30 Mayıs 2012 Çarşamba

Çocukluğum Ve C.S.Tarancı



Dün gece çocukluğumu özledim. Dedim ki kendime; bu google her şeyi çok biliyor. “Çocukluğum” diye yazsam, 10 yaşındaki görüntülerim belki bir videodan çıkar gelir, bende, 10 yaşındaki beni, gülümseyerek belki de kızarak izlerim. Bıraktım bütün çocukluğumu baştan sona izlemeyi, 15 dakikalık bir videoya da razıyım.
Google a “çocukluğum” yazdım. Ekrana, Cahit Sıtkı Tarancı'nın “Çocukluğum” şiiri geldi. Affan Dede'ye para saymış ve o da ona çocukluğunu satmış hani. Eee Affan Dede harbi adammış, verdiği sözü tutmuş. Google a, her ay para sayıyoruz da, ne çocukluğumuzu izletiyor, ne bi şey. Ancak “bunu mu demek istiyorsunuz” diye ukalıklar yapmaktan başka bi şey yaptığı yok.
Sıkıldım ben de Cahit Sıtkı'nın şiirilerini okumaya başladım. Cahit Sıtkı çocukluğu ile karşılaşınca, bugünü unutmuş, tabii düne de gidememiş tam anlamıyla. Artık ne yaşım var ne de adım;
Arafta bi yerde. Belki de en güzeli bu arafta olma halidir. Bilinçli bir bilinçsizlik durumu. Bilmiyorum kim olduğumu, Hiçbir şey sorulmasın benden, Haberim yok olan bitenden. Bu bahar havası, bu bahçe; Havuzda su şırıl şırıldır. Uçurtmam bulutlardan yüce. Zıpzıplarım pırıl pırıldır. Ne güzel dönüyor çemberim; Hiç bitmese horoz şekerim!
Çocukluğu, çocukluk halini bu şiir tanımlamıyor mu? Hem bilinçli olup da, hiçbir şeyi bilmemek halidir çocukluk. Herşeyi göründüğü gibi algılama, bilmeme saflığıdır çoğu zaman. Neyin iyi, neyin kötü olmadığını bilmediğinden sonuna kadar yalansız ve riyasız olma durumudur.
Benim çocukluk dönemim tv ile tanışsa da, sadece Trt kanalı söz konusu olduğundan, bugünkü çocuklar gibi değildik. Çocuk saflığımızı çok daha uzun süre koruyabildik.
Çocukluğun güzel olma hallerinden biri de, zamanın çok yavaş akmasıdır. İlkokul ikinci sınıf halinize, beşinci sınıfın penceresinden bakınca aradan çok uzun yıllar geçmiş gibi bakar; aradaki üç yıl sizi hızla büyütürdü. O üç yılı, otuz yıl gibi algılardınız. Hele ki bebeklik fotoğraflarınıza bakınca “bir yüzyıl evirmişsiniz gibi gelirdi.” Ahh bir on sekiz yaşına gelsem diye hayıflanır durur, bir an önce büyümek için can atardık. Bu bile çocuk saflığının en güzel örneğidir. Zamanı donmuş gibi algılar, sizden büyüklerin tanıdığınız bildiğiniz yaşlarda var olduklarını sanır, hele ki ölümün ne demek olduğunu bilmezdiniz.
Cahit Sıtkı Tarancı “Çocukluğum” şiirini, kaç yaşındayken yazdı acaba? Ama insan yaşlanmaya yüz tuttuğunda çocukluğunu özlüyor galiba. Bende yaşlandığımı hissediyorum artık. Aslında bu tam anlamıyla ah vah edip yaşlanmak durumu da değil. Yaşsız olma durumu. Kadınlara yaşı sorulmaz derler fakat benim ruh halim uzun süredir yaşsızlık konumunda. Biri yaşımı sorduğumda gerçekten de kaç yaşında olduğumu unutuyorum. Önce kendime “ben kaç yaşındayım?” sorusunu soruyorum. Belli bir yaştan sonra çocukluğun tersi olarak, zaman o kadar hızla ilerliyor ki, anlamak mümkün değil. Yapacak çok şey olduğunu hissedip, zamanın kısaldığını da hissediyorsunuz. Aslında sürenin kimin için ne kadar olduğunu bilemeyiz ve bu da herşey gibi yaşanmışlıklarla orantılı olarak görecelidir.
Sonra Cahit Sıtkı'nın diğer şiirlerini okudum. Otuz beş yaş şiiri tam da şu dönemde hissettiklerime denk geliyor. Yaş otuzbeş yolun yarısı eder. Şair burada oldukça iyimser başlamış şiire. 70 yaş! Bilinmez. Hele zamanın daha da hızlandığı çağımızda, zamanı hızlandıran araçlar sayesinde bize hastalık olarak eksi değer katıyorken.
Şair şiirine iyimser başlamış başlamasını da, sonra gerçekten hissettiklerini yazmış. Şakaklarına yağan karla birlikte, artık delikanlı çağının bittiğinden dem vurup, bedenin hızla yaşlanmaya doğru evrildiğini, gençliğin o unutulmaz ilk heyecanı olan, ilk aşkın bile hatırasının yabancı geldiğini yazmış. Ayrılmaz denilen dostlarla bile yolların ayrıldığını anlatmış. Cahit Sıtkı şimdi olsaydı o eski dostlarla yeniden facebookta karşılaşılıp, eski günlere özlemle telefonlara sarılınıp, eski günleri yad ettikten sonra, eski dostun paylaştığı videosunda işaret parmağınla “beğen” butonuna basmaktan başka bir şey kalmadığını da görürdü.
Şair bir bir gerçekleri görür olmuş hayatında. İşte bunu insanı gerçekten üzdüğünü, hayat dediğimiz insan ilişkilerinin bu kadar mı kötü olduğunu anladığında daha da yaralanmış.
Hayat gibi olan şiirini, hayatın sonu olan ölümle sonlandırmış. Tüm canlılarınki gibi. Biz insanların ölüm gerçeğini bilip de, kafayı yemeden hayatta kalabildiğimiz, bunu da herkeste olan sadece kendisinden başka herkesin başına gelecek bir olgu gibi kabul edip, ölümle böyle baş etmeye çalıştığımız gerçeğini.
Hayatı sorgulayan; otuz beş yaşın hayatın yarısı iyimserliğinde olan şairin sadece 46 yaşında hayata veda ettiğini okuduğumda üzüldüm. İnsan çoktan ölmüş birinin erken öldüğüne de üzülür. Neden üzülmesin? Hem de genç yaşında kısmi felç geçirip, konuşma yeteneğini kaybettikten sonra bu dünyadan göçmesi hüzünlü geldi. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelip, çok iyi okullarda öğrenim görebilme imkanlarına sahip olsa da, şiirlerinden, çocukluğun insan hayatının en güzel yılları olduğunu anlatan, insanın ancak kim olduğunu, yaşını unuttuğunda, tüm etiketlerinden sıyrıldığında mutlu olabileceğini hâlâ fısıldayan bir adam erken gidince üzülünür: Öldük, ölümden birşeyler umarak. Bir büyük boşlukta bozuldu büyü, Nasıl hatırlamasın o türküyü, gök parçası, dal demeti, kuş tüyü, Alıştığımız bir şeydi yaşamak. Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok; yok bizi arayan, soran kimsemiz. Öylesine karanlık ki gecemiz; Akarsuda aks'imizden eser yok.
Şair; sen ve diğerleri şimdi kimbilir nerelerdesiniz? Biz sizi hatırlıyoruz. Ama siz bizi görmeyin, görmeyin artık bu dünyanın kötü düzenini. Güçsüzlerin ezildiğini, çirkinlerin baş tacı edildiği dünyayı.
Siz daha iyi yerlerde olun hep...

