28 Ağustos 2013 Çarşamba

Martı ve Balıkçı


Balıkçı Varbet'i nasıl bilirsiniz? Adam ölmüş gibi sordum ama öyle sorduğuma bakmayın siz. Aslında kırk yıllık hikaye. Ama adı üstünde hikaye. Gel gör ki, Sait Faik yazdıysa tabii ki yaşamıştır Varbet, yaşamaz mı? Hoş hâlâ da yaşıyor ya.

Topal martısı vardı hani. Hah işte o, hatırladınız değil mi? Sait Faik denince Topal Martı hikayesi hatırlanmaz mı hiç? Suskun balıkçı Varbet. Sait Faik'e denizde korktuğu belki de panik atak geçirdiği için, posta koyan balıkçı. Topal martıyla dostluk kuran, konuşan, öldüğünde siyah kurdela takan, ağlayan, insan Varbet.

Bakın yazı için Topal Martı hikayesini yeniden açtım, açtım da şu paragrafı şuraya bi yazayım dedim.

Balık sükûndan hoşlanır. Kendisi gibi ağzı var dili yok insandan haz eder.
Benim yine başım dönüyor. Bir daha mı balığa çıkmak? Bu ne kocaman, sağır, derin ses, denizin sesi. İnsan bu küçük sandalın içinde ne ufak. Ah kara. Orada sesler, insanlar, gürültü var. Ağaçlar var. Rüzgârlar var. Ayağının altında kaskatı topraktan açıklara bakmak tatlı şey. Ama bu kocaman bir ağzın nefes alışına benzeyen sağır sesleri denizin ortasında, bir sandalın içinde, bir topal martı yan gözle sizi dikizlerken dinlemek insana bir korku, bir ürperme veriyor. Ah bir dönsek! Karaya bir ayağımı bassam kurbanlar keseceğim. Kurban mı? Kurban ne korkunç, ne barbar şey Allahım! Nasıl da hayvanları çoluk çocuğun, kadınların, kızların önünde boğazlarlar. Ne iptidai âdet!

Nereden geldi aklıma bu Topal Martı durup dururken. Durduk yerde olur mu hiç? Aslında ben içinde başka bi kuş olan yazı yazmayı düşünüyordum. İnsanların bi kağıdı sevimli kılmak için allayıp pullayıp kondurduğu kuş. Neyse yazarım, belki yarın, belki yarından da yakın... (Milli Piyango) Milli Kumar için kuşu avlamışlar, sevimli kılmak için reklam yapıyorlar, kuş vasıtasıyla... insankuşları avlıyorlar!

Dün gece oturmuş haberleri izliyorum. Rize'de balığa çıkan bi tekne, baya yüklü dönmüş seferden. Yirmi ton hamsi. Hamsi falan iyi de, motor bozulmuş, sanırım ağlar motora takılmış ve sonucunda yan yatmış. Bütün tutulan hamsiler, tekrardan denizde.
Balıkçıların aramadığı yer kalmamış ekmek teknelerini kurtarmak için. Burası Türkiye, beklemek bizim işimiz abiler. Yardım bir sene sonra gelir.

Nasıl sinirler gerilmiş, tutulan hamsilerin gittiğine mi yanarsın, teknenin yan yatmış olmasına mı, yoksa yorgun argın uykusuz gelmeyen yardım ekiplerini beklemeye mi?

Martılar gelmiş ama, hava soğuk, sonuçta herkes ekmek derdinde.
Balıkçılar bi görmüş ki bi martı kanat çırpıp duruyor denizin üstünde. Onun da kanatları misinaya takılmış.

Mübarek misina da İskender'in düğümü gibi düğümlemiş herkesin kolunu kanadını o gece.

Sonra o sinir bozukluğu içinde olan balıkçılardan biri, hava soğuk falan diye aldırmadan, girmiş denize beline kadar, martıyı kurtarıyor.

İnsansın sen balıkçı, insan.
Bi de ne diyor biliyor musunuz “ ne olacak ki, onun da canı var, o da yaşasın.” Dedim ki bu martılarla balıkçıların arkadaşlığı, arkadaşlıktan geçmiş dostluğa varmış. Ee ortak kaderleri deniz. Denizin halini onlardan başka kim bilir ki? Fırtınası, yağmuru, karında... birbirlerine yarenlik ediyorlar.

Sait Faik boşuna adada yaşamamış, boşuna kendisine balıkçıları arkadaş etmemiş. Hakikatlı insanlarmış.

Var mı Allah aşkına böyle insanlar hâlâ dedim. Var, arkadaş var.
O zaman umudumuz da var insandan yana.
Ya kamu kurumundan yana?
Onu karıştırmasaydım keşke şimdi!
Neyse oldu bi kere!


