24 Kasım 2013 Pazar

Ortaya karışık


19 – 24 kasım tarihleri arasında Fransız Kültür’de kısa film festivali vardı. Ne yazık ki hem kendi işlerim diğer günlerde de, İzmir’de şiddetli yağış nedeniyle sadece 23 kasım yani cumartesi günü gidebildim. Hava çok güzeldi. Hızlı hızlı yürüyerek gittiğimiz Fransız Kültür’ün salonuna girdiğimizde, salon dopdoluydu. En kenarda yer bulduk ve acele tarafından oturduk.
Filmler emek verilmiş ve kafa patlatılmış. Günümüz sistemine, yalnızlığa, kapitalizmin çevre ve hayvan üzerindeki yaptığı olumsuz etkilere gönderme yapan güzel kısa filmler vardı.
Ne var ki, filmleri izleyen çoğu insan, anime filmler olduğundan, filmleri sanırım çizgi film kafasıyla izlediler ve yapılan göndermelere ebleh ebleh gülmeye başladılar. Yahu bütün bunlar dünyada oluyor ve insanın basbayağı canını acıtan meseleler. Ama resmen gülüyorlar.
Böyle bir seyirci grubu var. Sinemaya geliyorum ve gülmeye hazırım. Hadi beni gıdıklasana güleyim. Daha bi hareket gördüğü zaman gülmeye başlıyor. Hayır diyorsun bu insan kısa film festivaline gelmiş, üniversite mezunudur, yok değilse bile kısa filmden hoşlanan, anlayan biri falandır. Yoookkkk, ne gezer? Dakka bir, gol bir açıyor cep telefonunu, ışığı insanın gözünü alıyor. Herif aslında sıkıntıdan patlıyor. Dizini zonk zonki sallayarak bir an önce zamanın geçmesini bekliyor. Çaylar Fransız kültür’den ya! Bedava ya! Adam bedava diye gelmiş, bu saatte Kıbrıs Şehitleri’nde dingil dingil gezeceğine belli bi saate kadar burada takılcak, sonra Kıbrıs Şehitleri’nde dingillik yapmaya gidecek.
Fransız Kültür yönetimi de, mübarek hava soğuk gibi çalıştırmış kaloriferi, o kadar insanın ısısı, salonun havasızlığı bay geldi. Bi de her kısa film sonunda alkışı basmazlar mı? Ben ilk defa sinemada alkış gördüm. Ne bu böyle? Amma da yalaka milletiz böyle. Yıkama yağlama içimize işlemiş. Alkış tiyatroda, konserde, canlı performansta olur. Anlayacağınız çok sinir oldum. Saat 1 den, 2 ye kadarki araya kadar durumumuz resmen bi kısa filmdi.
Yan tarafta çizgilerini gördüğünüz gibi geçtiğimiz hafta Simpsonlara, Woody Allen konuktu. Aman Allahım. Bayılıyorum bu Woody abi’ye.  Resmen kendisiyle dalga geçiyor, Bart ve kız arkadaşı Woody’nin filminde uyuyor, o da yanlarında oturmuş “aaa bunlar da uyudu” falan gibi diyor. Adam zaten dalga geçmeye once kendisiyle başlamış. Bütün filmleri çok güzel. Simpsonzadelere kim gelse, hepsiyle dalga geçiyorlar. Dalga geçilen insanlar da seslendirmeye bayıla bayıla gidiyor.
