21 Mart 2012 Çarşamba

1970 li yıllar...



Bizim apartmanda yaşayan Cavidan Teyze var. Severiz kendisini. Dün gece canı sıkılmış bize geldi. Ve konu konuyu açtı ve birden kendimizi 70 li yıllarda bulduk. Daha doğrusu Cavidan Teyze anlattı, biz dinledik. Doğrusu o kadar yokluğa rağmen, o kadar naïf ve güzelmiş ki, Cavidan Teyze o dönemde yaşadığı için kıskanmadım değil.
Cavidan Teyze’nin dediğine gore, müzik, sinema, aşk, özgürlük gibi olguların en iyi işlendiği yıllarmış. O üretkenlik, sadelik, gerçek duygular bird aha yaşanmayacak maalesef, dedi gözleri boşluğa takılarak.
Ben onu harekete geçirmek için, başka neler oldu Cavidan Teyze, anlatsana çok merak ediyorum, dedim.
Oooo neler olmadı ki? bir kere 70 lerin ilk yarısı çok güzeldi. Memleket yokluk içindeydi ama biz küçük şeylerle mutlu olduğumuz gibi, aynı küçük şeylerle de mutsuz olabiliyorduk. Murat 124 lere, Anadol arabalara doluşup, arkadaşlarla beraber, boğaza denize girmeye gidiyorduk. Boğazda denizde yüzmenin tadını bilemezsin, her babayiğidin harcı da değildir, akıntı çok…
Sonra arkadaşlarımızla evlerde toplanıp, Beatles, Jethro Tull, Rick Wakeman, Boney M, Abba, Pink Floyd, Jim Morrison, yerlillerden Ajda Pekkan, Tanju Okan, Barış Manço, Erol Evgin, Ali Rıza Binboğa, Alpay, İlhan İrem, Ömür Göksel, Semiha Yankı, Modern Folk Üçlüsünü dinlerdik. Hepsinin de şarkıları öyle güzeldi ki… Sonra Hey Dergisi vardı. Her ay alır, liste başı şarkıları işaretler, kaste doldurturduk. Hey Allahım bakar mısın, şimdi internetten müz,k, film indirdiğinizi gördükçe nereden nereye geldik, diyorum. Ben ‘’Aaaa kaset doldurmak mı, ne enteresan’’ dedim. ‘’Oooo şimdi ile kıyaslandığında, daha ne enteresanlıklar var, dur bak anlatayım’’ dedi.
Gün boyu radyo açık olurdu. –Arkası yarın- Bir roman, bir hikaye, yurttan sesler korosu, hava tahminleri tutmayan hava raporları vardı. Hatırlıyorum da, Apollo 11 den, Neil Armstrong’un aya inişini radyodan ne kadar heyecanla dinlemiştik. Sonra televizyonlar… mahallede ilk televizyonu biz almıştık. Her akşam komşular, bütün mahalle bize gelir, ‘’telesafirlik’’ yaparlardı. Hiç unutmam çatlak bir komşumuz vardı, parmaklarını dürbün gibi yapıp, gözüne yerleştirir, ‘’böyle seyredin, çok net çıkıyor’’ derdi. Hep birlikte gülerdik. Işte bizim gülümsememizi sağlayan, böyle küçük şeylerdi. Aaa dur bak TRT de her şey denetime tabiydi. Yılbaşında dansöz çıkıp çıkmaması büyük olay olur, günlerce dansöz çıkacak mı, çıkmayacak mı, konuşulur durulurdu. En sonunda Nesrin Topkapı şahane bir şekilde dans eder, yeni yıla öyle girerdik.