26 Mayıs 2012 Cumartesi

O'lum bi bas git


Şimdi bu ergeni internette izlemeyen kalmış mıdır bilmiyorum? Elinde kayış, yerlere yerlere şaklatan manyak ergenden bahsediyorum. Bu arada bununla da gördük ki; kendisini güçlü sanan herkes, karşısındakine horozlanmayı hak görüyor.
Şiddet içimizde. Hepimiz şiddet makinası gibiyiz. Herkesin fiziksel şiddet uygulaması da gerekmiyor. Sözel şiddetle birbirimiz ne çok yaralıyoruz. Habire imalar, laf kakmalar ohooo gırla gidiyor. Hele sen başka şeye inanıyorsan, onunkine inanmadığın için, kadın ya da adam elinden geleni ardına koymadan Allah ne verdiyse saydırıyor da, saydırıyor. Dedikodunun bini onbin para. Pehhh. Çok da umrumuzda. Yani!
Artık alıştım bu farklı olana tahammül edememe durumuna. Alıştım demek, kabul etmek değil senin anlayışını bebeem... Bu da bööle biline.
Neyse yaa, ben bunlardan bahsetmicektim ki, nerden girdi paragrafın orta yerine ayarsız-lar.
İnternete girdiğimden beri, her gazete okuyuşumda beni fazlasıyla gıcık eden bir durum var.
Bu internet medyasında ana sayfada baya bi boşluklar falan oluyor anldığım kadarıyla. Hem dikkat çekmek için olsa gerek, sürekli bir çıplak kadın resimleri falan. Bakıyorsun etik bir gazete olduğunu iddia ediyor, kadına şiddete hayır diye logolar falan yaptırtmış, ohooo kadına şiddetin dik alasını uyguluyor.
Kadının gençlik haliyle, yaşlanmış halini kıyaslayan foto: Neydi, ne oldu?
Yıllar ona yaramadı: kat kat göbeği var. her yeri yağlandı.
İnsanın poz poz hali var. en çirkin pozunu yakalayıp, evet evet yanılmadınız. Bu o! Ne kadar çirkin değil mi?
Bugüne kadar şu kadar kişiyle sevgili oldu!
Her ne kadar sayfa doldurma haberi gibi gözükse de, bal gibi kadına karşı sözel şiddet uygulanıyor. Bu başlıkları görünce zannedersiniz ki, kadın asla yaşlanmayacak, yağlanmayacak, kilo almayacak, çirkin bir pozu olmayacak, hiç sevgilisi olmayan kutsal azize olcak.
Adım gibi eminim bu masa başı zıttırı işi yapanın, koca göbekli, bakımsız, her gördüğü kadına asılan cıvık bir abazan olduğuna.
Evliyse de gider karısına aynısını yapar. “yaaa sen var yaa, ne şişkosun yaaa, kadını aldık güzel diye n'oldu bakımsızlıktan ölüyosun yaa. Bütün gün evde napıyosun?
Hadi ben gerisini söylemeyeyim.
Bütün bunları yapan, dili böyle hakaret ve şiddet dolu olan bir insan karısını dövmez mi?
Bütün kadınlar bilir ki, kadını söylenen sözler kalbini yaralar ve asla yapılanları unutmaz. Asıl kadının çökmesine sebep olan da budur.
Medyanın dili kadına şiddet içeriyor arkadaşlar. N'apcaz bu basının dilini bilmem?
O'lum bi bas git!

24 Mayıs 2012 Perşembe

Gitmek! Ama nereye?




Hey sen, evet evet sen, sana sesleniyorum.
Hiç arkana bakma, bahsettiğim kişi sensin.
Biliyorum o reklamdan etkilendin. Hani bütün her şeyi bırakıp, sadece sırt çantanı alıp gitmeni öğütleyen, o reklamı.
Zaten ne zamandır aklındaydı değil mi?
Gitmek…
Peki ama nereye?
Muhtemelen bir adaya…
Git şimdi google earthtten bi ada seç kendine bakalım. Muhtemelen Barbados, Tazmanya, Bora Bora gibi adalar seçersin, sen şimdi.
İyi iyi hadi mütevazı ol bakalım. Kıbrıs da olur değil mi? Yok olmaz mı? Başı çok ağrıyor oranın değil mi?
İyi o zaman Bozcaada’yı ya da Gökçeada’yı seç. Yeter ki ada olsun değil mi?
Sen sadece zincirlerinden kurtulmak istiyorsun. Ne zamandır televizyonun karşısına geçip, anlamsızca boş boş televizyona bakıyorsun, ne seyrettiğini bilmeden.
Hayatın da anlamsız geliyor değil mi? Aynı reklamdaki gibi, hep aynı sabahlara, aynı işe, aynı okula, hep hep hep aynı şeylere uyanıyorsun.
Sistem sana almayı almayı sürekli almayı emrediyor. Sen de boyun eğerek alıyorsun. Yeni model çıkmış “aaaa onu da alayım, bunu da” sahip olduğunda seni kısa süre tatmin ediyor, sonrasındaysa yüzüne bile bakmıyorsun.
Bu materyaller sayesinde kök salıyorsun, salmak zorunda kalıyorsun. Boynuna zincirleri halka halka ilave ediyorsun.
Sonra da gitmeye kalkıyorsun. Çok komik olduğunun farkında mısın?
Hem nereye gitmeye kalkıyorsun ki?
Her şeyi bırakıp gitsen de, her şeyi değiştirsen de, kendini bırakabilecek misin?
***
Yeniden hayat kuracaksın.
bir bakacaksın ki, bu da bir öncekinin aynısı olmuş.
İyi o zaman yeni bir şans daha yeniden değiştir, bakalım,
Yine yeniden…
Yine aynı hayat… Yine her şey rutinleşecek…
Güya Ege’nin küçük bir köyünde sebze yetiştireceksin ya da balıkçılık yapıp bi yandan da şarap çekeceksin değil mi? İnanıyor musun buna? İnanmıyorsun.
Sadece ağzına bi sakız atmış onu çiğneyip duruyorsun.
Hem;
Şehirler de, ülkeler, kıtalar da aşsan, sen, hep aynı sensin…
Önce kendini değiştir, Başka da hiçbirşeyi değiştirmeye gerek yok.
O zaman yeni bir başlangıç yaparsın.
Gerçekten her şeyi geride bırakırsın.
Biliyorsun ki kaçacak hiçbir yer yok…
Sadece ruhuna inan ve isteklerini yap.
Materyallerden kaçarak hiçbir yere kaçamazsın.
Başka bir kıtaya da gitsen, geriye dönüp baktığında bir adım bile atamadığını görürüsün.
Evet sen, kendini değiştir.
Havalı adalara dair hayallerin, sadece hayal olarak kalsın…
Kendi içinde kıtaları değiştir, değiştirebiliyorsan…
Ama dene, mutlaka dene…