Kış / 2013

4 Ağustos 2013 Pazar

Marmaris Turunç


Sabahleyin, otobüs garajındaki çay salonunda çay içerken, uykulu uykulu karşıdaki dükkanın “mucize kuyumcusu” olduğunu gördüm. İsmi çok hoşuma gitti.  Gelgelelim, otobüs garajında kuyumcunun ne işi olur ki diye düşünmedim değil. Yerli film tadında bir aşk hikayesi ile alyans alanlar için mi açılmış, yoksa memlekete giderken nakde sıkışıp, mevcut altın bileziği v.s bozdurup, acil paraya çevirenler için mi? Yoksa cep telefonundan piyasayı takip eden biri parasını altına mı yatırır? Neyse dükkanın ismi hoşuma gitti. Sanki roman ismi gibi.
Ben bunları düşünür bir yandan da çayımızı içerken otobüsün kalkış saati gelmişti bile. Nesli bileti aldıktan sonra otobüs iki katlı galiba demişti. Hadi yaaa, diye şaşırdım ama sonra aklımdan uçup gitmiş. Meğer otobüs kalkış saatine göre otobüs planı 2+1 miş. En sevdiğim yer olan şöförün koltuğunun arka yanı da olunca değmeyin keyfimize.

Meğer tatilin çok güzel geçeceği otobüsün rahat servis olmasından belliymiş.
Yol Aydın’a kadar otoyol, Aydın’dan sonra da biraz,  bereketli araziler, düz ovalar ve sıkıcı kavak ağaçlarıyla devam etti. Yol yol yol. En sevdiğim şey.  Evet otoyol biraz sıksa da, yine de güzeldi yol. Hele ki Muğla il sınırları içine girince. İşte şurada kovboy kayalıkları. Doğanın yarattığı peri bacamsı güzel oluşumlar.

Sonra Gökova. Bayılırım buraya. İsmini her kim yakıştırmışsa çok uygun yakıştırmış. Resmen gök ovaya inmiş. Virajlı yoldan manzara izleyerek indikten sonra artık eski yolda kalmış meşhur ağaçlıklı yol. Kilometrelerce uzanıyor.
Bu bölge için artık sadece iki renk hakim. Mavi ve yeşil. Tabii mavinin ve yeşilin binlerce tonu olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
Nerdeyse  bir nefeste geliyoruz Marmaris’e.  Marmaris’in garajı bile orman içinde. Otobüsten inince mis gibi yeşilliğin kokularını içine çekiyorsunuz. Yok böyle bir şey!

Biz Turunç’a gideceğiz. Gittik. Turunç Marmaris’e yarım saat uzaklıkta. Ve yolu çok güzel. Kıvrıla kıvrıla dağlara çıkıyoruz. Ama ne dağlara çıkmak. İnsana uçaktaymış hissi uyandırıyor. Böyle güzel manzara, doğa gördüğümde ağzımın genişliyor farkında olmadan. J  Ağustos böceklerinin sesleri var ve falan ve filan…

Birden her şeyden uzaklaşıyorum. Ne gündem aklımda ne de sinir stress. Rezervasyon yaptırdığımız oteli buluyoruz.
Aha! Bu internette daha büyük görünmüyor muydu? Evet aslına bakarsanız büyük ama çam ormanı içindeymiş gibi görünüyordu. Evet, arkasında çamlar var, ama böyle değildi. Emlak fotoğrafçılığı denen şey burada da devreye girmiş.
Odamız da aynen emlak fotoğrafçılığı sayesinde daha farklı görünüyordu.  Eksik bir şeyler var anlatabiliyor muyum? Çok kötü de değil, ancak netteki gibi de değil.
Bunu kafaya takacak değiliz. Hemen yerleşip kendimizi otelin önündeki denize atıyoruz. Deniz nefis. Cam gibi. Isısı da öyle. Çeşme Altınkum’dan sonra ise resmen kaplıca suyu gibi geldi desem yeridir. Bu sene Çeşme Altınkum’da denize girdiğimde hiç abartısız kulaklarıma bıçaklar saplanmıştı. Ayaklarımın altı buzzzzz gibi olmuştu. Çıktığımda dudaklarım beyazlamıştı. Neyse Çeşme’yi şimdi aradan çıkarıyorum müsaadenizle.
Gece yemeğimizi otelde yedikten sonra yürüyüşe çıktık.
Sahili çok güzel, uzun. Yalnız en uçta genelde İtalyan turistlere hitab eden bir otel sahile güvenlik koymuş, her geçene “pardon otelde mi kalıyorsunuz?” sorusu soruyor. Ne demek ya, bunlar denizi otele dahil ettikleri yetmiyormuş gibi bir de sahili de parselleme hakkını, yaklaşık bin tl verdikleri bir görevli sayesinde,  millete yasak etmeye çalışıyorlar. “sahilde yürümek yasak mı?” diye soruya soruyla cevap verdim. Tabii ki “gulp, hayır” diye cevap verdi. Adama gıcık olmuyorum, o da sonuçta verilen emir yerine getirmek zorunda. İş bulmuş ve onu yapıyor. İşte hep böyle oluyor, bunu yapan sahipleri olacak heriflere bir şey diyemiyoruz da, iki kuruş için bu işi yapana çemkirip duruyoruz.
İkinci güne gelelim mi? ilk geceden bir tekne gezisi ayarlamıştık ama saat sabah 10.da kalktığından ve biz de yol yorgunu yerimizi  yadırgadığımızdan, hemen uyuyamadık falan erken uyandığımız halde yorgun ve isteksizlik mazeretiyle gitmedik.
Kumlubük’e gitmeye karar verdik.