Peki bizden bir sanatçı bunu yapar mı çok merak ediyorum. Recep İvedik karakterini beğenirsiniz beğenmezsiniz. Türkiye’de karşılığı olmasa bu kadar tutar mıydı? Kompleksliyim, agresifim, saldırganım. Valla bu kompleksli olma durumu çok kompleks bi hal. Agresiflik, saldırganlık hep bunun sonucunda tetikleniyor. Bi kendimizle barışık, önce kendisiyle dalga geçebilen insanlar olamadık gitti. Neee, ne dedin sen? Çattt, çattt! Sen benim kim olduğumu biliyo musun lan?
Efenim bugün öğretmenler günü- ymüş. 12 Eylül’ün dayattığı üzere.  Dünyada 5 Ekim’de kutlanan bu gün, bizde bugün kutlanıyor.
Dün Ankara’da öğretmenlere yapılanları insani yönü kuvvetli olan ve vicdanı olan kim kabul edebilir.
Ve fakat bu öğretmenleri her meslekten ayrı yere konmasına tahammül edemiyorum. O kadar kutsal meslek ki, öğretmenlerin kaburga kemikleri kaşınıp yakında kanat çıkarıp uçucaklar. Size bir şey söyliyeyim mi, çoğu öğretmenimi hiç sevmedim. İlkokulda siz parmaklarınızı birleştirilip ucuna cetvel, avucunuzun içine dikey cetvel yemediniz mi? Tek ayak üzerinde durmalar. Hani doğru dürüst bi suç bile işlemediği halde öğrenci. Medrese sistemi gibiymiş mübarek eğitim sistemi.
Daha ilkokulda öğrenciler arası sınıf farkını, babasının mesleği, oturduğu mahalle ve hatta dün gibi hatırımda evinde süpürgelik olup olmadığını sorup, öğrencilerinin sosyoekonomik durumunu anlamaya çalışan, anladıktan sonra ona göre muamele eden öğretmenlerin öğrencisiyiz hepimiz.
Lise yıllarında, psikopatını da, kıskancını da, rüşvet yiyeni de, hepsini gördüm.-k.
Şimdi  bu durumda kimseye kutsiyet falan yükleyemeyeceğim. İlla ki öğretmenlik mesleği mi kutsal. Bir toplum içersinde yaşıyorsanız, bütün meslekler, bütün insanlar birbirine bir şekilde değer ve herkesin diğerine yararı vardır.
Hatırlıyorum da on küsür yıl once belediye ile çöpçüler arasında problem olduğunda, İzmir’in Konak ilçesi bütün apartmanların önünde çöpler birikmiş, herkes kamyonet falan tutarak o kokuşmuş çöpleri para karşılığı attırmıştı. Genelde herkesin en küçümsediği meslek olan çöpçüler hayatımızdan çıktığnda ayvayı yersiniz.
Dediğim gibi bütün meslekler kutsaldır.
Lütfen ama lütfen önce kendimize karşı dürüst olalım.  







