26 Eylül 2011 Pazartesi

İstanbul nasıldı?



Dur. Bırak şimdi haberleri.
Birşey dinlemek istemiyorum.
İstanbul nasıldı?
Boğaz?
Rumelihisarında balık ekmek yiyor muydu insanlar?
Yoksa yağmur ıslatmış mıydı her yeri?
Güneş çıkıyor muydu, arada?
Kulakları küpeli köpekler, gevşemiş yatıyorlar mıydı,
güneşin altında?
Kediler balık peşinde miydiler?
Mutlu muydular herşeye rağmen?
Ya insanlar?
Gülüyorlar mıydı?
Gülüyorlardı, de...
Gökyüzü lacivert olmuş muydu yine?
Bir başka mıydı boğaz?
Tekneler bir yerlere insanları taşıyorlar mıydı?
Yüzleri gülüyor muydu?
Yalan da olsa... gülüyordu, de...
Bıktım
Hep mi kahır olacak?
Hayır
Dur. Açma televizyonu.
Beyoğlu nasıldı?
Gündüz melek, gece şeytan mıydı?
Serseri miydi, bey mi?
Yalnızlar var mıydı yine?
Olmaz mı!
Arayışlarda mıydılar yine?
ne aradıklarını bilmeden...
Dur. Açma televizyonu.
Ortaköy'e gidelim.
Çeşme yine yerli yerinde duruyor mu?
Yaa, kaldırdılar demek!
Otobüsten iner inmez kana kana su içerdim orada...
Gobakadam? O da mı yok?
Patatesçi Ulviye nerede peki?
Açı kırtasiye?
Renkli kalemlerim vardı orada...
Hadi gel meydana gidelim...
Üç tekerlekli kiralık bisikletler...
Bak orada görüyor musun?
Tekerlekleri kocaman...
Şimdi neler var burada?
Nereden çıkmış bütün bunlar?
Dur. Açma televizyonu.
Sarıbal sokağa gidelim...
Orada bir ev var.
Bak görüyor musun?
Çocukluğum duruyor orada...

18 Eylül 2011 Pazar

Saadetimi mama yağına borçluyum!


Merhaba ben Belma
Orta karedeki fotoğraftaki arkası dönük olan. Karşımdaki de, karşıki komşum Mualla.
Mualla’nın kocası enayı denilecek cinstendi. Dikkatinizi çekerim enayI, noktasız yani. Offf şimdi bana bi insana ayı denir mi falan diye etik değerlerden bahsetmeyin. Dalarım valla. Lafla canım. Şiddete karşıyım.
Mualla anlatır durur, kocası İbrahim dışarıda mıymışık  süt dökmüş kedi yavrusu, eve gelince aslan kesiliyormuş. Sabah kalkınca suratından düşen bin parça. Kahvaltı sofrasında konuşmaz, gülmez… günaydın demeyen adam nasıl konuşsun? Hırt işte! Çayı bitince ‘çay koyar mısın?’ bile demez, işaret parmağını bardağın içine doğru itelermiş. İnsan konuşur de mi? Eskaza kırk yılda bir lokantaya gitseler, garnitür olarak gelen maydanozları,  kadının tabağına çöpe atar gibi atarmış. Tabii et obur olduğundan sebzeyi tabağında bile görmeye tahammülü yokmuş. Bi tek kahvaltıda balı çok severmiş. N’apsın Mualla buna petek olsun, süzme olsun bal alıp duruyor. Geçen İbrahim’e bal almaya Mısır Çarşısı’na gitmiş. Bakmış yeni bi ürün çıkmış. Satıcı ‘yenge bu yeni çıktı, al ekmeğin üstüne sür kahvaltılarda, pek besleyici, tanıtım fiyatına satıyoruz, yarın iki misli fiyata satacaz, demedi deme, sen yabancı dilsin, ondan diyom’ demiş. Mualla’da almış.
Ekmeğin üzerine paketli yağdan sürmüş, üzerine de bal dökmüş, İbrahim yalamadan yutmuş. Aaaa diyor Mualla adamın hoşuna gitti sanki, biraz yumuşadı mı ne? Boş çay bardağının içine işaret parmağını sokuşturmak yerine ‘hhaanımmm höğğğ’ gibi sesler çıkarıp gözleriyle bardağı ve çaydanlığı işaret etmeye başlamış.
Bir iki derken, İbrahim’de bi değişiklik. Eve gelince dışarda olamadığı sözde aslanlık durumları kalmamış. Hanımım bana yağlı ekmek ver, üstüne de bal diyormuş. Hanımım aşağı hanımım yukarı. Ebleh olmuş çıkmış bu böyle böyle.
Geçen sabah Mualla geldi. Benim bey Önder’i perde arkasından dikizlemiş. ‘Kızzz seninki sabahları kalkınca pek bi yorgun oluyo. Git Mısır Çarşısı’ndan mama yağı al. Üstüne de bal sür. Hem enerjik olur, hem de eblehleşiyorlar. Kocanın iyisi ebleh olandır. Dışarıda çalışsın dursun. Seninki memur, çenesine kuvvet gelir, iyi çemkirir. Sana da dokunmaz.
Geçen sabahtan itibaren sürmeye başladım. Önder; Belma be, n’aptın bana bülbül suyu mu içirdin? Daireye gelen mükelleflere bi çemkiriyorum, adamlar önce pembe sonra kızarıp hatta duruma göre morarıyorlar. Sonra da topukluyorlar. Valla Mualla haklıymış, çok enerjik oldum.
Hah haha haaaaaa… eve gelince de Önder yağlı ekmeğini yedikten sonra, bi uyku bastırıyor. Zıbarıp yatıyor.
Sağol kız Mualla…