kış - 2008


19 Mayıs 2012 Cumartesi

Bahçe katından insan manzaraları


Artık bahçeli ev kalmadı. Olsa bile devede kulak, google earthtte nokta. Benim çocukluğum bahçeli evler arasında geçti oysa. O zamanlar öyleydi. O zamanlardan şimdiki zamanlara yadigar kalan, sadece ismi oldu. Her şehirde nerdeyse bir Bahçelievler semti var.
Şimdi apartmanların giriş katlarında bahçeler var. Kimi apartman dairesi, yönetimine bırakmış, öyle sararmış solmuş otlarla bakımsız bahçeler... kimi bedeninden ruhu çıkmayan gerçek insanlarsa oturup bahçesiyle uğraşıyor, çiçekler, güller, ağaçlar ekiyor.
Kimi lüks sitelerdeyse, burgu gibi dönen makarna şekilli çam ağaçları var. Her şey nizami, bir boyda. Doğaya insan eli, fabrikasyon bir şekilde değiyor. Evet yeşilden uzak değil, ama gene de hiç sevmiyorum bu tarzı.
Sokaklarda dolaşırken bazen de bahçenin tamamına seramik ya da beton döşenmiş apartman giriş katları görüyorum. Evet güya bahçe ama... daha doğrusu bahçe morgu desem yeridir. Soğuk buz gibi, boş bir alan. İşte bahçeyi bu hale getiren insan tipi benim en gıcık olduğum insan tiplerindendir. Çünkü bahçeyi o hale getirerek, orda kendisinden başka hiç bir varlığın yaşamasına tahammül etmez. Bahçede ağaç olmasın, yaprakları dökülür! Kim süpürecek? Çiçek yeşillik olmasın çok su gideri olur! Hem toprağı gören kedi köpek gelir tebelleş olur, tuvalet ihtiyaçlarını giderirler. Kim uğraşacak bunca şeyle? Ne gerek var? Ben böyle insanlara bla bla balaaa....
Bu tip insanlar sadece doğaya değil kendisinden başka kimseye bir faydası dokunmayan, dokunsa da; atalarımızın dediği gibi yaralı parmağa işemeyecek insan türüdür. Bununla birlikte herkesten en fazla yararı sağlayan kişidr. Rabbena hep bana yaşam amacıdır. O bahçeyi o hale getirmekle kışın ıvırı zıvırını koyar, yazında kasaptan aldığı etleri cızbız yapıp rakıyla içmek için muhteşem bir yerdir. Onun için bahçenin yegane amacı budur. Kendisine fayda.
Bir insanla tanıştığı zaman nerde oturduğunu, mesleğini sorar önce. Bakalım işine yarayacak bir insan mı? Değilse anında döner sırtını.
Evlenecek mesela diyelim. Hiç bir varlığa sevgi duymadığı sadece faydaya yani kendine sevgi duyan bir bencil olduğu için karşı cinse aşk, sevgi duymadan; “sahibinden eş” arar. Mesela avukat olsun, doktor olsun, boyu şu şu santim aralığında, kilosu şu kadar olsun. Esmer ya da sarışın olsun gibi. Ama sevgiden ya da fiziksel hoşlanmadan önce meslek önemlidir. Meslek yoksa cüzdanının kabarık olması önemlidir. Sosyal statüsü olsun ister. Yani kalbi he-sap ki-tap, sap, tap diye atar. Hayatına yoldaş değil, evlilik şirketine uygun ortak arar. Ruhu yoktur ki zaten, ne diyoruz biz!
Diyelim siyasi görüşü var. Yoktur aslında onun siyaşi görüşü falan. Vatan, millet, sakarya edebiyatı yapar sürekli, hangi görüşte olursa olsun. Hemen bir partiye anında üye olur. Bana bundan ne fayda gelir diye. Canhıraş partide çalışır. Zannedersiniz memleket aşkıyla yanıp tutuşuyor. Evet yanıyordur, yanarım yanarım kendime yanarım, kendime yanarım türküsünü diline dolamıştır. Bir yerlerden bir şeyler koparmaya çalışır sürekli. Particilikten yani canım. En çok istedikleri meslek de danışmanlıktır. Çevresine iş bulur! Yardımseverdir de aynı zamanda!
Böyledir işte.
Bu hayat böyle...