22 Kasım 2013 Cuma

İş İşten Geçti




Tesadüfün böylesi...
Bir önceki yazımda özetle insanın kendisinden ve sorumluluklarından kaçamayacağını yazmış, kafkayamektuplar.blogspot Balthus'tan, Depeche Mode'dan Wrong şarkısının bu yazıya uygun olacağına dair yorum almıştım.
Üstte fotoğrafını gördüğünüz Sartre amcanın yazdığı "İş İşten Geçti" romanını okuyup bitirdikten sonra, Teoman'ın "Bazen Ne yaparsan Yap Olmuyor Bazen" şarkısı kulağıma gelmeye başladı. Ne radyo, ne tv, ne de cd çalar açıktı.
Galiba kitaplarla ve yazılarla eşleşen şarkılar var. Eeee insana dair duygular, insan aynı olduğuna göre; yazarlar yazıyor, besteciler tarafından bestelenip söyleniyor, Yoksa bu şarkılar bir çok insan tarafından bu kadar sevilir miydi? İyi ki de varlar.
Ne zamandır kitap tanıtımı yapmamıştım. 
Kitap nasıl başlıyor? Ölümle. İki hain tarafından öldürülen insanlar. Biri milis kuvvetlerinin sekreteri Andre'anın karısı Eve. 
Hasta olan Eve kocası tarafından zehirlenerek öldürülür. Pierre ise örgüt başkanı olduğu, örgütteki bi eleman tarafından.
Öldürülen iki insan birbirleri için yaratılmışlardır. Ama bunun farkına varmaları ölüm sayesinde olur. Yaşarken yan yana gelseler dahi asla birbirlerine bakmazlar. Çünkü ikisi arasındaki sınıf farkı uçurum düzeyindedir.
Begonvilliev.blogspot ise önceki yazıma, insanın sorumluluklarından, kendisinden kaçma isteğinin kısırdöngü olduğunu, gerçekleştirebilene ne mutlu demişti. Doğru ben de ona sanki bu kitabı daha önce okumuş gibi "sanırım ölüm bizim sorumluluklarımızdan, kısırdöngüden kurtulmamızı sağlayacak" meailnden cevap vermiştim.
Farkına varmak için ölmek lazım bazen...
Bu ölüm cismani de olabilir, yaşamda diplemek de olabilir. Ancak o zaman farkına varabilirsiniz.
Ölümden sonraki yaşamda Eve ve Pierre birbiriyle karşılaşırlar daha doğrusu birbiri için yaratılanlara özel 140. madde vardır ve bu haktan yararlanarak yeniden dünyaya gönderilirler. Yasaya göre bu 24 saati beraber olarak geçirdikleri taktirde, artık dünyaya tekrar geri dönmeye hak kazanacaklardır. Ruhların dünyasında her ne kadar beraber olsalar da, birbirlerine dokunamazlar ve daha sonraki zamanlarda hiçliğin ağırlığı altında her şeye boş verecekler, birbirlerinden yine ayrılacaklardır.
Bu arada belirtmem gerekir ki, Eve, Andrea ile gençliğinde kimseyi dinlemeyerek evlenmiştir. En yakınları adamın boktanlığını görüp uyarsalar da, insanın kendisini çok yakından baktığında görememesi gibi, Eve Andrea'ın ne olduğunu göremez.
Bu gençliktir, saflıktır, toyluktur. Bu berbat adamla evli olmak onu sömürmesine izin vermek ve sonucunda bütün bunları anlamak gençliğin, toyluğun ve saflığın bitmesi anlamını da gelmektedir.
Andrea, Eve ölür ölmez -hatta öncesinde- saf baldızına göz koyar ve onunla birlikte olmaya başlar. Bu durumu yaşama geri döndüğünde Eve engellemeye kalksa da, zamanında kendisinin yaptığı gibi kızkardeşi de, Andrea'a kanar, ablasına ihanet ederek hem de.
Ya Pieree. Eve'ın beraber olduğu adamların ikisi de şiddetin içindedir... Biri yasal şiddetin, diğeri yasadışı şiddetin. Şiddetin hayatımızda olmazsa olmaz gibi bi durumu yok. Ama burada olduğu gibi savunma amaçlı -haklı- şiddet, halkı bastırma amacıyla yapılan şiddet var. Hangisi doğrudur?
Ayrıca sosyal sınıf farkının yeniden dünyaya geldiklerinde ne kadar aşılması zor olduğunu, insanların acımasızlığını bir daha, bir daha görürler. Pierre'ın işçi, Eve'ın üst sınıftan olması beraberliklerini çevre dediğimiz baskıcı zalim insanlar tarafından nasıl yargılandıklarını, alay edildiklerini görürüz.
Eve ve Pierre dünyaya geri dönerken, ruhlar aleminden bi adamın ricası olur. Adam öldükten sonra karısı bir başkasıyla beraber olmuştur ve üvey baba kıza eziyet etmektedir. Üvey baba zalimliği, annenin kızına karşı duyarsızlığı... Her zaman bir başkasını yargılamak kolaydır. Eve'de kadını yargıladığında, fakir kadının "ben size üstünüzdeki kürkü kimin satın aldığını soruyor muyum?" sorusu da kimsenin tamamıyle haklı ya da haksız olmadığını gösteriyor.
Sonuç olarak ne demeliyim: Önünüzde sonsuz bir mutluluk olacağını bilseniz de, siz aynı karakterde olduktan sonra, yine dünyaya gelseniz de, -yaşarken de sil baştan yapsanız da- hemen hemen aynı olayları yaşarsınız. Eğer toplumu, aileyi, ve başka insanları umursamayan, sadece kendi mutluluğuna odaklı biriyseniz, hayatınız hep toz pembe olur ve bellki de embesil mutluluğuyla dolu dünyada yaşarsınız.
Sartre amca bu konuyu aşk ilişkisi üzerinden ele alsa da, bunu eğitim, iş, yani genel anlamda yaşama da uyarlıyabilirsiniz. 
Ayrıca bu roman, roman tasvirlerinden çok senaryo tekniğiyle yazılmış, okunası bir kitap olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Mutlu son yok desem, bana kızar mısınız bilmem. Okuyun işte....

