 Mayıs 1977 kanlı geçti. Bugün bunu sanırım herkes biliyor; 28 kişi boğulma ya da ezilme yüzünden, 5 kişi vurulma, 1 kişi de panzer altında yaşamını yitirdi. 130 kişi de yaralandı. Ben çok istememe rağmen gidememiştim. Maalesef bir kadın arkadaşım da, yaralananlar arasındaydı. Sol bacağının derisi tamamıyla yüzüldü v eve kulağı koptu. Her şey korkunçtu.
1979 yılı ise Türkiye açısından en kötü yıldı. Araba vapurları mazot yokluğundan çalışamıyor, Yeşilköy Havaalanına ampul yetersizliğinden, pilotlar kör iniş yapıyordu. Yokluk ülkesi olmuştuk; benzin kuyrukları, tüp, sanayağ, şeker, soğan… her şey kuyruk. Siyasal cinayetlerle birlikte, göç ve sonucunda gecekondulaşmada hızlandı. Kendi ülkemizden başka bir ülkede ne oluyor bilmiyorduk. Ben o dönemi Sezen Aksu’nun Ünzile şarkı sözlerine benzetirim. Köyünden hiç çıkmamış, dünyayı kendi köyünden ibaret sanan Üznile gibiydik.
15 Kasım 1979 da ise İstanbul için kara gün…. 150 bin gros tonluk ham petrol yüklü, Rumen tankeri Indıpendenta ile Yunan tanker, Evriali kosteri sabaha karşı saat 05.20 de Haydarpaşa açıklarında çarpıştı. Cephesi Marmara’ya bakan evlerin camları aynı anda kırıldı. Ne büyük bir sarsıntı ve sesti. Istanbul özellikle Kadıköy yakası yataklarından ok gibi fırlamıştı. Gökyüzü alev alev, kıpkızıldı… yangın üç hafta sürdü. Nihayet üç haftanın sonunda kuvvetli bir lodos çıktı da öyle söndü. Ama o geminin enkazı senelerce Haydarpaşa açıklarında öye kaldı.
1980 lere gelindiğindiyse ülke cehennem gibiydi adeta. Hergün insanlar öldürülüyordu. Kahvehaneler taranıyordu. Otobüslerde seyahat ederken, jandarma durdurup kimlik soguluyordu. Sanki herkes suçluydu, insanların gözüne korku hakimdi. Insanlar birbirinden korkar olmuştu. Kimsenin kimseye güveni kalmamış, akşam olduğunda evlerine kapanıyorlardı.
Her şey tatsızlaşmıştı.
Ve 12 Eylül 1980
Her şeyi yıktı geçti. Her şeyi…
Sonrasında karanlık bir boşluk.
Şimdi yargılanıyor 12 Eylül, yargılanıyor ama çoğu insanın hayatını mahvetti kızım.
Artık daha fazla anlatamayacğım. Bundan sonra olanları sende biliyorsun…

20 Mart 2012 Salı

Bu arabada!...


Artık dışarı çıkarken genellikle fotoğraf makinasını alıyorum. Hayatın ritmi sokakta attığı için, bazen çok güzel kareler çıkabiliyor.
Geçen günde evden çıkmış, yürüyordum ki; tozlanmış, biraz da lastikleri inmiş bu arabayı, arabanın arkasındaki yazıyı gördüm. ''Bu arabada dünyanın en pahalı benzini kullanılmaktadır.'' 
Evet hepimiz için geçerli bu. Çünkü dünyanın en pahalı benzinini kullanan ikinci ülkeyiz. Birincisi Norveç, üçüncüsü de İtalya'ymış.
Trafiğe ve araç bolluğuna baktığımda, mübarek biz de benzin gani gani de, hani neredeyse Arap ülkesinde yaşıyoruz; benzin bol, çifter çifter al arabaları, yolları işgal et.  
İki yabancı insanın sohbete başlarken, 1-nerede oturuyorsunuz? (Sanki google earth mübarek insan) 2- Araban var mı? Varsa ne marka? modelini kaç? sorularıyla başlanıyor şimdiki zamanlarda. Yaa bu insanlar daha önce mal olmadığı için meğerse mütevazı görünürlermiş. Kırk yıl önce tanıdığın mütevazı Sabiranım Teyze gitmiş, yerine teknoloji uyumlu Sabiranım Teyze gelmiş, senin sabrını zorlayıp duruyor.
Durun bu sosyal değişimi bırakıp gelelim hava ve yol durumuna: şimdi reklamlarda sizde izlerken görüyorsunuz ki, ikide bir, araba reklamı. Kredi al, araba al. Durmadan zorluyor.Bi kere yeni araba demek devlete gelir kapısı demek. Trafik sigortası, yıllık taşıt vergisi, otoyollara ve köprüye verdiğimiz para, benzinin içindeki şahane katmerli vergiler, devletin de gayet işine geliyor. 
Vergi vermeyen o kadar meslek varken, her haneye çift araba sattırılarak, daya dolaylı vergiyi. Ohh ne ala memleket.
Emlakçı, kuyumcu, müteahhit, özel doktor ve şimdi aklıma gelmeyen  bi yığın iş yeri sahibi vergi ödemiyor. Çok az. 
Olsun dert mi yav! ''Yolların ustasıyım, röflenin hastasıyım,'' de savur saçlarını, paralarını.
Araba gelişmişliğin göstergesi değil cancağzım; bi şehirde ne kadar toplu taşım araçları bol ve rahatsa, gelişmişlik düzeyi de o oranda ileridedir. Ama biz de millet araba ile tıkanmış trafikte mutlu mesut saatler geçirmesini sever. 
Amann desinler desinler, onun arabası var güzel mi güzelll desinler.  Biz biliriz birbirimizi, kredi öderken helak olurken, arabanın vitesiyle, zırtıyla pırtıyla hava atmasını da çok severiz.
Yok aslında birbirimizden farkımız, hepimiz Osmanlı bankasıyız...
Tabii herkes de bu anlayışta değil. 
Biraz öne Ntv ana haberde gördüm, benzicide vatandaşlarla röportaj yapıyorlar. Adam ''vereverevereverevere'' diyor, kafayı sıyırmış, benzinin sürekli artışından. 
İki gün kontak kapatsak, işe toplu taşımla gidebilenler, araçlarını kullanmasalar n'olur? Hepimiz kızıyoruz ama bi tık dediğimiz yok. 
Beş lira bu yaa. Beş! Az buz değil. Tüketmeyin, bi kontak kapatın, hava atmaktan da vazgeçin, hayatınızı ipotek altında geçiriyorsunuz.
Hayat geçiyor gidiyor borç öderken, metal yığını için. 