Not: Fotoğrafta Mualla, ben ve Önder'i yakından görmek için fotoya tıklayın. Bu sabahki diyaloğumuz...

16 Eylül 2011 Cuma

Tecavüz çareleri!!!


Eğer insan yeterince kötü görünürse dilediği gibi hareket edeceğini keşfeder.
Gazetelerde okumuşsunuzdur; tecavüz dava dosyalarının azalması için, tecavüze uğrayanın, tecavüzcüsüyle evlenmesini önermişler.
Baştaki cümle için, ne kadar yerinde bir tespit diyoruz değil mi?
Hayatta  tecrübe edinecek kadar yaş aldıysanız, adaletin iyiden yana değil, kötüden yana olduğunu çoktan anlamışsınızdır.
Bu sadece yasalar tarafından da olmaz. Bizzat insanların ‘gelenek görenek’ dedikleri, sözde ‘saygı’ dedikleri, güçlü olan kötüden korkusu yüzünden, mağdurun daha da ezilmesine, aşağılanmasına defalarca tanık olmuşsunuzdur.
Hangi adalet?
Kim karar veriyor buna? Yasalar adil olduğu için değil, yasa olduğu için uygulanır, değil mi? Evet, anlaştık.
Tecavüzcü için bunları söyleyebilenler, çoğu kez, bir kitabı muzur da görebiliyorlar. Toplumun aile yapısı rencide olmaması için! Fakat tecavüze uğrayan, tecavüzcüsüyle evlendiğinde kutsal aile birliğini kurarak, kutsum kustum kustummm! kutsanacaklar.  Ahhh ne adalet ve ne hakkaniyet!
Yukarda ilk satırdaki tespiti yapan arkadaşa gelelim mi? Benim arkadaşım falan değil tabii ki. Fakat bugünlerde yazdıklarını hayranlıkla okuyorum.
Evet  yazar o.
Ama bildiğiniz yazarlardan değil.
Önce yukarıdaki  tespiti yapmasına hangi olayın neden olduğuna  ve sonrasında gelen yazarlığının nasıl başladığını anlatayım: arkadaşlarıyla birlikte tatile çıkar. Bitişikteki kamp yerinde müzik rahatsız edici derecede açılır ve bu nedenle başlayan tartışma yerini kavgaya bırakır. Bu olayda yaralanan Chuck tatilden döndüğünde iş yerinde kimse tarafından ilgi görmez. Çünkü korkunç derecedeki yüzü hakkında yorum yapmaya cesaret edemezler. İşte bunun üzerine insan yeterince kötü görünürse dilediğince davranacağını keşfeder.
Sonrasında devam ettiği edebiyat grubu bünyesinde yaptıkları çeşitli gösteri ve eylemler sonucu ‘Kargaşa Projesi’ni yazar. Kısa bir süre sonra aynı isimle kısa öykü yayımlar. Üç ay içinde Fight Club (Dövüş Kulübüne) romanına dönüşür.
Tanıdınız değil mi onu? Yeraltı edebiyatının kralı Chuck Palahniuk.
Washington eyaletinin doğusunda bir çiftlikte büyüdü. Eyalet Üniversitesi’ne devam ettikten sonra Oregon Üniversitesi’ne geçip, öğrenimini orada tamamladı.
Aslında otuzlu yaşlarına kadar edebi metin yazmadı.Tabii üniversiteden sonra üç yıl boyunca çalıştığı Freightliner isimli şirketteki, montaj hattında yazdığı taşıt modifikasyon prosedürlerini saymazsak!
Ardından tamirci olarak çalıştı.
Aslında ilk romanı Invisible Monsters (Görünmez Canavarlar) dır. Bu romanı yayıncılar içeriği nedeniyle yayınlamamışlar. Heh heh heee! Hasıraltı yayınları iftiharla sunar! Bu olay Palahniuk’u öfkelendirir ve içeriği daha çok ‘yok edici’ olan Dövüş Kulübü’nü yazmış. Ve bu roman yayıncılar tarafından beğeniyle kabul görmüş. Sonra da filme çekilmiştir.
Şu anda ‘Gösteri Peygamberi’ni elimden düşürmeden okuyorum.
Palahniuk’un romanlarındaki tavır isyan gibi görünse de, aslında varoluşumuza özlem duymamıza neden olur. Yarattığımız değer yargıları, para, şöhret, güzellik gibi önemli saydığımız şeylerin anlamsız yalanlar olduğunu anlatır.