16 Kasım 2013 Cumartesi

Bir şeylerin yanlış olduğu açık


Selam barkod insanları… Evet bu yazıyı okuyan ve okumayan herkes barkod insanıdır. İstersen olma.. Sistem seni öyle bir barkod insanı yapar ki…
Boş vakitlerinde gelirine göre çarşı, pazar, AVM, market market dolaşırsın. Hatta dolaşacak gücün ve vaktin yoksa, market AVM sana internet yoluyla ayağına gelir. Seni barkodun kralı, kraliçesi yapar.
Oysa ki, insanın temel ihtiyaçları dışında pek de fazla ihtiyacı yoktur. İhtiyaç sandıklarımız sadece dayatılanlardan ibarettir. Şu sıralar elimde “Henry David Thoreau’nun, Doğal Yaşam ve Başkaldırı” isimli kitabı var. Ben bu kitabı sevdim. Benim gibi doğal yaşamdan hoşlanan insanoğluna kılavuzluk edecek bir kitap.
Kitap insanın doğada, çok fazla bir şeylere gereksinimi olmadan mutlu huzurlu yaşayıp gideceğini anlatıyor. Meraklılarına öneririm.
Hani hep denir ya; insan doğanın bir parçasıdır, diye. Evet öyledir, zaten. Öyle olmasa insan doğaya çıktığında kendisini özgür, yalın, uçucu hissetmezdi.
İnsanın yüreği deli değilim ben, çıkar beni buradan diye bağırarak bulunduğu odadan, binadan, şehirden, ülkeden, her şeyden her şeyi bırakarak kaçma isteği duyar zaman zaman…
Bu kaçma isteğinin bendeki mekânı doğadır, orada huzur bulur ruhum.
Sanırım zaman zaman da bazılarımıza her şeyleri kökten bırakıp doğada olma isteği gelir. Eyyy istek geldiysen darallardan daral beğen, yalnızlık sığınağım olsun, diye buyurur.
Gitme isteği hayallerin pırıltılı baş tacıdır. Heyhattt her şey bırakılıp gidilemez. Gidilse de mutlak bir şeyler peşinden gelir. Fark edersin ki; bırakıp gittiğininin sadece materyaller olduğudur. Şehir değişir, ev değişir, oda, yatak, kanepe, masa, tabak çanak, kıyafetlerin değişir ama insanlar yaşanmışlıklar seninle kalır. Başın sıkışınca aynı “bırakıp gittiğin her şeye dahil olan insanlar” aranır, aynı yaşanmışlıklarla, aynı anılarla boğuşur beynin. Ve o bırakıp gittiğin her şeyin en önemli kısmı sen fark etmeden seninle gelmiş, gittiğin yeri dar etmeye başlamıştır.
İşte o zaman dönsen bir türlü, dönmesen bir türlüdür. Ben her şeyi bırakıp gittim ve anladım ki; “yok arkadaşım yok her şeyi bırakıp gitmek yok” dersin sonunda.
Varsayalım her şeyi bırakıp gittiniz, yeni yerde de yeniden her şeyi bırakıp gitme isteği canlandı, yine bırakıp gidersiniz, yeni yerde de aynı hayat, aynı istek aynen devam edip gidecektir.
… sonuç olarak her şeyi bırakıp gitmek ayrı bir his, bunu gerçekleştirmek ayrı, gerçekleştirdikten sonra aslında nereye gitsen kendinden kaçamayacağının farkına varmak apayrı bir durumdur.
Yazımızın ana fikri neymiş? İstek olarak kalır, gerçekleşmesi imkânsızdır ve baş tacımız, hayalimizdir… Gidilse de arkamızdan kaçıp kurtulmak istediğimizin mutlak bizi takip edeceğidir. Belki de bu istek mekândan çok, insanın kendisinden kaçıp kurtulma isteğidir, kimbilir?