15 Mayıs 2012 Salı

Ali Eşref Dede'nin Yemek Risalesi


Yazıyı yazmaya başlamamla birlikte, açık pencereden burnuma nefis kızartma kokuları gelmeye başladı. Saat ne öğle yemeği yapmak için uygun ne de akşam yemeği için. Ancak erken saatte yapılan akşam yemeği hazırlığı diyebiliriz. Kabukları soyulup doğranmış, üzerine sarmsaklı yoğurt eklenmiş biber kızartmasını 7/24 yiyebilirim. Ama yemem. Çünkü acayip kilo yapar.:)
Zaten ne lezzetliyse o kilo yapıyor. Hele şu tv lerde boy gösteren aşçılar, dayıyorlar yağı malzemeyi, eti, şunu bunu. Zannedersiniz milletin sağlığı da, cüzdanı da bu malzemeleri tüketmeye müsait.
Kimiside ise hiç pratiği olmayan yemekler yapıyor. Nasıl gıcık oluyorum. Tercüme yayınevi iftiharla sunar: evde kafeterya tarzı yemek. Bi gidin yaa. Amerikan aksanlı Türkçe konuşmanızla özentiden boğuluyorsunuz. Bi de o hiç bir pratiği olmayan tariflerini kitap haline getirmiyorlar mı? Maşallah özgüvene bak! Bence bu kitapları satış kaygısından ziyade, prestij için yayınlatıyorlar.
Boş verin sinirlenmeyelim,biz Osmanlı'ya gidelim. Size Ali Eşref Dede'den bahsedicem. Ali Eşref Dede'nin yemek kitabı Osmanlı'da yazılan ikinci yemek kitabı. İlk yemek kitabı olan 1844 tarihli Melceu't Tabbahin kitabı Mehmet Kamil yazmış. Mehmet Kamil bu eseri Agdiye risalesinden örnek almıştır. Fakat Agdiye Risalesesinin nerede olduğu bilinmemekte.
1844 den sonra ise yazılan bütün yemek kitapları Melceu't Tabbahin kitabının kopyası durumunda. Ali Eşref Dede ise, ilk yemek kitabından on iki on üç sene sonra bu kitabını yazmış.
Enteresan olan; Şeyh Ali Eşref Dede'nin Mevlana'ya duyduğu sevgi saygıdan dolayı kitaba “nohut çorbasıyla” başlamış. Denilen odur ki, Mevlana'nın nohut hakkında söylediği sözler varmış. Doğruluk payı var mıdır tabii bilmiyorum. Kara ikliminde yaşayan Mevlana'nın bu baklagili sevdiği kuvvetle muhtemel. Kitabın içinde balık yemekleri yer almamış, zira mevlevilikte balık yasakmış. Bunu da Nuh tufanına dayandırıyor araştırmacılar.
Kitap Çorbalar, salata ve turşular, kebaplar, külbastılar, helva ve kadayıflar, paluze ve dondurmalar, kurabiyeler, revani, hamurdan yapılan yemekler, halanga ve börekler, dolma çeşitleri, patlıcandan yaıplan paçalar ve mücverler, köfteler, ıspanak, kabak türü sebzeler, ilik yapımı ve yahniler, pilav çeşitleri, gibi devam ediyor. Günümüz yemeklerinden pek farkı olmasa da, baya bi ağır olduğu yoğun yağ, yumurta v.s. oranından belli.
Hadi gelin size dili hoş, bi Ali Eşref Dede tarifi vereyim. Artık yapan olur mu bilmem?
Peynir lokması:
Tuzsuz sade lor peynirinden yahut tuzlu peynirin tuzunun ihraç (atıp) ve izâle için (ayırma için)bir gün bir gece suda bırakup kifâye miktarı (yeteri kadar) alınıp cüz'î (az) dakîk-i has (has un) izâfe ile (ilave ederek) yoğurup lokma lokma kesüp sonra gayette kızmış yağda tabh (pişirip) ve kefçe (kepçe ile çıkarup ve yağın süzüp sahana vaz' (koyup) ve ekl oluna (yene).
Tatlu olması matlûb ise (arzu edilirse musaffa şeker (saf şeker) ya asel (bal) şerbetine ilka (bırakıp) ve bir miktar durup çıkarup tabağa vaz' ile (koyarak servis yaparak) ekl oluna (yene), lokmalar ısıcak iken sahan ya tabağa vaz' olundukta (alındığında) ince sahk olunmuş (dövülerek toz yapılmış) şekeri üzerine eküp kapağın kapayup bir miktar terk olunmağla sekerin tatluluğu sirayet ile (etkisini göstererek) lezzet peyda olmağla (meydana gelmekle) bu dahi bir gûne lâtif olur (bu da bir değişik güzellikte olur).
Ben bir ören yerine gittiğimde etkileniyorum. Sanırım genelde herkes bu duygulara sahiptir. Ne yiyip ne içtiklerini merak ediyorum. Bunun günümüzde olduğu gibi et ve buğdaya dayalı olsa da, kadınların ya da adamların yemekleri nasıl yaptıklarını merak ediyorum.
Avcı toplumdan tarım toplumuna geçtikten sonra ufak tefek değişiklikler olsa da, genelde aynı şekilde besleniyoruz. Hoş günümüzde et oburlar avcı toplumunu aratmayacak ölçüde. Ama o etlerin yani hayvanları üretim ve kesim aşaması, keşke avcı toplumundaki gibi olsa dedirtiyor.
Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçtiğimizde, sanayi yiyecekleri çıktı piyasaya. Bu reyonlar benim genellikle hiç uğramadığım yerler. Katkılı kekler, boyalı biskütler, gazlı içecekler, v.s. Çok fazla uğramadığım için de koskoca bir alanı kaplayan bu reyonda, çok şey olsa da, neler olduğunu ayrıntılı hatırlamıyorum.
Marketin karşısında ilkokul olduğundan, çıkışta çocukların, bu sağlıksız sanayide üretilmiş yiyecekleri ne kadar büyük bir hazla tükettiklerini de görüyorum. Kimisi haddinden fazla zayıf, sararmış yüzlü, kimiyse bi türlü doyum sağlamayan bu ürünleri yemekten, şimdiden obez olmuş durumda.
Benim çocukluğumdan bugüne çok da uzun bir zaman geçmediği halde çocukların beslenmesinde zamanın kısalığı baz alındığında, çok büyük değişikler oldu.
Sanayi toplumundan, iletişim çağına çoktan girdik bile. Çin'in bütün ülkeleri işsiz bırakan fason sanayisinden sonra, işsizler ordusu, Çin ordusunu geçti.
Şimdi bilgisayar başında tıkınıp duruyoruz hani nerdeyse.
Hayırlısı mı demeli, ne demeli?


9 Mayıs 2012 Çarşamba

H.D. Thoreau sizi bilgisayar oyununa çağırıyor-MUŞ!


Bilgisayar oyunlarına hiç bir zaman sıcak bakmadım. Hoşlanıp hoşlanmayacağımı bilmiyorum ama zamanımın katili olacağını, iki satır kitap okumaktan, dışarı çıkıp sokaklarda yürümekten, beni her şeyden, yaşamdan koparıp sanal dünyaya hapsedeceğini tahmin ediyorum.
Çünkü bu oyunların insan üzerinde uyuşturucu etkisi var. Bağımlılık yapıyor, kazanmaya alıştırıyor ve insanlar oynamadıklarında mutsuz oluyorlar. Sanırım kumar masasında oynayanlarla aynı duyguları hissediyorlardır.
Facebook oyun için sınırsız imkanlar sağlıyor. Farmville bunların en başında geliyor. Bazen oynayanların kendilerini gerçek yaşamda çiftlikleri varmışcasına, patlıcan ektim, domateslerim çürüdü, traktörüm arıza yaptı falan gibi şeyleri gayet normal bir şekilde konuştuğunu duyunca insanları ne kadar anormal haline getirdiğinin farkına varıyorum.
Tamam öleceğiz ama yaşamdan kopuk sanal bir şekilde yaşayıp ölüp gitmek de ne kadar manasız geliyor.
Doğrusu ben şehir insanıyım. Kırsal insanı olmadım, olamam.. Şöyle kırsala yerleşsem de doğanın içinde yaşasam demedim. Özellikle kış aylarında kafayı yerim sanırım. Evet 2 – 3 aylık bir zaman diliminde yaşamak isterim ama sürekli yaşamayı düşünemem. Bununla birlikte Henry David Thoreau'nun kitabını okuduğumda onun ne kadar önemli bir düşünür olduğunu, yaşama geçirdiklerinin önemli olduğunu, ister şehirde, isterse kırsalda yaşayın, hayatınızı sadeleştirip, sisteme karşı çıkılabileceğini anladım.
Thoreau Walden Gölü kıyısına kendisi bir kulübe yaptı ve yıllarca orada yaşadı. O sivil itaatsizliği ve doğaya dönüş tezlerini savunuyordu. “Ormana gittim, çünkü bilinçlü yaşamak istiyordum. Hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum. Yaşam dolu olmayan herşeyi bozguna uğratmak için ve ölüm geldiğinde aslında hiç yaşamamış olduğunu farketmek için...”
O bir nihilistti. Bugün yaşasaydı yine aynı şekilde davranırdı.
Fakat ABD Ulusal Sanat Fonu'nun desteğiyle gelecek yıl piyasaya çıkacak Walden adlı bilgisayar oyununda, düşünürün tasvir ettiği doğal güzelliklerin arasında dolaşırken kendimizi onun tezleri üzerinde düşünürken bulacakmışız!
Oysa o düşünmeyi eyleme dönüştürmemiz için kafa yordu, kendi yaşamında gerçekleştirdi, kitap yazdı, yazdıkları insanlara ışık tutsun diye.
Şimdi adamlar çıkmış Thoreau'nu bilgisayar oyunlarına alet ediyorlar.
Herhalde Thoreau bugün yaşasa Walden Gölü'nde ıslattığı meşe odunuyla bunları kovalardı.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Güzelyalı'da sarı saatler