Aygır İmam Efendi


Tüm toplumlarda  ilginç kişiler olmuştur. Bunların bazılarının ilginçlikleri,  karakterlerinden  ileri gelir. Bazılarının  da fiziksel özellikleri kişiyi diğerlerinden ayırıp, öldükten sonra bile, onlarca belki yüzlerce yıl hatırlanmasına neden olur.
Birazdan anlatacağım şahısla lise döneminde şimdiki gibi uzun bi yaz gününde, saatli maarif takviminin arka yaprağında  tanışmıştım. Sıkılmıştım ve takvimi duvardan indirip, sayfalarını haşır haşır karıştırmaya başlamıştım. O takvimler yine var ama artık o eski  ilgiyi görmediği kesin. Artık bize zamanı hatırlatan o kadar çok şey var ki. Hız çağı demişler zamanımıza.
Durun yahu: ben yerde oturmuş, kitaplardan sıkılmış, takvime sarmıştım değil mi? Evet ‘aaaaa o da ne yahu? Anneeee adama bak! Osmanlı’da bi adam varmış, bir seferde iki okka (yaklaşık iki buçuk kilo) pastırmanın üstüne kırk yumurta kırdırarak bir lenger (yayvan ve kenarları büyük bakır kap) pastırma yemiş. Ohhhh afiyet olsun yarasın! diyemeden koca lengeri sıyırdıktan sonra dili şişmiş ve ağzına sığmayarak, edebi ikametgâhına bileti kestirmiştir. Adamın ölüm nedenine bakar mısınız? Derviş efendinin en büyük yaşam sebebi, yemek için yaşamakmış.Yaşam sebebi, ölüm nedeni olmuş.
Aygır İmam Efendi’nin,  III. Selim’in düşmanlarından olduğu söyleniyor.Gerçekten aygırlığına ithafen böyle bi hikaye mi uydurulmuş, yoksa III. Selim, Aygır Efendi’yi düşmanı olduğu için mi boğdurtmuş. Doğrusu bilmiyorum.
İnsanların bazıları depresyona girer, ya da bunalır, bu dünyadan çekip gitmek ister. Ya da yaşam sıkıcı gelir. O zaman intihar ederler. Bu anında, ölümle sonuçlanan bi eylemdir. Bazıları da yavaş yavaş en sevdiği yemeklerle içeceklerle öldürür kendini.
Çağımızda da fast food tarzı yemekle Aygır İmam Efendi’yi aratmayacak kişiler olacağa benziyor. Reklama gel: saat 13.30 la 15.30 arası ne yersen 7.5 tl. koş çocuum koş. Hızlı bi şekilde ölmeye. Zamanımız hız çağı değil mi?
Ne ki hepsi birbirine benzeyecek ve bu sıradan bi obezdi denecek artık geleceğimiz olan çocuklara!




