28 Şubat 2012 Salı

İshak Paşa Sarayı


Bakma şimdi böyle bi tarafım yıkılmış virane durduğuma.
Güya yeniden onardılar o güzeller güzeli, göreni büyüleyen çehremi.
18. yüzyıldan 1950’ye. Görenler, görmeyenlere dedi ki; artık romantik bi harabe o.
Oysa başlangıçta böyle miydim? Bugüne de ulaşan, kuzey cephesindeki ahşap konsollarım, olağanüstü heykellerim, altta insan, üstte aslan ve en üstte kartal şeklinde tasarlanmıştı. Dayanamadı insan evladı da efsaneler yazdı heykellerime bakıp: Sarayın uzun süre yaşaması için, uçardan, kaçardan ve insandan kurban gerekmiş. İnşaat başlamadan önce bi kartalın, bi aslanın ve bi çocuğun kanı akıtılmıştı… Doğru mu? Manzaraya bak da, sen cevap ver. Nasıl Kabul edersen!
Müthiş bi manzara içinde masal sarayıydım adeta. İçinde sultanların, paşaların, cariyelerin yaşadığı…
Gel ben sana gerçeğini anlatayım. Devir Osmanlı devri. 18. Yüzyıl. O yüzyılda Beyazıt sancağının beyliği Çıldıroğullarına verilmişti. Ailenin ilk beyi, II. İshak Paşa olarak da bilinen Küçük İshak Paşa’ydı. Söylenti derler ama şöyle bi olay gelişti: II.Selim döneminde bi elçi  misafir edilmişti. Saraydan öyle etkilenmişti ki, sürekli hayranlıkla bakıyordu. Nerden bileyim ben İstanbul’a ulaştığında benim, sultanın sarayı ile yarışacağından bahsedeceğini…  bunun üzerine İshak Paşa görevden alındı.
İster inan ister inanma; gerçekten de Anadolu’da o yüzyılda başka hiç bir yerel bey, bu kadar muhteşem bi saray yaptırmadı. İshak Paşadan, Sicil-i Osmani’de ‘’idaresiz ve ahmak’’ diye söz edilir. Görüyor musun sen, arşivlerde bile devlet dedikoduları yaptılar. Cık cık cık…
Beni İshak Paşa tasarlamıştı ve çalışan ustaların da, Ahıska’dan geldiğini, senin yüzyılındaki araştırmacılar öğrendi. Çok eski tasarım ve süsleme geleneklerine göre inşa edildim. Eski Beyazıt’ın ortasında, Karaburun adında bir kayalığın üzerinde 7600 metrekarelik  bir çapım var. Bünyemde, haremlik, selamlık, cami, türbe, hamam, mutfak, kilerler, zindan, depolar, muhafız koğuşları, ahır gibi bölümlerin yanında bugün fonksiyonunu çözemediğiniz başka birimler de var.
İshak Paşa görevden alındıkta sonra, Sancak beyliği oğlu Mahmud Paşa’ya ve 1806’da onun oğlu Ahmet Paşa’ya verildi. 1820’de başka bi yerel bey olan Behlül Bey bu göreve getirildi.
Terkedilme sürecim 19. Yüzyılda oldu. Ne yapabilirim ki? Hızla hüzünlü bir saraya dönüştüm, üzerimde geçmişimin ağırlığı ve depdebesiyle.  Dedim ya, abuk subuk restarasyonlar yaptılar. Deneme tahtası gibi. Araştırıp etmeden. Kullanılmayan çürür. Çürüdüm ben de için için…
Buna rağmen yine de, bugün bile beni görenler vurulur. Siz beni gençliğimde görecektiniz ki, demiyorum. Biliyorum cami yıkılsa da, mihrap hâlâ yerinde. Her şeyin bi kaderi var, bi yaşam süreci. Benimki de bu kadarmış. Ne ki, başka ellerde olsaydım, durumum böyle olur muydu? Bakımsız, terk edilmiş. Aslıma uygun bakar, korur kollarlardı.
Ne yapalım, ben buralarda herkesten uzak, dinleniyorum. Ne zaman ki taşıma bi ten değdiğinde, bi insan, hayvan sesi duyduğumda mutlu oluyorum.