Bir de televizyonda sık sık bant kopar, bant olana kadar ‘’Necefli Maşrapa’’ resmi konurdu, ya da bir manzara resmi. Biz İstiklal Marşına kadar televiyonu açık tutar, -televiyonunuzu kapatmayınız- yazısına kadar da kapatmazdık. Şimdi düşününce Allahım ne akıl? diyorum. Fecri Abcioğlu, Sezen Cumhur Önal, İzzet Öz program yaparlardı. Kaynanalar, Kaçak Kimble, Tatlı Cadı… Levent Kırca –oyun treni- ile çocuk program yapardı. Sonra Heidi vardı. Adile Naşit, Münir Özkul, Ayşen Gruda’lı filmler izlerdik. Sonra sonra Beyaz Gölge, Küçük Ev, Dallas, Zengin ve Yoksul, Kökler, Şahin Tepesi gibi diziler geldi. Pazar sabahları kahvaltıdan sonra kovboy filmleri izlerdik, macerayı ve doğa sevgisini ise Kaptan Cousteau belgeselleri seyrederek gidermeye çalışıyorduk.
Biliyor musun ben o yıllar, Tommiks, Teksas, Kaptan Swing, Zagor çok okurdum. Çok hoşuma giderdi. Bir de cep fotoromanlar vardı. Italyanlar tarafından yayınlanıp, Türkçeye çevrilmiş pembe dizi romanları. ‘’Heyyy be ne yıllardı, gece gece beni nerlere götürdün kızım.’’
‘’Aaaa n’olur devam et, Cavidan Teyze, ‘’Merak etme artık başladık, hiç burada kesilir mi? Tabii devam edicem. ’’
Biliyor musun o yıllarda sık sık elektrikler kesilirdi. Piknik tüpleri üzerine lüks lambaları ilave edip, elektrikler gelene kadar öyle otururduk.
Sokaklarda Silivri yoğurdu, balıkçı, sütçüler megafonsuz satış yaparlardı. Rum, Ermeni nüfusu çok daha fazlaydı ve insanlar birbiri ile komşuluk yapmaktan hoşnuttu.
Sonra bütün mahalle toplanır, komşularla Maksim Gazinosuna gündüz matinesine gider, Erkut Taçkın’dan rock müzik dinlerdik. Tabii rock müzik dinlemeye annelerimiz gelmezlerdi. Onlar Zeki Müren dinlemeye giderlerdi.
Aaa Cavidan Teyze, kimbilir ne şık giyiniyordun o yıllarda, bugünkü şık haline baktığımızda… Cavidan Teyze gülümsyerek ‘’evet şık giyiniyordum. Konfeksiyon şimdiki gibi gelişmiş değildi. Kumaş mağazalarından kumaş alıp, mahallemizdeki terziye diktirirdim. Aman ne mini etekler giydim, uzun çizmelerle birlikte. Hiç kimse de yan gözle bakmazdı. Resmen bir karıştı. Yazın sırt dekoltesi olan bluzlar, İspanyol paçalar, apartman topuklar çok modaydı. Kaşlarımızı yola yola bir sıra bırakmıştık. Hepimiz Mona Lisa olmuştuk adeta. Saçlarımıza şekil verdikten sonra, Tekel birası ile yatıştırırdık. Nerde şimdiki gibi jöle, köpük v.s. şımşıkırdak giyinince de, Beyoğlu İstiklâl’e ya da Bağdat Caddesine çıkardık. İstiklâl trafiğe açıktı o zamanlar tabii. ‘’Aşk Hikâyesi’’ filmi 70 lerin ilk yarısında ortalığı kasıp kavurmuştu. Ben de saçlarımı etkilenip, öyle uzatmıştım. İnsan gençlikte ne kadar etkileniyor?’’
Erkeklerde saçlarını uzatırlardı, geniş favorileri vardı. Onlarda İspanyol paça pantolon, geniş kravat takarlardı. Kravatları nedense kısa ve güdük olurdu. Hıh neden olacak, moda işte! ceketlerinin yakası ise tarla kadar genişti. Onlarda siyasal fikirlerine gore, bıyık bırakıp, haki yeşil parka ya da kahverengi süet kabanlar giymeye başladılar. Insanlar karşıdan birbirini gördüğünde, hangi görüşe sahip anlıyordu.
Biliyor musun bir paket yabancı sigara bulundurmanın suç olduğu yıllarda, ortalık tombalacı kaynıyordu. Ellerinde uzun siyah torbalar, Kent var, Marlboro var diye bağırıp sigara satıyorlardı. Belki de yabancı sigara umudu satıyorlardı.