Yolda giderken hep kıvrımlı dağların tepesine çıkıyorsunuz. İlk indiğinizde Kumlubük size biraz hayal kırıklığına uğratır gibi oluyorsa da, plaja girdiğinizde, sanki 70 lerde ya da 80 lerin ilk yarısındaymış hissini duyuyorsunuz. Deniz inanılmaz temiz. Yudum yudum içmek istiyor insan. Plaj çok tenha. Arkada kafeterya vardı ama günümüzde olduğu gibi hemen şemsiye parası diye kimse anında tebelleş olmadı. Hatta hiç gelmedi. Yiyip içmek sizin paşa gönnlünüze kalmış.


Dağlara dönüp yüzmeye başladığınızda hani biraz once 70ler 80 ler plajı demiştim ya, yok yanılmışım. Kendinizi zaman tüneline girmiş antik dönemde bir kadın gibi hissediyorsunuz. Of of offff, ne güzeldi.
Yavaş yavaş tur tekneleri geldi. Evah bunlar car car kafa şişirecek derken, gelenlerin çoğunun turist olduğunu gördük. Evet Türk insanı gibi değiller, kafa şişirmiyorlar, çocuklarını bizim son dönemde yetiştirilen şımarık her şeye ağlayan zırlayan çocukları gibi yetiştirmiyorlar. O yüzden bu kalabalık bizi bozmadı. Zaten yarım saat sonra gidiyorlardı. Benim gibi insanları çaktırmadan izlemekten hoşlanan bir insan için bayağı, iyi geldiğini söyleyebilirim.
Gece tekne işini ayarladık nihayet. Bu daha önceki gün ayarladığımzdan daha büyüktü ve rotası daha batıya doğruydu. Önceki gün Marmaris içine doğru rotayı çeviriyordu. Her şeyde hayır varmış.
Tekneye yerleştik. Ohhh yaşasın çoğu turistti. Neden turist turist diyorum. Adamlar rahat ve kasmıyor. İnsanlara karşı saygılı davranıyor. Çocukları şımarık değil.

Ama keçinin istemediği ot burnunda bitermiş hesabı, masada yanımıza çok aşırı sevimsiz bir “günaydın” demeden yanımıza oturan bir kadın ve üç kızı geldi. Kendimizi zaten denize ve manzaraya çevirip oturduk. Sonra da yukarıya çıkıp yukardan manzara izledik.


Aman Allahım nasıl yanmışım, gece dışarı çıktığımda iki büklüm yürümeye başladım. Hemen eczaneye koştuk ve bir bepanthol. Canımsın bepanthol, yüzde elli acımı geçirdin. Nesli de evden gelirken bir ağrı kesici almış onu da içince iyice kendime geldim.
Artık Viki’yi özlemeye daha doğrusu endişelenmeye başladım. Modern olmak böyle bir şey herhalde habire endişe, endişe. Neyse habire Viki’nin başına şu gelmişse, bu gelmişse diye hiç olmayacak şeyleri yazıyorum. Ohooo ne senaryolar.
Artık tatil sıkmaya mı başladı ne? Bir de otel odasına sıkışmak beni boğuyor. Sürekli mobil olmak daha hoşuma gidiyor. Artık demir almak zamanı gelmiş yavaştan. Hemen o zaman hızlı tarafından valiz toplanıyor ve yola çıkılıyor. Yol yine inanılmaz güzeldi.
Eve koşarak çıktık nerdeyse, evet Viki de biraz korkmuş, sıkılmış, kapıyı açar açmaz, kafasını uzatıp çok kibar bir şekilde mırnav mırnavvv dedi. Evet bizimki miyavlamıyor. Sonra sevdirme ve nazlanma fasılları.
Evimmmm seni de çok özlemişiz.
Tatil çok güzeldi. Beynimde beni yoran her şey sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Mikroydu fakat etkisi makro oldu.
Sanırım tek özleyeceğim şey bu sıcaklarda o güzel deniz ve orman fotoğraflarına bakıp, yüzmek olacak.




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...