Hoş Çakal…

22 Şubat 2012 Çarşamba

Dün Kemeraltı'nda


Önce yağmur, ardından soğuk, hem de çok soğuk olunca dışarı çıkma zamanlarımız da kısıtlandı haliyle. Dün güneşi görünce, at kendini Kemeraltı'na dedik, Nesli'yle.Tabii fotoğraf makinasını almak da şarttı. Aslında Kemeraltı'ndan baharat ve örgü yünü dışında alınacak bişey yoktu. Maksat gözler ve gönül renklensin. Şimdi bu Kemeraltı'na giriş sanırım çoğu İzmirliler için Ali Galip ile oluyordur. 1901 yılında kurulmuş. Kolay mı yıllarca aynı mekanın işletmeciliğini yapmak. Hele Türkiye gibi kriz zamanları bol bi ülkede yaşıyorsanız. Biz çoğu zaman onun önünden transit geçiş yapmayız. Yazın karadutlu dondurması, kışın da kendi yaptıkları bademli çukulatası. Nefissss.. 

İşte Kemeraltı'nın geleneksel görüntüsü. Bu kez haftaiçi olmasına rağmen, biraz kalabalıktı.Sanıyorum dışarıya çıkan çoğu kişi evde sıkıntıdan hafakan basmışlardandı. Bizim gibi.

Burda da ünlü markaların çakmalarının satıldığı duvarlar. Daha bunların sarı sarı metalli çakma çantacıları falan var. Bu çakma sanayileşmiş durumda. Biutuful filmini izledikten sonra bu çakma işinin iç yüzünü gördüm. İnsanların nasıl sömürüldüğünü. 


Alışverişin ortasında darbuka, klarnet sesleri gelir Kemeraltı'nda. ben bunlar burda boş bedavaya ne çalıp duruyorlar diye düşünürken, bi gün anladım ki, düğün için alışverişe gelenler, bu müzisyenleri düğün ya da kına gecelerine çağırıyorlar. Yani tanıtım işleri işte. Bi de üç beş te olsa günlük nafaka çıkarıyorlar. Güzel ve değişik oluyor. 

İzmir'in en eski ve en tarihi camisi Hisar camii. henüz içinbe girmedim ama güzel. Tabii İstanbul'daki camilerle elbette kıyaslanmaz. 

Meşhur şifalı Manisa Mesir macununu satanlar bu tür folklorik kıyafetleri giyip öyle satıyorlar. Onun fotoğrafını çektiğimi anladığında poz vermiş. kendisi burda yeni sanıyorum. Çok uzun boylu bir satıcı vardı, epey zamandır o satıyordu. Gene satıyor ama böyle yeni esnafa destek vermek de, iyi olur düşüncesindeyim. Mesir macunu bi ton çeşitli baharattan yapılan bi macun. Gerçekten de gribe falan iyi geliyor. Tadı da çok güzel.




Hisar camiinin yanındaki şadırvanın etrafındaki çiçekçiler. Çok renkli. O kadar çok çiçek çeşidi var ki. ben burayı Eminönü'ndeki çiçek pazarına benzetiyorum. Tabii oranın minyatürü gibi. Biz de balkona çuha çiçekleri aldık. Bugün ektim ve balkona birden bahar gelmiş gibi oldu.


Hisar camiinin önündeki, tesbih, Kuran-ı Kerim, ve dua kitapları satan esnafı. Tesbihlerin renkleri çok güzel.


Kemeraltı'ndan giriş yapıp da, Hisar camiinin yanındaki şadırvanın ordaki kahveye kadar geldiyseniz, bi demli çay içmeden giderseniz, buranın hakkını vermezsizin arkadaşım. Oturduğunuz anda, "vayyy amma yorulmuşuz" der ve torbaları haşır haşır karıştırıp, aldıklarınıza bakmaya, renki ambalajlı mesir macunlarının fotoğrafını da çekersiniz. Şekil 1-aşağıdaki gibi.











İşte bizim Mısır çarşısı'nı andıran Kızlarağası Hanı. Buranın iç avlusu, çayhanesi ve yukarda da kuyumcu tamircileri, antikacılar v.s. var. Burdan da renklere bakarak geçmek, baya gozel çok goozell oluyor.

Tuhafiyecilerde ne ararsanız var. Aramadıklarınız da var bence.


Bak ordan sola dön, döndün mü? Heee işte burda şekerciler var. Sakın burdan bi çocukla geçeyim deme. hemen dalar dükkanlara. benim en sevdiğim şekerlerse üstü susamlı kandil şekerleri. Ama almadım tabii. 