10 Kasım 2013 Pazar


Uzun yıllar önce bir kadın, gece bütün pislikleri örter gibi laf ettiğinde, kısmen ona hak vermiştim. Geceydi, karanlıktı, kötülükler örtülürdü, falandı filandı. Sanki söylediği masaldı. Hı hı hılanmıştı tarafımdan.
Bugün bunun kof bir söylemden, görüneni söylemekten ibaret olduğunu anlıyorum. Belki de çok uzun zamandan beri anlamıştım da, kadın hafifti, söylemi bir kulağımdan girip öbüründen çıkmıştı. Ama yine de aklımda kalmış nedense.
Bu arada  saatleri ayarlama enstitüsü, saatleri ayarladığından beri günler kısaldı, geceler uzadı bu yazıyı okuyan sevgili ve saygılı insanlar.
Bu sıralar ve -bundan sonraki geniş zamanlarda-  haftanın iki günü akşam 6 da evden çıkıp kursa gidiyorum. Geçen yağmur yağmış, sanırsınız ki, yukardaki fotodaki gibi, gökkuşağı yere paraşütle iniş yapmış ayaklarımızın altına serilmiş. Hayır efenim hayır, o kadar kolay değil gökkuşağının ayaklarımızın altına serilmesi. Biz kimiz ki? İnsan! Lütfen insanlığa bu kadar lüzumsuz şeyler yüklemeyin. Oğuz Atay mı demişti, tabii o demişti: insanlık öldüğünden gazeteye ilan vermişti. Hani hep derler ya, insanlık ölmüş diye. Yoksa bu insanlık denen şey ölü mü doğmuştu? İnsanlığı öldüren kemirgen duygular olan, hırs, kıskançlık, nefret, kibir miydi? Daha da fazladır insanlığı öldüren sebepler. İnsana çok şeyler yüklemeyin. Yüklerseniz altında kalır ezilir. İnsan işte canım efendim. Hepimiz Osmanlı Bankasıyız biliriz birbirimizi.
En çok bahsedilen şeyler, en olmayan şeylerdir değil mi? Benim en çok bahsettiğim şey özgürlüktür. Çünkü yok kardeşim, yok. Olsa ne diye bahsedip durayım. Olmayan şey karaborsaya düşer. Özgürlük yok yok diyorduk, şimdi suskunluk çöktü üzerimize. Bıkkınlık veren işler. Size de bıkkınlık gelmedi mi daha? Off bize nasıl geldi, nasıl geldi. Davetsiz misafir gibi çöreklendi yahu? Ayakkabısına tuz mu, döksek ne yapsak? Ayakkabı sandık gibi olsa, tuzlar sandığa yaprak yaprak düşse NO kardeşim NO, buraya kadar hadi ikile, vitesi boşa attın, bindin bi alamete gidiyon kıyamete, biz bu arabadan incez desek. Hııı ne dersiniz cancağızlarım.
Bıkkınım bıkkın.
NO NO dedim de neden dedim. Yazıyorum da biraz da kişisel tarihime arşiv olsun diye. Geçen hafta No filmine gitti. Yer Şili. Darbeler ülkesi. Darbe sonrası geçen yıllardan sonra uluslararası baskılara dayanamayan diktatör sonunda referendum yapmak zorunda kalır. Fakat düzmece referendum olacaktır. Her gece 15 dakika referanduma evet ve hayır kampanyası gösterilecektir. No kampanyasını yapan adamımız reklamcıdır. –laf aramızda reklamcının kampanya yapması ve kampanya içeriğini epey hafif buldum.- Olsun, bizimkiler her türlü tehdite, tomaya, copa karşı kampanyayı kazandılar mı? 1988- Evet kazandılar. Fakat sonuç sonra Şili’de ne halde? Sistem değişti mi? Darbe bitti yerine başka dertler mi sardı?
Kızlı erkekli çorbası memleketin milli çorbası oldu ya. Öğrencilere gezi parkı menüsünden dolayı çıkan hesap pusulası mı, ne dersiniz?
 Gene kuyuya taş attılar ve çıkarabilene aşk olsun. Sanırım çoğu kişinin canı sıkkın. Yukarda karanlıkla başlamıştım ya hani, geceyle falanla filanla. Gece ve karanlık pislikleri örtmüyor, tam tersine bütün pislikler yeryüzüne çıkıyor. Havanın kararmasını bekliyorlar ve bütün çirkinlikler sahnede arzı endam ediyor. Kadının teşhisleri hep yanlıştı zaten kendisi yanlıştı, yamuktu falandı filandı.
NoT: Behçet Çelik, Hamdi Koç’un hangi kitabı varsa kütüpheneden alıp okuyorum. Okumaktan paralanmış Bülbülü Öldürmek romanını da buldum. Ders çalışmak biraz okumaya ara vermeme sebep oluyorsa da, iyi geliyor her zamanki gibi. Desem sineması program şahane. Kişisel tarihim fena değil. Sonbahar kasvetiyle geliyor haliyle; balkondayken ağacın bir yaprağı pıt diye birdenbire kopuyor ve döne döne yere düşüyor. Altı ay önce capcanlı yemyeşil olan yaprak sararıp soluyor ve her şeyin sonu olduğunu pıt pıt pıt diye hatırlatıyor. Bunu çok yoğun yaşıyoruz. Kış gelince üşümekten donmaktan, doğalgaz faturalarıyla hemhal olarak hayata yeniden dönüyoruz. Kışın soğuğu, yazın sıcağını, baharı hatırlatıyor. Hadi lan sabret cüce şubatta bitti mi falan diye bize sabrı aşılıyor, sonra umutlar, planlar derken hep bitmesini istediğimiz, bitince yeni başlangıçlar yapacağımız sandığımız günler gelip geçiyor. Başlangıç yapıyor muyuz? Bir şeylere başlangıç yaparken diğerine de bazen isteyerek ya da istemeyerek son diyoruz.
En azından bu yazıya olduğu gibi.