Dün O kadar güzel bir hava vardı ki, anlatamam. Aslında sıkı bir klasik bir edebiyatçı olup süslü betimlemelerle anlatmak isterdim. Ama betimlemeler yerine size yaşamı anlatmak istiyorum. Yaşamdan içime sinenleri, bana verdiği coşkuyu anlatmak istiyorum. Kesin olarak inanıyorum ki; bahar ve yaz insanıyım. Sarı tutkuyla sevdiğim bir renk. (Her ne kadar deliliğin rengi olsa da) Oksitinden okrasına kadar. Sarı güneşin rengi, hayatın rengi. Güneş olmayınca soluyorum resmen. Dün de güneş o kadar güzel ısıtıyordu ki… Saatler ileri alınmış ve kış ayları boyunca yetmeyen zamanlar, şimdi geniş zamanlar oldu birden. Bu geniş zamanlarda neler yaptım? Ooo da oooo, neler neler yaptım. Size yaptığım ev işini, bilgisayar başı işlerini, alışverişi anlatmayacağım. Anlatmayacağım derken aslında size bunlar için vakit harcadığımı da anlatıyorum aslında. Pe pe pe peeee. Bütün bu işlerden sonra kendimi sokaklara vurdum. Eski ismi Kokaryalı, şimdiki ismi Güzelyalı olan güzergâhıma doğru yol almadan önce, elime de zamanla kaprisli bi insana dönüşen fotoğraf makinamı aldım. Fotoğraf makinem kaprisli çünkü zaman içinde, keyfine göre davranır oldu. Canı isterse açılıyor, canı istemezse açılmıyor. Açıldığı zamanlarda fotoğraf çekebildim. Size bu Güzelyalı var ya, ne şahane bi yerdir edebiyatı yapmayacağım. Zira pek de öyle değildir. Sağlı sollu apartmanların ortasında dar bir cadde vardır ve insan orada bunalır doğrusu. Onun için sahilden yürümek her zaman için çok iyidir. Orada gökyüzüne, bulutlara, denize özgürce bakabilirsiniz. Ayrıca apartman duvarlarında sprey boyalarla fanatiklerin yazdığı “inadına Göztepe” “1925” yazılarını okuyup sokak kültürünün hoşluklarından nasiplenirsiniz. Köprü durağının oralarda bi numara yoktur. Bana oralar sevimsiz gelir. Ta ki Göztepe eczanesinin oraya kadar. Oradan sonra hayat başlar. Her daim lokma döktüren bi hayırsever vardır mutlaka. Yine vardı. Hemen kuyruğa girip, şerbetsiz tarafından lokmamı aldım. Amannn ne de güzel yapmışlar, çıtır çıtır, hem de sıcacık… Sıcak ve çıtır oluşumları yerken, anılarım canlandı birden. Troleybüslerle ağır aksak işe gitmelerim, her viraj dönerken troleybüsün boynuzlarını düşmesi, yağmurlu havalarda elektrik çarpması ile saçlarımın cızırdaması, yine elektriklerin kesilmesi sonucu troleybüsün yolda kalması ve sonucunda kel müdür ile papaz olmalarım… İsmi Güzelyalı ama “yalı” sadece Vali Konağının yanında var. O da pek ahım şahım bi yalı değil. İstanbul’daki Boğazdaki yalıların yanında müştemilat gibi kalıyor. Aslında bir güzel yalı var ama o kadar perperişan bir haldeki, onun o haldeki fotoğrafını çekmeye içim dayanmıyor. Yalının kayıkhanesi, üstünde kameriyesi her şeyi varda, aynı zamanda mirasçıları da çok var herhalde. Aslında böyle yerlerin mutlaka yapılmasını şart koşan bir yasa olması gerekir diye düşünüyorum. Ama düşünmesi gerekenler düşünmüyor galiba, diye de düşünüyorum. Ben böyle düşünürken Güzelyalı’nın en şahane ve keyif yeri olan Sanita, Tuana Kafe, Göztepe’n Kafe, Elhamra kafelerin oraya kadar geldim. Seyyar kitapçıya baktım. Sarı kapaklı bir kitap aldım!!! Kitabı, kapak rengine bakarak almıyorum. Sadece okumak istediğim kitap sarı kapaklı çıktı. İyi! İnci Aral – Safran Sarı! Allahın n’oluyo böyle? Kitabımı alıp, kafeye oturdum, güzel bi de çay söyledim. Çayımı fırtlatarak, kitabımı okudum. İnanılmaz huzurlu saatler geçirdim. Dönüşte yine fotoğraf çekmek istedim, ama yine kapris yaptı. Pis!!!

6 Mayıs 2012 Pazar

The Simpsons hakkında her şey

  