Asıl baharatçımız. Burası da bilmem kaç yılından beri var. Çok yıllık yani. Eskiden döşemeleri geniş geniş tahtadandı. Sonra kendilerini yenilediler. Yenilediler de çok iyi ettiler. Sinir oldum. Bereket baharat çokluğundan dekarasyon çok gözükmüyor. Bin bir çeşit baharat var. Minare tozu arıyorsanız gelin alın. Var-mışşş. Her bi şey var işte. 
Reklamlar bitti. Çok yoruldum artık metroya binip, eve gelmenin zamanıdır. Daha fazla fotoğraf çekemem. 

14 Şubat 2012 Salı

Siz Virginia Woolf'u sakallı gördünüz mü?


Sakalım yok ki sözüm dinlensin: kuşkusuz ki bize ait bu deyimi Virginia Woolf bilmiyordu. Bilseydi bu sözü sakalım yok ki kadın olduğum için sözüm dinlensin diye uyarlayabilirdi en azından. Kendisinin feminist bi yazar olduğunu biliyoruz.
Fakat bilmediğimiz daha doğrusu yeni öğrendiğimiz Virginia Woolf’un sakal taktığı. Ben doğrusu oldukça şaşırdım bu duruma. Çünkü o’nun fotoğraflarındaki hüzünlü ve naïf  yüzüne baktığımda; hayat hikayesi, hayatının sonlandırma biçiminden oldukça depresif bi hayat geçirdiğini biliyordum.
Yüz yıl sonra -7 şubat 1910- ortaya çıkan mektup sayesinde; bu fotoğraftan Bloomsbury Grubu üyesi yazarlar ve ressamlar takma sakallar takıp kaftanlar giyerek kendilerini İngiliz Deniz Kuvvetleri'ne, Etiyopyalı prensler olarak tanıtırlar. Yanlarındaki sivil giyimli iki kişiyi ise Dışişleri Bakanlığı görevlisi olarak  gösterirler. Böylece ekip İngiliz Deniz Kuvvetleri’nin amiral gemisi olarak bilinen HMS Dreadnought’a girmeyi başarır.
Aslında İngiliz Deniz Kuvvetleri’nin bi grup tarafından oyuna getirildiği yıllardan beri efsane gibi anlatılıyormuş ama işin içinde Virginia Woolf’un da bulunduğu bilinmiyormuş.
Etiyopya heyeti, resmi törenle karşılanıyor, şereflerine yemek düzenlenmiş ve hatta Afrika ezgilerinin buunduğu bir de müzik gösterisi yapılmış.
Üstelik gemideki subaylardan birisi Virginia Woolf’un yeğeni olmasına rağmen, o bile takma sakallı Woolf’u tanımamış.
Tanımamış ama mektuba gore bütün bu müzik gözterileri, yemek sırasında gruptakilerin en büyük korkusu, takma sakallarının düşmesinden başka bi şey değilmiş.
Ama korkulan olmamış, ki zamanımıza kadar bu sır gelebilmiş. Ta ki bu mektup sayesinde öğrenmemize kadar…

13 Şubat 2012 Pazartesi

Kayıp Hayaller Kitabı - Hasan Ali Toptaş


Romana daha başlar başlamaz, nerdeyse ilk sayfasından itibaren, dile, kurgusuna ve yazarın hayal kurma yeteneğine hayran kaldım. Dili öyle akıcı ki. Okumuyor adeta anlatıcı Hasan’la beraber kasabanın tek eğlence yeri olan sinemasına girmek için elinizden geleni yapıyorsunuz. Kasabada  diğer insanların da kasaba yaşamının tekdüzeliği ve mutsuzluğunu size her cümle, her satırda içinize işliyor. Karakterlerin hepsi mutsuz. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine, çocuğundan bitki ve hayvanına  kadar.
Ve nedense romandaki karakterler mutsuz olmalarına rağmen ben onları ikiye ayırdım. Hayata karşı kendi içlerinde aktif ve pasif olanlar. Ne ki aktifte pasifde olsalar, bu durum asla mutlu olmaya yetmiyor.
Romanın her satırını, her sayfasını çok beğendim ama gözüme çarpan satırları da yazmadan geçemedim. Diğer satırlar lütfen alınmayın. Belki başka bir okuyucu, başka bir blogda sizden alıntılar yapar. Zaten siz hepiniz bu güzel romanı tamamlıyorsunuz.

