24 Haziran 2013 Pazartesi

Bakkalım



Bu fotoğrafları üç sene önce çekmiştim. İşte çocukluğumuzda yaşadığımız içinde "yok" diye bir şeyin olmadığı bakkallardan. Ne yazık ki, küreselleşmeyle birlikte yok olup gittiler. Yerlerine kör kuyu misali, dipsiz market arabalarına sahip devasa marketler yer aldı. Ne kadar alırsanız alın, sanki hiç bir şey almamış gibi hissettiğiniz, sizi diğer müşterilerle alım rekabetine zorlayan, çalışanlarının iki kuruş alıp, yoğun mesailer yaptırılan, hafta sonunuzu kırsal bir alanda ya da sinema gibi yerlere gitmek yerine, market gezmelerinin çıktığı 90'lar ortası ve sonrası.
Kampanyalarla ve bonuslarla sürekli tükettiren, ay sonu geldiğinde kredi kartı ekstralarının destan yazdığı hesap ekstreleri.
İşte durum bu, bugünlerde hatırladığımız bakkalları ve küçük esnafı destekleyelim. AVM lere gitmeyelim. Gerçi ben kendi hesabıma uzun zamandır gitmiyordum, gitsem de öylesine yürüyüp, sinir olarak çıkıyordum.
Bu konu hakkında daha fazla yazmak isterdim.
Evde badana boya var. İşim çok, yorgunum...


18 Haziran 2013 Salı

Murathan Mungan, Sait Faik, Orhan Veli, yaz,


Ev darmadağınık. Hala sıva işleri bitmedi. Dün ön cepheye mantolama yaptırdık. Bu saat olmuş (4) ancak geldiler de mantolamanın üzerine sıvaya başlayacaklar. Diğer balkon ve arka cephe, apartman içi badanasıyla birlikte en az 15 gün sürer. Biz şu evin dağınıklığından bir kurtulsak. Neyse biter biter diyeyim de, kendi kendimi sinir etmeyeyim.
Dur daha sinirlenmem lazımmış. Sinirim ancak yazarak dağılabiliyor. İnsan bu dağınık evde bi şey yapamıyor. Ben de kitap okuyorum bölük pörçük.
Murathan Mungan'ın “Stüdyo Kayıtlarını” okuyorum. Bunu Nesli seçip almıştı, beğenmedi, ben beğenerek okuyorum.
Murathan Mungan'ın ne kadar ciddi ne kadar çalışkan ve edebi yönü kuvvetli olduğunu biliyordum da burada daha iyi anladım.
Üstelik o kadar çok yönlü ki. Onun gibi gerçek edebiyatçıların yanında, şimdi türedi edebiyatçılar çıkıyor ya “böyle edebiyatçıları görüp de, cesaretlerine hayran kalmamak mümkün değil.” diye düşünüyorum.
Bu kitapta kendi düşüncelerini, edebiyat hakkında, yaşadıklarını, yazım tarzını, edebi titizliğini hakkında çok lezzetli anlatmış. Bir de onun ses tonunu ve konuşma tarzını bilince sanki konuşuyormuş gibi hissediyorum.
Bu böyle oluyor işte. Çağdaşın olan yazarı televizyon, radyo gibi yerlerde gördüğün, en azından, o anlamda bir tanışıklığın olduğu için, yazarların bu tür kitapları, benim için konuşma, sohbet kitapları oluyor.
Mesela bu konuda en çok ses tonunu ve konuşma biçimini merak ettiğim Sait Faik'tir.
Ama o gerçekten de konuşma daha doğrusu sohbet havasında yazdığı için hayıflanmıyorsun gene de.
Hele yaz mevsiminde konusu Ada'da geçen öyküleri, burnuma deniz kokusunu, martıların çığlıklarını, çam ağaçlarının gölgesini, Rum kızlarının kıkırdaşmalarını velhasıl rüya gibi bir Ada hayatını, gözlerimin önüne seriyor.
Murathan Mungan diyor ki; “an dediğin nedir ki azizim; düşündüğün, hatırladığın zamanlar ve o zamanlara düşünerek gittiğinde, o an hiç bitmez. Uzayın boşluğunda sıkışmış kalmış ve sen yine gidiyorsun işte.
O yüzden eski dönemleri hatırlamak, kayıp zamanlar değil, her zaman kazanılmış ve zihnin unutmadığı sürece sende yaşayacak zamanlardır. Zaten zihnin unutursa, bugünü de unutur.
Offf çok fena konulara daldım. İç karartıcı. Zihnin tükenmesi falan. Ne ki kaçınılmaz gerçek.
Çık, çık, çık bu sulardan.
Yaz mevsimi, sabah saatleri...
Murathan Mungan'da çok severmiş. Doğrusu ben çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Fazla sayılmasa da uykucuyum. Nesli yaz sabahlarını seviyor ama. Çok erken kalkıyor ve denizi seyrediyor. Ben karacıyım, denizle işim yok. Evet, izlemeyi seviyorum ama... ama işte o kadar. Buna neden ayaklarımın buz gibi olması olabilir mi? Yazın bile demir gibi. O yüzden belki de denize girmeyi hiç sevmiyorum.
Bütün bunları neden yazdım. Gündemden kurtulmak için. Biraz da günlük gibi olsun diye. Artık karar verdim, günlük etiketi de açtım. Kimi günler yazmayı düşünüyorum.