Neymiş mutlu olcakmış. Poffff!

17 Mart 2012 Cumartesi

Bir Zamanlar Anadolu'da



Bu sene izlediğim ve izlemediğim filmler de dahil olmak üzere Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi ‘’Bir Zamanlar Anadolu’da’’ en güzel film olacak. İşte bu kadar da büyük konuşuyorum. O kadar güzel bi filmdi ki, inanıyorum, Türk sinema tarihinde önemli ve ayrı bi yeri olacak bu filmin.
Bi kere filmde bazılarının bilir bilmez salladığı üzere boşa geçen bi sahne ya da süre uzatımı yok. Zaten Nuri Bilge Ceylan’da ‘’yaşamın aslında sıkıcı olduğunu, bu sıkıcılığı anlatabilmek için, bu sıkıntıyı özellikle yansıtmak istediğini söylemiş. Çok da başarılı olmuş.
İsmini zikretmek dahi istemediğim her şeyi bilen, her taşın altından çıkan adamlar, adama söylemedik lafı bırakmaz. Yok elmanın yuvarlanışını on dakika seyretmek zorunda mıymış falan… sen bunun neden olduğunu anlamıyorsan, bu film kötü değildir. Tam tersine senin her şeyi bildiğini sanman gibi, film eleştirmenliğine kalkman da, her zamanki saçma ahkam kesmelerindir.
Eğer sen gişe filmlerinden hoşlanıyorsan, tabii bu film sana sıkıcı ve anlaşılmaz gelebilir. Ama özellikle bu yavaşlık verilmiş. Bürokrasinin ağırlığı ve çıkmaz sokaklara girmesi, insanların çaresizliği, Anadolu’nun yalnızlığını o kadar güzel anlatmış ki Ceylan; izlemeye doyamıyorsun. Film bittikten sonra, öylece kalıyorsunuz yerinizde.
Tabii oyuncuların da hakkını yemek istemem. Gündelik hayattan, üçüncü sayfa haberlerinin birer yüzü gibiydi hepsi.
Türkiye’de bazı kesim hakkını yemeye çalışsa da, Ceylan ödülleri birer birer topluyor.
Şu günlerde vizyona girdiği İngiltere’de film eleştirmenlerinden de tam not almış. The Guardian’dan Peter Bradshaw, beş yıldız verdiği ve şahaser olarak nitelediği film için ‘’uzun ve zor bir film. Kesinlikle herkesin izleyebilceği ve beğeneceği bir film değil, demiş. Hiç bir şey olmayıp gibi görünüp aslında çok şeyin olduğu filmin uzun ve merak uyandıran sahnelerin Anton Çehov hatta geç dönem Tolstoy eserlerini anımsattığı yazmış.Ki filmde Çehov hikayelerinden esinlendiğini belirtiliyor.
Ben Nuri Bilge’nin filmlerinin her zaman takipçisiyim. Ve bu ülkede böyle bi yönetmen olduğu için gurur duyuyorum.
Lütfen kimse ehü de behü de yapmasın.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...