‘’Cavidan Teyze ben o yıllarda, en çok kültür sanat olaylarını merak ediyorum.’’
Edebiyatta en çok Sevgi Soysal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt okuyorduk. Tutunamayanlar yeni basılmıştı. Roman ağızdan ağıza yayılmış, hepimiz edinmiştik. Müthişti. Türk Edebiyatında yeni bir çığır açmıştı Oğuz Atay.
1974 Kıbrıs çıkarması… ne heyecanlı günlerdi. O yaz, karartma geceleri yaşamıştık. Karbon kağıdıyla, ışığı azaltılmış ampul ışığında kitap okuyup, Ayten Alpman dinliyorduk. Ben stresten habire şokella yiyordum, iyi geliyordu. Ecevit mavisi, erkekler arasında moda olmuştu.
Derken derken, üniversitelerde boykotlar başladı. Öğrenciler okul kapalı olmasından dolayı üniversiteye gidemiyorlardı. Sık sık olaylar çıkıyordu. 70 lerin ikinci yarısına gelinmişti artık. Memleket gün geçtikçe daha karanlık günlere gebeydi. 1 Mayıs 1977 kanlı geçti. Bugün bunu sanırım herkes biliyor; 28 kişi boğulma ya da ezilme yüzünden, 5 kişi vurulma, 1 kişi de panzer altında yaşamını yitirdi. 130 kişi de yaralandı. Ben çok istememe rağmen gidememiştim. Maalesef bir kadın arkadaşım da, yaralananlar arasındaydı. Sol bacağının derisi tamamıyla yüzüldü v eve kulağı koptu. Her şey korkunçtu.
1979 yılı ise Türkiye açısından en kötü yıldı. Araba vapurları mazot yokluğundan çalışamıyor, Yeşilköy Havaalanına ampul yetersizliğinden, pilotlar kör iniş yapıyordu. Yokluk ülkesi olmuştuk; benzin kuyrukları, tüp, sanayağ, şeker, soğan… her şey kuyruk. Siyasal cinayetlerle birlikte, göç ve sonucunda gecekondulaşmada hızlandı. Kendi ülkemizden başka bir ülkede ne oluyor bilmiyorduk. Ben o dönemi Sezen Aksu’nun Ünzile şarkı sözlerine benzetirim. Köyünden hiç çıkmamış, dünyayı kendi köyünden ibaret sanan Üznile gibiydik.
15 Kasım 1979 da ise İstanbul için kara gün…. 150 bin gros tonluk ham petrol yüklü, Rumen tankeri Indıpendenta ile Yunan tanker, Evriali kosteri sabaha karşı saat 05.20 de Haydarpaşa açıklarında çarpıştı. Cephesi Marmara’ya bakan evlerin camları aynı anda kırıldı. Ne büyük bir sarsıntı ve sesti. Istanbul özellikle Kadıköy yakası yataklarından ok gibi fırlamıştı. Gökyüzü alev alev, kıpkızıldı… yangın üç hafta sürdü. Nihayet üç haftanın sonunda kuvvetli bir lodos çıktı da öyle söndü. Ama o geminin enkazı senelerce Haydarpaşa açıklarında öye kaldı.
1980 lere gelindiğindiyse ülke cehennem gibiydi adeta. Hergün insanlar öldürülüyordu. Kahvehaneler taranıyordu. Otobüslerde seyahat ederken, jandarma durdurup kimlik soguluyordu. Sanki herkes suçluydu, insanların gözüne korku hakimdi. Insanlar birbirinden korkar olmuştu. Kimsenin kimseye güveni kalmamış, akşam olduğunda evlerine kapanıyorlardı.
Her şey tatsızlaşmıştı.
Ve 12 Eylül 1980
Her şeyi yıktı geçti. Her şeyi…
Sonrasında karanlık bir boşluk.
Şimdi yargılanıyor 12 Eylül, yargılanıyor ama çoğu insanın hayatını mahvetti kızım.
Artık daha fazla anlatamayacğım. Bundan sonra olanları sende biliyorsun…

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...