Şimdi de aklıma Sait Abi'min arkadaşı Orhan Abi'min şiiri geldi.
Hadi birlikte okuyalım, tam da bugünler için yazmış sanki.

BEDAVA

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.

İşte böylesi yazarlar, zamansız. Kendi zamanlarında kaybolup gitmiyorlar. Tam aksine zaman geçtikçe demleniyorlar, hiç unutulmuyorlar. Onlar da uzayın boşluğunda bir yerdeler belki. Biz tekrar tekrar hatırlayınca “haa evet yaa, biz de bir zamanlar insanlarının değeri olmayan bir ülkede yaşadık ve öldük. Memleket çok güzeldi, ama acayip giden bi şeyler vardı. Baksana bana; belediye çukuruna düştüm de, öldüm. Şimdi de oluyormuş öyle vakıalar. Hala hiç değişmemiş” diye sunturlu bir küfür sallıyorlar mıdır, ne dersiniz?




15 Haziran 2013 Cumartesi

Stockholm Sendromu



Bazı insanlar öğrenilmiş, geliştirilmiş ya da içgüdüsel hareketlerle insanlara karşı sürekli snop, ukala, ben bilirim, küstah ya da belki ağır ol molla desinler mantığıyla tepeden bakıyor. Hatta zaman zaman hakaret ediyor. İtip kakıyor. Adama bakıyorsun hiç bir özelliği yok.
Bunun sonucunda bu adamın ya da kadının bu hareketlerine muhatap olan insanlar doğal olarak sinir oluyor. Eğer bu hareketleri onlara yapan kişi, ortak arkadaşları ise birbirlerine şikayet edip, şöyle yaptı, böyle yaptı, şunu söyledi bunu söyledi diyerek en azından konuşarak rahatlamaya çalışıyorlar.
Eğer bu hakaretleri yapan,  ne bileyim zenginse, mühim bi koltukta oturan zarzavatsa zaten egosu tavan yapmış.  Aslında bu tarz insanların içlerinin insani ve kültürel olarak boş olduğundan böyle yaptıklarını düşünüyorum.
Gözlemlerime göre bu kişinin hakaretlerine muhatap olmuş bir kişi,bununla biraz sohbet edip,  biraz espri, sohbeti biraz koyulatınca, şikayetçi anında değişip
AAAAAA VAR YAAAA, ASLINDA TANISANIZ ÖZDE ÇOK İYİ İNSAN! ONA DA HAK VERİN, BAŞINDA O KADAR İŞ VAR Kİİİİ!
Diyerek ona karşı gizliden bir hayranlık beslediğini, kendisini aşağılık kompleksine soktuğuna, aynı kişiyle konuşarak bu aşağılık kompleksinden onunla konuşarak ya da dost olduğunu sanarak kurtulmaya çalışıyor. Tabii buna makam sahibi ya da zenginle konuşmanın dayanılmaz gücü, kof bir özgüvene evriliyor.
Bir diğer düşüncemse, “BAKKKK VAR YAAA, HERKESE KÖTÜ DAVRANIYOR, UKALALIK YAPIYOR, İNSAN SEÇİYOR AMA BENDE NİHAYET O SEÇİLMİŞ İNSANLARIN ARASINDAYIM, DEĞERLİYİM” diyor.
Son günlerde başbakana kızgın olan, toplantıya giden ve toplantıdan çıkan çoğu kişide de bu özellikleri gördük.
Herkesi haşlayan, hakaret eden adam ona iki espri bir pohpohlama yapınca “ohhhh adamın vidaları gevşedi.”
Neydi bunun adı Stockholm Sendromu, di mi?
Biz Tükenmişlik Sendromundayız. Meryem sayesinde öğrendik. Meğer tükenmişiz de bilmiyormuşuz, diş sıka sıka.
Patlarsam yanarsın!