Ulaşılan her şeyde ulaşılamayan bir başka şeyin yokluğu vardır ve o, onun kadar noksandır…
Insanların aynı şeye baka baka artık kör olduklarını düşünürüm bazen de ben gökçe gelin, aralarında yaşayıp gittiğimiz halde bizi bir türlü göremediklerini, görseler bile tanıyamadıklarını ya da ikimizi başka birileri zannettiklerini düşünür de hepimiz için üzülürüm. Yazık derim şu insanlığa, ah ne kadar yazık… sokaktaysam bunu derken asama yaslanıp soluklanırım bir sure, uzun uzun kasabaya bakar, hayıflanır, yanı başımdan gelip geçenlere aldırmadan belki de buruk bir yüzle gülümser ve eve geliyorum diye gene döne dolaşa, sizin benzerliğinize gelirim.
Geciken hiç bir şey kendisi değildir zaten.
Insanın en ağır yükü her zamanki gibi kendisi…
Her insanın bir yere ihtiyacı var diyordum kendi kendime ve yer bile yalnızlığı savuşturmak için kör bi asa diyor, derken de, kör asa niyetine kullanılan ya da kullanılabilecek olan ne varsa şu yalan dünyada ve daha neler olacaksa, içinden tek tek saymaya çalışıyordum.
Gerçek mutluluk mutluluktan anladığımız şeyler olmayabilir dedim yürürken de, acaba farkına varmadan bir an için de olsa gerçek mutlululuğu yaşamışlığım vaki midir benim dedim ve harfi harfine dediklerimi işitmişcesine birdenbire yoruleveren asa tıkırtılarımla birlikte, içimdeki bu düşüncülerin içinden geçip ağır ağır ilerledim.
Sonra her hayalin bir sanki bir kardeşi varmış, ya da güzel olan her hayal insanı durup dururken ağır bir borca sokarmış ve işte bu borç da insanın omuzlarından ancak başka bir hayalin ıstırabını yaşamakla kalkarmış gibi bu sefer de, gözlerinin önünden babasının upuzun tabutu geçiyordu. 