Çizgi filmleri kendimi bildim bileli sevdim. İlk çizgi filmim Heidi'ydi. Taş devri, jetgiller ve sonrasında Japon çizgi filmleri geldi. Çiçek Kız, Şeker Kız... bu cici mi cici kızları sevdim sevmesine de hiç asabiyetleri, mizahi halleri olmadığı için pek de sarmadığını hatırlıyorum. Fazla yapaydılar. Neyse ki büyüdüm de bu tırt çizgi filmlerden kurtuldum.
Ben bu Bart'ları 94 yılında falan bir yerlerde okumuştum. Bilmeden, görmeden bu aileyi çok sevmiştim. Sanıyorum sıra dışı çizgileri onları sevmeme yetmişti.
2000 lerin başı mıydı neydi, tv de bi şey canım sıkkın sağa sola zap yaparken The Simpsons'la karşılaştım. Abartısız iki, üç saniye dona kaldığımı hatırlıyorum. Hala bilmeyen kaldı mı bilmiyorum ama hatırlatırım ki; göndermeleri bol, öz eleştiri yapan büyüklere ait bir animedir.
Bu sene Doğan Holding getirmedi, beni gıcık etti. Ara sıra e2 de rastlarsam izliyorum. Geçen yıla kadar haftada iki kez izleme şansım oluyordu.
Bugün dergileri karıştırırken Cnbc-e derginin özel sayısında Simsongilleri ayrıntılı ayrıntılı yazmışlar. Tamam; sevinçten uçarak, ağzım kulaklarımda okudum ama, gene gircek evin bi köşesine. B'alim kalbim kadar temiz sayfama yazayım da, dursun arada bakarım diye oturdum pcmin başına.
Bu aile üyelerine aslına bakarsanız hepsinin hayata karşı farklı duruşları var. Fakat her koşulda bir arada kalmayı başarıyorlar. Birbirlerinin aykırıklarından da acayip hoşnutlar. Homer; düşüncesiz, kaygısız, Marge; anlayışlı ve zarif, Bart; haylaz, Lisa idealist, çevreci ve dahi, Maggie ise henüz konuşmaya başlayan ailenin en ufaklığı. Hadi bakalım Marge Hanım'dan başlayalım. :):)
MARGE
37 yaşındaki Marge'ın doğum günü 1 Ekim.
Saçları, dizinin yaratıcısı Matt Groening'in annesinin 60'lardaki saç modeli ve The    
bridge of Frankenstein filminden ilham alınarak çizildi.
Groening, Marge'ın saçlarını tavşan kulaklarını saklamak için bu şekilde yaptırdığını     
savunuyor.
Marge'ın da kızı Lisa gibi dörder adet kirpiği var.
Her bölümde rol alan Marge, yalnızca bir bölümde konuşmadı.
1994'te Entertainment Weekly, 2005'te ise FOX News tarafından en iyi televizyon annesi   
seçildi.
HOMER
38 yaşındaki Homer yaklaşık 105 kilo.
Homer'ın nükleer santraldeki güvenlik denetimcisi maaşı ortalama 67.422 dolar.
Homer'ın elektronik posta adresi ChunkyLover53@aol.com
Bay X adıyla kendi internet sitesini kuran Homer, www.mrxwebpage.com adresinde   
Springfield sakinleri hakkında yalan yanlış haberler yapıyor.
Homer'ın ağzından sık sık duyduğumuz “D'oh!” kelimesi The New Oxford Dictionary of   
English'te yerini aldı.
Homer'ın saçlarının oluşturduğu M ve kulaklarının kıvrımıyla ortaya çıkan G, Matt   
Groening'in imzası niteliğinde.
IQ'su bir dönem 105'e yükselmiş olsa da, kısa sürede 55'e geri dönen Homer, zeka   
seviyesinden memnun.
BART
Bart J. Simpson'daki “J” Jo-Jo'nun kısaltılması.
Matt Groening, küçükken Bart'ınkine benzeyen bir saç kesimi yaptırmış. Yani dizinin haylaz karakteri saçlarını yaratıcısndan alıyor.
Adı, İngilizce yaramaz çocuk anlamına gelen, “brat” kelimesinin anagramı.
Lisa'nın ağabeyi Bart, 20 yıldır 10 yaşında.
Bart'ın saçları her zaman dokuz çıkıntıdan oluşuyor.
Bart dizinin başından beri solak olan tek karakter.
Afacan Dennis'ten esinlenerek yaratılsa da, yaramazlıkta onu solladı.
Dikdörtgen kafa yapısıyla ailenin Marge'a benzeyen tek üyesi.
Bart, Lisa'dan 2 yıl 38 gün, Milhouse'tan ise üç ay büyük.
LİSA
Dizi tarihi boyunca Lisa, iki kez sekizinci doğum gününü kutladı.
Lisa eşsiz saç stilini yalnızca kız kardeşi Maggie ile paylaşıyor. 
En yüksek notu A+++ olan Lisa'nın IQ'su 156.
dizinin yapımcılarından David Mirkin'in vejeteryan olmasıyla et yemeyi bırakan Lisa, tam bir hayvan hakları savunucusu ve aktivist. Üstelik televizyon dünyasının ilk vejeteryan karakteri.
Lisa, dizinin Japonya'daki reklamlarında ailenin ön plana çıkarılan üyesi.
MAGGİE
Ailenin yaşı açıklanmayan tek üyesi.
Maggie ilk kez Lisa's First Word isimli bölümde konuştu.: Maggie'nin ağzından ilk ve tek sefer çıkan “baba” kelimesini Elizabeth Taylor seslendirdi. “Dad-dee.”
Maggie'nin biberon emerken çıkardığı sesler, Matt Groening tarafından bizzat yaratılıp kaydedildi.
Televizyon dünyasının hiç konuşmayan ve büyümeyen yegane bebeği.
Maggie Groening'in yazdığı, çizimleriniyse Matt Groening'in yaptığı Maggie Simpson adını taşıyan dört çocuk kitabı var.
Simpson ailesinin dört ferdi adlarını Matt Groening'in ailesinden aldı. Sadece kendi adı yerine Bart ismini kullandı.
Simpson ailesinin yaşadığı caddenin adı, 742 Evergreen Terrace. Matt Groening'in Portland'da büyüdüğü cadde de aynı ismi taşıyor.
İtalyan restoranındaki aşçı Luigi Risotto karakteri bir pizza kutusunun üzerindeki çizimden olduğu gibi kopyalandığı için dizideki diğer karakterlerin çzimine benzemiyor.
Homer'ın ünlü repliği “D'oh!” eski Laurel ve Hardy kısa parodilerinde oyuncu Jimmy Finlayson'ın sürekli kullandığı yayvan Dooooooh! sesinden ilham alınarak diziye katıldı.
Duffman karakterinin ilham kaynağı Budweiser etkinliklerinde boy gösteren Bud Man.
Palyaço Krusty karakterinin kökeni, Groening'in çocukluğunda izlediği ünlü çocuk programı yıldızı komedyen palyaço Rusty Nails'e dayanıyor.
Dizide Hank Azaria tarafından seslendirilen karakterler, sanatçının gerçek hayatta tanıdığı insanlardan esinlenilerek yaratıldı. Çizgi roman dükkanını işleten adam için Azaria'nın üniversitedeki oda arkadaşı ilham kaynağı olurken, Lou için Sylvester Stallone'dan, Polis şefi Wiggum için Edward G.Robinsan'dan esinlenildi.
Maude Flanders karakteri, kendisine ses veren sanatçı Maggie Roswell ücretine zam istediği için öldürüldü. 
Bay Burns'ün telefonu açtığı zaman söylediği Ahoy hoy? sözcüğü, telefonun mucidi Graham Bell'in icadını kullanırken sarfettiği bir söz.