14 Haziran 2013 Cuma

Ne çektin be sen geri zekalı komşum inadından!


Karşı apartmanda sıva boya işleri olunca bizim apartmana da sıçradı. Bu böyle oluyor. Senelerdir kötü kötü, sıvası eskimiş, badanası dökülmüş oturuyorlar, “hadi yapalım yahu, hadi yapalım” desen de bir türlü kıpırdamıyorlar. Götlekler güzelliği görünce ancak öyle özeniyorlar. Ya da kıskanıyor bizim neyimiz eksik? Bknz: komşu kıskanması.

Sonuçta karşımızdaki apartman güzelleşmeye başladı. Apartmanın en üst katında oturan adam çatının tamiratı ya da yeniden yapımı için, apartman sakinlerinden (na-sakin)  para toplamak isteyince, “biz karışmayız, kendin yaptır” demişler. Bu baştan normal çatı yaptırmayı düşünürken, -aldığımız duyumlara göre- çatıya imar izinsiz falan, baya bir çatı dairesi (odamsı bi şey) kondurdu. Tam bizim karşımıza. Nasıl sinir oldum, o kadar olur. Denizi büyük bölümüyle kapattı. İşin kötüsü buraya taşındığımızdan beri, çiçek sularken falan güneşin batışını izlemek hayatımın rutini olmuştu. Güneşin batışını olduğu gibi izlemek, kıyıdan köşeden değil, ful ekran hayatının rutini olması çok güzel bi şey. Kısa bir anda kızıl top ufuk çizgisinin altında kayboluveriyordu. Şimdi o da gitti mi?

Neyse evde sesimi hiç çıkarmadım. Biliyorum ki, o da acayip sinir oldu ve vıdı vıdı yapıp, daha da sinirleri germeyeyim dedim.

BEN YAPTIM OLDU ZİHNİYETİ

Evet başımızdaki, başbakan ve emir erleri “ben yaptım oldu höööö kime ne lan?” kafasında olduklarından ve Türkiye'de onlarca yıl yaşayıp tecrübe ettiğim için, “offff hırrrr, gırrrr” ruh hali içindeydim. Artık bunun geri dönüşü yok, sinir de olsan da alışmaya çalış, falan diye kendime empoze ediyordum.
Meğer karşıdaki geri zekalının çatısını yapan usta "bu yasak kardeşim, imar izni olmadan yıkılır, gel şunu uygun bir şekilde, çatı şeklinde yapalım falan” dese de hem inatçı hem gerzek, inat etmiş, yaptırmış. Gerzek sokakta bağırdı “benim param var lan, yaptırırım!” diye. Bu bağırışlar aynı apartmandaki avukatla tartışması sırasında olmuş.

Zira avukat bunu şikayet etmiş. Gerzek şikayetten sonra, hala çatını üstünü ziftli malzemeler mutfak tüpüyle ısıtarak yapıştırttı. Bütün gün forrr forrrr seslerini dinledik iyi mi? Sanki dedim bu herif de gezi parkındaki ağaçları sökmek isteyen zihniyetle aynı. Başından kıçına kadar zihniyet aynı. Aynı cehalet, aynı nobranlık ve küstahlık.
İki gün sonra o yapışan ziftli malzemeler şırrrrrakkk şırrakkkk diye yapan ustalar tarafından söküldü.

Ulan dedim, inat edeceğine git bi araştır soruştur, oluyor mu olmuyor mu, yasası var bilmem ne. Meğerse gerzek herifin belediyede tanıdığı varmış, ona güvenmiş.

On milyar yapım için gitti. Şimdi yıkım için kaç para gidiyor bilmiyorum. Tekrardan çatı hizasına imara uygun çatı yaptıracakmış.
Millette hesapta “cık cık cık, yazık adam on milyarı verdi getttiii getttiii” ayağı çekiyorlar. Ne çektin be sen geri zekalı ve inatçı komşum. Ne çektin inadından?
Neymiş, akılsız inat bünyeye ve cebe zararmış.





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...