7 Şubat 2012 Salı

Malbeyi Necati Bey



Offff, duştan geç çıktım. Uyuya kalmışım. Aysel’de beni uyandırmaya kıyamıyor! Öyle talimat verdim Aysel’e; beni geç uyandır diye. Allahı var, kahvaltı hazırlarken çıtı çıkmaz. Dört başı mamur kahvaltıyı hazırlar.
Neyse sonra anlatacağım, herşeyi. Önce yetişmem lazım. Şu mis kokulu parfümü de sıkayım da. Tamam. Ne kadar yakışıklıyım değil mi? Aynalar çatlayacak valla. Kasabada bi salındım mı? Bugün buranın düşman işgalinden kurtuluş günü. Protokolde baş köşede durmam lazım. Lazım ama protokolde bana hep, kıyı, köşe kalıyor. Kahretsin! Oysa koskoca Ziraat Odası Başkanıyım. Yıllardır başkanım. Kimseye kaptırmam. Zamanında uçsuz bucaksız çiftliğimiz vardı. …vardı da pis köylüler, elimizden aldılar! Aslına bakarsan yaktılar. Gece yarısı, sinsi bir düşman gibi yaklaşarak. Bu pis köylüler beyinlerini yemişler. Açtan korkacaksın. Her şeyi yaparlar. Halüsinasyon görüyorlar vallahi. Neymiş o çiftlik onlarınmış. Kadı olan dedem ellerinden zorla almış. Biz zaten buralı bile değilmişiz. Karadenizliymişiz. Ne işimiz varmış burada. Hırt! Sana mı sorcaz ne işimiz olacağını. İmparatorluğun koskoca kadısı. Hesap mı soruyorsun? Kendi aranızda  anlaşmazlığa düşmüşsünüz de, gelmişsiniz kadı dedemden adalet aramaya. Eee ne demişler adaletin kestiği parmak acımaz. Bu işler böyle!
Ne güzel yıllardı benim çocukluğum, ilk gençliğim. Çiftlikten gelen gelirle süper bir çocukluk geçirdim. Yediğim önümde, yemediğim ardımda. Üniveristeyi tam on beş senede bitirdim. Ama bitirdim. İstesem üç yılda bile bitirirdim. Zeka noksanlığından değil bu, sırf öğrencilik hayatım bitmesin diye. O ne ballı hayattır öyle. Fena mı hem çevrem de genişledi. Her dönemden arkadaşım var şimdi. Millet bir pilav günününe gidiyorsa, ben dört pilav gününe gidiyorum. Hem bizim gudubet kıza da bu çevre sayesinde bir münasip koca da buluruz bakarsın.
Of of off. Şu kravatı da sıktım mı? Tamam! Son bir kez aynaya bak. Çok afillisin oğlum, çok. Ağzına s….  bu pis köylülerin! Yakışıklılık var, para da olsaydı ohoooo ortalığı ayağa kaldırırdım ben.
Aslan burcuyum. Sahnede olmayı severim. Üniversiteyi bitirdim ama bir mesleğim yok. Ne devletde ne de özelde çalışamam. Yıllardır köylüleri çalıştırmaya alışmışım. Esas çiftliği yöneten amcamdı. Ne klas adamdı o öyle! Kamçısı yadigar kaldı. Bu kiralık evin salonuna süs olsun diye asıyoruz. Aysel kabul günü yapıyor. Çocuklar azınca, gözleriyle kırbacı gösteriyormuş. Mum gibi oluyor diyor zibidiler. Hah hah haaaa…
Ben gençliğimde onun köylüler üzerinde şakırdamasını bilirdim.  Tembellik, uyuzluk, muhalefet yapan köylüye amcam basardı bizzat kamçıyı. Bak bi daha yapıyorlar mı?
…. Yaptılar eşşoğlueşekler yaptılar. Durdular durdular da, sinsice yaptılar. Yiyeceklerini veriyorduk. Kaldırdıkları ürünün de yüzde birini. Nelerine yetmiyor ki? Fazla bile. Bu köylüler yaşamak, görgü, kültür ne bilirler ki; yetmeyecekmiş. Yesinler yemeklerini, yatsınlar. Sonra da çalışsınlar.
Off off. Protokole koşturmalı. Bu kurtuluş gününde ortalarda bi yerde durabilsem bari. Gene kenara itecek beni savcısı, kaymakamı, emniyet amiri. Ne yapayım, ben çalışamam. Ama sahnede olmak istiyorum. Herkes beni görsün. Aaa Malbeyi çiftliğinin sahibi, eski sahibi gelmiş desinler. Erkekler kıskansın beni, kadınlar iç geçirsin. Ben de sayılmak istiyorum.
Ben istemez miydim güzel, çok güzel bir kadınla evlenmeyi. Bana yakışan cinsinden. Aysel.  Amcamın kızı. Çiftlikde miras bölünmesin diye böyle bir evlilik yoluna gitti bizimkiler. Ben de oyaladım. Yok okulum bitmedi, yok askerdeyim, yok hazır değilim… bekledi ya kadın. Bekledi. Sekiz sene Godot’u bekler gibi bekledi. Oysa ben vardım, biliyordu, eninde sonunda evleneceğini. Evlendik de ne oldu? Hiççç takmıyorum vallahi. İstediğim zaman eve uğruyorum, istemediğim zaman uğramıyorum. Gene de toz kondurmuyor bana. Bazı eşrafın karıları gıcıklığına ‘’sizin bey ne iş yapıyor?’’ diye sorduklarında, ‘’çiftçi, çiftliğimiz var’’ diye cevap veriyormuş, burnunu havaya dikerek. Kadınlar gülüyormuş kendi aralarında. Sinir sahibi oldu bu kadın böyle böyle. Pintidir de baya. Çok az harçlık verdiğim halde evi çekip çeviriyor. Laf aramızda kimseye söylemeyin, gömleklerimi bile o dikiyor. Yaa artık bu beğenmediğim amca kızı Aysel’i, itsem mi, itmesem mi ne ok yiyeceğimi bilemedim. Amannn takma ya oğlum Necati. Kendine bak, kendine! Sadece iki çocuğumun annesi de geç. Belki, bakarsın, çiftliği yeniden ellerinden alabilirim bu pis köylülerin. Dava açtım. Yıllardır sürüyor. Sürsün. Belki, belki olur.
Ben de o köylülere inat, kasabanın Ziraat Odası Başkanı oldum. Ahdım var düşmeyeceğim yakalarından. Nasıl yakarlar lan bizim çiftliğimizi! Bana be anlaşmazlığa düştülerse, düşmeselerdi. Adaletin kestiği parmak acımaz..  acımış ama acımış. Geldiler yaktılar…
Off gene erken gelmeme rağmen itlediler beni köşeye. Hem de protokolün ikinci sırasındayım. Olsun bozma oğlum Necati. Sanki en önde, protokolün en ortasındaymış gibi dur. Gözlerini kıs, ufka doğru bak.. Kimseyi görmüyor, kimseyi muhatap almıyor gibi. Ulaşılmaz ol. Evet ben ulaşılmazım.
Ziktiret yaa! Gene içime sindirmediler yaa! Gene bozuk geçti bu kurtuluş günü. Olsun Necati bozma. Bunun Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan’ı var. Gene gelirim kaparım yeri. Kapacam.
Çiftliği de kapacam. Bizim orası. Zapttetiler, pis köylüler. Var ya şu kamçıyı alıp, gerilip gerilip şaklatasım geliyor.
Olcak oğlum Necati, böyle böyle olcak. Eninde sonunda adalet yerini bulacak. Sen Ziraat Odası Başkanlığı ile devam et. Burunlarından getir bu arada. Çiftliği ele geçirdiğinde bilirsin sen işini!