Dizinin sevimli uzaylıları Kang ve Kodos karakterleri isimlerini orijinal Star Trek dizisinden aldılar. Star Trek'teki Kodos bir cellatken, Kang Klingon savaşçısıydı.
Bart'ın en yakın arkadaşı Milhouse adını Başkan Richard Milhous Nixon'dan alıyor. Milhouse'un ikinci adıysa Mussolini.
Dizinin açılış jenereğinde Maggie süpermarketteki fiyat okuyucusunun altından geçerken ekramda görünen miktar 847.63 dolar. Bu fiyat, bir Amerikalı bebeğin aylık yemek ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması için gereken ortalam tutar.
The Simpsons, Guinness Rekorlar kitabı'nda En Uzun Süre Devam Eden Animasyon Yapımı olarak yer almanın dışında, En Fazla Ünlüyü Konuk Eden Program olarak da adını kaydettirmiş durumda.
Efsane dizi Asya, Avrupa, Latin Amerika, Avustralya dahil kıtalararası bir yolculuk yapıp, 60'ın üzerinde ülkede gösteriliyor.
Dizideki karakterlerin ten renkleri, kanal zaplamaktan hoşlanan izleyecilerin dikkatini çekebilmek için sarı yapıldı.
Ünlü müzik grubu No Doubt'ın klavyecisi ve aynı zamanda grubun vokalisti Gwen Stefani'nin kardeşi Eric, 1994 yılında The Simpsons'ta animatör olmak için gruptan ayrıldı. No Doubt, aynı yıl Eric'in ayrılışının ardından büyük çıkışını yapmıştı.
Dizinin yaratıcılarının en çok dalga geçtikleri filmler 1941 tarihli Yurttaş Kane ve Baba serisinin ilk iki filmi. 
Dizinin bir bölümünde Simpson ailesinin telefon numarası (939)-555-0113 olarak gösteridi. 939, Port Ric'nun telefon koduydu.
Dizi tarihinde alışılmışın dışında beş parmaklı çizilen tek karakter “Tanrı” oldu.
SPRINGFIELD
Kasaba, Time dergisi tarafından Amerika'nın En Kötü Kasabası seçilirken, Newsweek Springfield'ı “Amerika'nın Çöp torbası” ilan etti.
Springfield, 1776'da Amerikalı avcı Jebediah Springfield tarafından kuruldu.
Kasabanın belediye başkanı Demokrat Joe Quimby. Kongre temsilcisi ise Cumhuriyetçi Palyaço Krusty.
Springfield'ın da her kasaba gibi yerel bir gazetesi var: The Springfield Shopper. Gazete 1883 yılında Johnny Newspaperseed tarafından çıkarılmaya başlandı.
Kasabanın en büyük medya devi KBBL. KBBL'in bünyesinde üç radyo ve bir de televizyon kanalı bulunuyor.
Springfield hep büyük felaketlerin kasabası. Kasaba bugüne kadar ksaırgalar, seller, asit yağmurları, çığ, deprem, meteor yağmuru, volkanik patlamalar gibi pek çok badire atlattı. Ancak her olaydan sonra toparlanmasını bildi. 
Amerika'da hemen her eyalette bir tane Springfield var. Ancak Simpson ailesini yaşadığı hangisi bilinmiyor. Birkaç bölümde ehliyet, telefon numarası, mektup adresi gibi yollarla referans verilse de, referansların birbirinden farklı olması hepsini çürütüyor. 
30.720 kişinin yaşadığı kasaba, 182 metre rakımda.
Springfeld halkı genellikle cahil ve vahşi insanlar olarak çiziliyor. Şehirde ayaklanma çıkması için ufacık bir sebep bile yetiyor. Örneğin lenny ve Carl, şehirde gerçekleşen elektrik kesintisi nedeniyle önlerini göremeyip arabayla bir dükkana girmişti. Sonra da dükkanı yağmalamaya karar vermişlerdi. Bu da kasabada çok büyük bir ayaklanmaya ve talana neden olmuştu.
NELERE GÜLDÜK?
Homer'ın Bart'ı boğazlaması
Homer'ın sinirlendiğinde Bart'ı boğazlaması, The Simpsons henüz The Tracey Ullman Show'da kısa film olarak yayınlanırken kullanılan bir espriydi. Genellikle Homer, Bart'ın boğazına yağpıştığında “seni küçük ….” diye bağırıyor.
Bay Burns hala Homer'ın adını bilmiyor
Bay Burns, Homer ile karşılaştığında genellikle adını hatırlamıyor. Hatta kim olduğunu bile bilmediğini söylüyor. Çoğu zaman Burns'ün yardımcısı Waylon Smithers, Homer'ın 7-G Bölümü'nden bir çalışan olduğunu ona hatırlatıyor. Hatta bu espriyi daha da etkili kılmak için yazarlar Homer ile Bay Burns'ün 6tanıştığı ilk günü diziye eklemiş, o gün Bay Burns homer'a adını asla unutmayacağını söylemişti. Bay Burns'ün yaşı 104.
FOX'a yapılan şakalar
The Simpsons ekibi, yapım kontratında bulunan Fox'un hikaye akışına hiçbir şekilde karışmayacağını belirten madde sayesinde yapımcı firmaları hakkında diledikleri kadar olumsuz espri yapabiliyorlar. Örneğin bir kanepe esprisinde Homer ekranın köşesinde beliren FOX logosunu görüp sinirleniyor ve onu alıp yere attıktan sonra üstünde tepiniyor.
Bart'ın telefon şakaları
Bart sık sık Moe''yu arayıp aslında var olmayan birinin barda olup olmadığını sorar. Moe da bara dönüp bu isimde birinin olup olmadığını sorar. Ancak bart'ın söylediği isim ve soyadı bir arada kullanıldığında İngilizce'de komik anlamlara gelen cümleler ortaya çıkmaktadır. Moe şakayı fark ettiğindeyse Bart'a avazı çıktığı kadar bağırır. Bart'ın Moe'ya yaptığı telefon şakaları, New Jerseyli barmen Louis, “Red” Deutsch'in başına gelen şakalardan alınmış. Tıpkı Bart gibi John elmo ve Jim Davidson adlarındaki iki kişi Tube Bar'ın sahibi Deutsch'u arayıp uydurma isimlerin barda olup olmadığını sorarmış. Deutsch da işletildiğini anlayınca tıpkı Moe gibi bağırıp çağırmaya başlarmış. Bu şakaların kayıtları 80'lerin en popüler eğlencelerinden birine dönüşmüştü.
The Simpsons'ta bugüne kadar yüzlerce ünlü ismin sesini duyduk, binlerce popüler eserin adını andık. Televizyon tarihindeki birçok rekoru kıran The Simpsons, 20 yıl içinde birçok ilke de imza attı. Bu “ilkler”in en önemlileri hiç kuşkusuz dizide kullanılan referans kaynakları ve yapılan göndermelerdi.
The Simpsons'ı benzersiz kılan yaratıcılarının algı kapılarını sonuna kadar açık bırakması. O açık kapılardan içeriye 20 yıl boyunca yüzlerce isim, binlerce popüler kültür eseri ve sayısız espri girdi. Böylece sinemada yaygın olan “alt metin” kavramını televiyonda uygulayan ilk dizilerden biri The Simpsons oldu.
The Simpsons, 20 yıl boyunca popüler kültürün birçok dalından beslenmesinin yanı sıra birçok popüler esere de ilham verdi. Müzik, sinema, televiyon ve yazılı basından hem beslendi hem de onlar için iyi bir malzeme teşkil etti.