2 Kasım 2013 Cumartesi

Oo yeeaa Hallowen kutlu olsun


Ooo shitt, shitt yaa, ohhh lanet olsun, fuck youuuu.
Dünden çok sinir yaptım biliyo musun? Belediye otobüsünde lanet adam çekemedi koca kıçını. Shit ya shittt...
Geçtiğimiz yaz mevsimini getir aklına, ne güzeldi yeeaaaa. 
Bu yaz sürekli Ceshme yaptık dostum. Ohhh yeeaaa Ceshme. Süperdi yeeeaaa. Elller havaya. Serdar Ortaç, Demet Akalın style. Biliyon mu Ceshme'yi? Süperdi dostummm yeeaaa. Biliyon mu çok şey kaçırdın? Dostum gitmelisin mutlaka.
Dostum çocuklara Kemeraltı'ndan Cadılar Bayramı kıyafeti aldım. Zombi oldular. Ve dans, dans, dans. Ne yapcan dostum, deşarZ oluyolar. Bu memleketin derdini absorde ede ede şiştiler, biliyon mu? Sonra gönderdim komşulara şeker toplasınlar diye. Evet dostum oh shit, komşu, çocukları siktirle kovalamış.  Ooo yooo, asıl sana fuck youuuu, fuckkk. Biz de medeniyet nerde?
DeşarZ olmak istiyorlar. N'olcak lan olum bu olay seküler artıkın. Ta paganlardan kalma. Oh shit yoksa paganizm mi? Ohh yeeaaa bilmiyom dostum, bilmiyom. Yeter ki DeşarZ olalım. 
Yeeeaa vatanımı seviyom dostum, hem de çok. Vatanımın her köşesine taparım. Yoo her köşesine değil aslına bakarsan. Bölgeciyim dostum yeaaa. Herkes öyle dostummm, herkes doğduğu yeri sever. Bunda bi absürdlük göremiyom. Ok? 
Amerika'dan nefret ediyorum. Emperyalistler. Bizim ülkemizi kullanıyorlar. Hep baltalıyorlar, oh shit. Amerikan emperyalizmi olmasaydı her şey ülkemiz için bambaşka olurdu. Yeaaa. Kahrolsun Amerika. Fuck you e mi?
Havalar da soğumadı hala. Bi soğusa sinemaya başlıcam. Kültür sanata acayip önem veririm. Çocuklarım da öyle. Kasım ayında evde dvd de moving yapıyoz. Favorim "Kasım'da Aşk Başkadır." Romantik komedilere bayılırım. "En İyi arkadaşım Evleniyor," falan çok güzel filmler bunlar. N'apim kadınım sonuçta. Onlar ne güzel kilisede nikah kıyıyorlar. Babasının kolunda geliyo falan kız. Ohh yeeeaaa, şimdiki aklım olsa ben de nikah sarayına babamın kolunda gelirdim. Beni bir erkekten bir erkeğe teslim töreni gibi. Adrese teslim kargo gibi . Ne güzel. Kalbimin sahibini buldum.
Ooo ye, kalb kalbe karşıymış. Daha fazla devam edemicem, aşkım nescafe yapmış gel beraber içelim diyo. İçelim aşkım. Geliyom.
Hadi byeeeee dostummmm...

Not: Bu yazı tamamen kurgusal olup, böyle bir hayatın Türkiye'de yaşanmış, ya da yaşanıyor olabileceğini hiç sanmıyorum! 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...