1 Şubat 2012 Çarşamba

Soğuk hâlâ devam ediyor


Google görsellere soğuk yaz, hangi fotoğrafı beğenirsen dedim. Gördüğünüz gibi yukardaki fotoğrafı beğendim. Her daim İstanbul'un en çok sevdiğim yeri.
Ama hava bugünlerde gerçekten de o kadar soğuk ki, evden dışarı hiç çıkmak istemiyorum. Bereket böyle bi lüksüm var. İstediğim zaman çıkmak ya da çıkmamak gibi.
Bu yazıyı da sırf yazın en bunaltan, en sıcak günlerinde, ''aaaa bugünler ne soğukmuş'' diye okumak için yazıyorum. Bloga hava ve yol durumundan bi not düşmek gibi. 
Gerçekten de bütün dünya donuyor sanki. Denizler, göller donmuş. Evsizler, hayvanlar kısacası dışarda kalanlara üzülüyorum.
Ve gece yastığa başımı koyduğumda durmak bilmeyen o fırtına. Arkadaşım dedi ki ''ne güzel severim o sesi, dinlesene'' Oysa ben fırtına sesinden, camları yaylanmış gibi öne arkaya itelemesinden korkuyorum.
Böyle havalarda yaptığım kitap okumak. Hasan Ali Toptaş'ın ''Kayıp Hayaller Kitabı'nı'' okuyorum. Ne kadar güzel bi teknikle yazmış. Olaydan çok, betimlemeler, hayaller var. Doğrusu onu okuduktan sonra buraya uğrayamadım. Ne müthiş bi anlatım öyle. Sakın yanlış anlaşılmasın, onunla kendimi kıyaslamıyorum tabii. Böyle bi saçmalık olmaz kendi açımdan. Foto Hakikat'a da fotoğraflarını koydum. Hakkını yemek istemem. Gölgesizler romanı filme çekilmişti ama pek ses getirmedi değil mi? Evet ses getirmemesinin nedeni, o'nun romanlarının filme uyarlanmasının çok zor olmasından kaynaklanıyor. Hayaller ve karakterlerin kendi iç dünyalarında kendi kurgularıyla yaşamalarından kaynaklanıyor.
Hasan Ali Toptaş romanlarını okumanın devamı gelecek. Bunu iyi biliyorum.
Bunun yanısıra canım sıkılınca örgümü örüyorum. İyi geliyor. Ördükçe renklerin desenine bakıp duruyorum. 
Yarın semt pazarı var, sevgili dünlük:) Gidicem tabii. Yeşillik kalmış mıdır bu havada? Kimbilir? Ne kadar varsa artık. 
Böyle bi yazı olsun bu da. Kendi hikayemden bi yaprak gibi. Kısa kış günlerinin, bazen anında geçen, bazen de kurşun ağırlığında geçmeyen günlerinden, en çok da soğuk günlerinden bi anı kalsın.
Belki sıcak günlerde açıp okursam, bu sayfadaki fırtına klima etkisi yapar serinletir bizim evi. 
Sahi yaaa, yazın soğuk, kışın sıcak olsa olur mu? :)))
Aynı kapıya çıkar di mi? Gene yaz, gene kış olur. Sadece isim değişikliği olsa da biz aynı şeyi hissederiz. 
Bu kadar hepsi:)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...