Kaynak: Cnbc-e dergi

2 Mayıs 2012 Çarşamba

İzmir film festivali'nin ardından: En İyi film NAR



İzmir film festivali 12 yıldan beri yapılmıyormuş. Doğrusu ya yapıldığı dönem çok yoğun çalıştığımdan haberim bile olmuyordu. Sinema sevgim genellikle cuma geceleri gittiğimiz gişe filmlerini izlemekle kalıyordu. Nerde festival filmlerine gideceğim.
Bu yıl uzun aradan sonra tekrar başlayacağını duyduğumda çok sevindim. Ne var ki bu sefer de evde tadilat, badana, çöp atma işleri vardı. Ah haahh:)) duyan da evimizi çöp ev sanacak.
Marangozun geç gelmesi işlerin akışını planladığımızdan geç yapmamıza, haliyle festivali sonundan yakalamamıza neden oldu.
Bütün bunlara rağmen iki filmi de izleyebildik. Her ikisini de, çok ama çok beğendim. İlk izlediğim film yönetmenliğini Tayfur Aydın'ın yaptığı İZ filmiydi. Günümüz sorunlarına gerçekçi bir bakış açısıyla bakmıştı. Başta ailenin babasına inadına karşı öfkelenseniz de, filmin sonundaki sürpriz sayesinde haklılığını anlıyorsunuz.
Diğer izlediğim filmse yönetmenliğini Özcan Alper'in yaptığı “Gelecek Uzun Sürer” filmiydi. Bu film Alper'in ikinci uzun metrajlı filmi. İz filmiyle ortak sorunlara eğilmiş. Özcan Alper'in sinemasını çok beğeniyorum. Angelopoulos'un izlerini görebiliyorsunuz. Hep bir arayış hali ve uzun gibi görünen yitip giden zaman. Benim için sürpriz olansa Alper'in anne babasının da, sinemaya gelmiş olması ve konuşmalarına şahit olmamdı. Tabii burada konuştuklarını anlatmam yakışık almaz ama mütevazı ve başarılı yönetmen Alper'in efendiliğinin aileden gelen bir genetik kod ve görgü olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Nar filmini çok izlemek istememe rağmen maalesef izleyemedim. Desem e gelirse artık kısmet diyorum.
Yönetmen Ezel Akay, oyuncular Işık Yenersu, Rıza Sönmez sinema yazarı Murat Özer görüntü yönetmeni Uğur İçbak'tan oluşan Ulusal Uzun Film Yarışması Jürisi Ümit Ünal'ın yönetmenliğindeki Nar'ı En İyi Film ödülüne layık buldu.


 Murat Erşahin, Burcu Aykar ve Çağdaş Günerbüyük'ten oluşan Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) jürisi Ruhi Karadağ'ın Simurg filmini birinci seçerken; Oğuz Onaran, Oğuz Adanır ve Mutlu Parkan'dan oluşan Akademi Jürisi de tercihini Nar'dan yana kullandı.



En İyi Film: Nar
Jüri Özel Ödülü: Simurg (Ruhi Karadağ)
En İyi Yönetmen: Tolga Örnek (Labirent)
En iyi Senaryo: Ümit Ünal (Nar)
Çiğdem Vitrinel – Şebnem Vitrinel (Geriye Kalan)
En iyi Kadın Oyuncu: Şebnem Hassanisauchi (Geriye Kalan)
En iyi Erkek Oyuncu: Gün Koper, Ayberk Pekcan, Bedir Şirin (Aşk ve devrim)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Burak Kanbir (labirent)
Siyad En iyi Film: Simurg (Ruhi Karadağ)
Alim Şerif Onaran Akademi Ödülü: Nar (Ümit Ünal)
En iyi Film: Selim Demirdelen (Nar)
En İyi Sanat Yönetmeni: Adalı Aksoy (Aşk ve Devrim)
En iyi Kurgu : Oğuz Çelik (Labirent)

Seneye umuyorum ki, baştan sona festivali takip edebileyim.





Bir Karşı Akım; Little Free Library



Nisan ayı bizim için evde tasviye ayı gibiydi. Bir dolu atılacak eşya birikmiş. Küreselleşmenin ve kapitalizmin dört nala koştuğu günümüz dünyasında, her satın aldığın, nerdeyse anında çöpe dönüşüyor. Ucuz diye kapışılan pılı pırtıdan artık içime fenalık geldi.
Evde detaylı atma işlemini tamamlarken gözüm kitaplara takıldı. Her ne kadar artık Kent Kütüphanesinden alsam da, yine de satın aldıklarım da var. Fakat bir kere okuduktan sonra hiç bir kitabı ikinci kez okuduğumu hatırlamıyorum. Canım sıkıldığında, Sait Faik'in öykülerini saymazsak tabii. Salonda kütüphanede duran kitaplar var. Asla atılmaması gereken tarih kitapları ya da ailemden kalma kitapları saymazsam, diğerleri için burada ne duruyor diye düşünüyorum.Odama raf çaktım; o da doldu. En sonunda ıkea dan karton koli almanın daha iyi bir çözüm olacağını düşündüm ama onun da sonunun olmadığını anladım. Hani koliye konulan kitap bir kez daha okunmak için çıksa, amenna diyecem. Yok! Bir giren orda kala kalıyor.
Dedim ya, iş güç derken, Notos dergiyi geç almak zorunda kaldım. Daha farklısını düşündüğüm bir projeyi Hudson'da yaşayan Todd Bol kaybettiği emekli öğretmen annesinin anısına, okul binası görünümünde bir dolap yapmasıyla başlamış her şey. Bol, evinin önüne “tek sınıflı okulu” kitaplarla doldurmuş. Mahalleliden o kadar rağbet görmüş ki, küçük anıt böylelikle projeye dönüşmüş.
Tedd Bol bu ilgiden cesaret alarak arkadaşı Rick Brooks'un da desteğiyle birlikte kolları sıvayıp, kasırganın yerle bir ettiği ahırın enkazından çıkarılan malzemeyle ilk etapta 20 küçük kütüphane yapmış ve iki yıl kadar kısa sürede, çoğu Wisconsin'de olmak üzere, ABD'nin yirmiyi aşkın eyaletinde yenisinin öncülük ve aracılık etmişler.
Proje o kadar büyümüş ki, sınırları aşıp, Kanada, Almanya ve Gana gibi ülkelerde de yapılanlar eklenmiş.
Mini kütüphanelerin en büyük özelliği ise kilidinin olmaması. “Bir kitap al, bir kitap bırak.” Todd Bol projenin mantığının böyle işlediğini ifade ediyor. Beğendiğiniz bir kitabı alıp götürebilirsiniz, illa ki okuduktan sonra iade etmek istemiyorsanız, kütüphanenizden bir kitapla değiştirebilirsiniz.
Projenin fikir babalarına göre bu küçük kütüphaneler kitapların serbest dolaşımı ve okuma sevgisi yaymanın dışında bir başka misyonu daha olduğunu söylüyorlar. “iPad'lerin Kindle'ların çağında” ilk bakışta bir tür “karşı-akım” gibi görünebileceğini ifade eden Amerikalı girişimciler, bunun elektronik aygıtların sağlayamayacağı biçimde, insanları “yüz yüze” getirebileceğine inanıyorlar. Okuların tanışma ve kitaplar üstüne sohbet etme imkanı sağlayacğını düşünüyorlar.
Amerikalı girişimciler, projeye yapılan bağışların bir kısmıyla gelişmekte olan ülkelerdeki ya da sorunlu bölgelerdeki kütüphane programlarına destek vermeyi planladıklarını da söylüyorlar.
Oldukça cazip olan “karşı-akım” projesinin başka ülkelerde de takipçi bulmakta zorlanmayacak gibi görünüyor.
Bizim ülkemizde ise kişilerin kendi kütüphanesinden verdikleri kitapların geri dönmediği tecrübesi vardır. Benim fikrim artık okumadığım kitapların arkadaşlarla değiş tokuş yapılması biçimindeydi. “Alayım okuyunca getiririm” hiç bir zaman gerçekleşmediği için de, “aaa ayıp olur falan demeden” kişiler bu alış verişi yapmalılar, diye düşünüyordum.
Biraz önce netten görsellerden baktığımda, oldukça hoş küçük kütüphane tasarımları vardı.
Umalım ki bu “karşı-akım” projesi bizim ülkemizde de yeterli ilgiyi görsün






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...