14 Eylül 2011 Çarşamba

Yalnızlık ömür boyu


Günler kısalmasına rağmen, yine de uzun. Hâlâ bozdur bozdur harca kıvamında.
Burada İzmir’de kadınlar;  biber, patlıcanları ipe dizip balkon demirlerine süs diye asıyorlar.  Olur mu hiç? Kış geldiğinde, yaza özlem duyduklarında, mutfak bez anı torbasından biraz patlıcan, biraz biber kavurup üzerine sarımsaklı yoğurt… Ohhh afiyet olsun efenim.
Yazın sebzesi yaza, kış sebzesi kışa. Hiç sevmedim yazın sebzelerini kış mevsiminde yemeyi. Bunu moda diye, kışın burnu açık ayakkabıyla dolaşmaya benzetiyorum. Yiyenlere afiyet olsun, bi de yarasın, kilo yapsın diyim de ayrılayım bu paragraftan. Hah hah haaaa.
Üst paragraftaki faşistliğime bakar mısınız yahu? Ben sevmiyorum diye millete kilo yapsın diyorum.
Neyse geçelim efenim bütün bunları. Yaz gitti gider artık. Balık mevsimi açıldı. Şu, bu, o…
Buna rağmen günler uzun. Enflasyona uğramamış para gibi. Harca harca bitmiyor.
Dünün hikâyesi; evde bi ton iş yapmakla bitmedi. İşleri yaptıktan sonra oturdum şehir kütüphanesinden aldığım kitabı bitirdim. Aslında buranın ismi Milli kütüphane ama önünde Milli ile başlayan her şey ben de kaşıntıya neden oluyor. Bi de sonunda Milli olan bi şarkıcı vardı bi zamanlar. Hatırladığım kadarıyla BayDiş olarak kalmış aklımda. Annem bana her zaman insanların şekli şemali ile dalga geçme derdi. Ben de bu sözünü tuttum ve bunun etik olmadığını da anladım tabii. Hatta işin ileri boyutuna geçip, bunun bi nevi eblehlik olduğunu anladım.  Şu anda Metin Milli ile dalga geçmiyorum, çünkü o dişler Metin Milli’ye Allah vergisi değil, dişçinin hend meyd işiydi. Boş ver şimdi Milliyi ve Metin’i…
Artık bi süredir öyle, çoğu kitabı, romanı, iehir kütüphanesinden alıyorum. Gayet iyi oluyor. Tavsiye ederim, müsaitseniz. Hatırlar mısınız bilmem? Bi zamanlar şöyle bi uygulama vardı: okuduğun kitabı bi parka, bi banka ya da otobüs durağına bırak. Sonra onu alan kişi de, okuduktan sonra, kalabalık bi yerlere bıraksın ve o kitap şehirde dolaşsın dursun. Ne mutlu öyle kitaba. Sadece bir kişi değil, onlarca belki yüzlerce kez okunacak, ta ki paramparça olana dek. Herkesten bi anı kalacak. Altı çizilecek, plajda okunduysa güneş yağı ya da kum olacak içinde. Ben eskiden özellikle kitapları böyle iz bırakacak şekilde okurdum. Arkadaşlarım, şeffaf poşetlere sarar, adeta kundaklardı. Ben de bi sinir, bi sinir. Yaşatın yahu şu kitabı. Beni ilgilendirmez. N’aparlarsa yapsınlar.
Ahhh! Dün diyorum, dünü anlatacağım diyorum, neler giriyor araya. Kitap v.s. lütfen aradan çıkınız. Sadede gelmek istiyorum
Dünün geri kalanında kütüphaneye kitabı vermeye gittim. Ordan ver elini Kemeraltı. Bakmak insanın içini açıyor, gözü şenleniyor. Hiç ihtiyacım yok desen de illa ki ihtiyacın oluyor, bişeyler satın alıyorsun.  Bi dükkan gördüm. Ufak tefek tarım aletleri, fare kapanı, filit, v.s gibi şeyler satıyordu. Benim bunlarla ne işim olur ki? Dükkânın önünde çakılmama neden olan, kostik denen maddeydi. Kostik işte. Marketlerde Lavabo aç markası ile yüz gramlık paketlerde satılan bi madde. Yüksel Teyze bunu ağzını şaplata şaplata anlatmıştı. Her bi şeye kullanıyorum diye. Güya çamaşır makinasına atıyormuş, ne kireç, ne bişey. Hadi ya kireç çözecem diye, makine tırınımnım nımmm, olmasın! Lavabo bazen Avrupa Yakası’ndaki Şahika’nın akrabası deyze gibi ‘offf dıkandım haaaa!’ deyip sular gitmiyor. Bun maddeyi aldım o yüzden işte.
Adamın kostiği, poşete koyup, ben parayı verme süreci içersinde, kendimi yemyeşil bi köyde oturuyormuş gibi hissettim. Köyde, doğanın içinde yalnızım. Ayda bir kere şehre gelip, toprakla ve teknolojinin olmadığı bu yer için dükkândan, gerekli zirai aletleri, ilaçları falan alıyormuş gibi.
Bazen doğanın içinde yalnız kalmak istiyorum. Hayvan ve bitkilerle birlikte. İnsan hiç görmeyeyim. Yalnız olayım.
Bazen de İzmir şehrindeki kalabalık o kadar az geliyor ki. Ne bu tenhalık, temposuzluk diyorum. İçim sıkılıyor. Yalnız kalmak için daha fazla kalabalığa ihtiyaç var. Bu kadar az bi kalabalık sana yalnız olmadığını haykırıyor. Birileri bi şekilde değiyor.
Üster ıssız bi köyde, ister kocaman kalabalık  bi şehirde, sonuçta da mezarda. Yalnızlık ömür boyu ve sonrasında…


2 Eylül 2011 Cuma

Eylül portrelerinden: Victor Jara


Büyülü bi aydır eylül. Yaz mevsiminin yakıcılığı ile sonbaharda başlacak soğuklara ayar verir. İkisinin keskinliğini birbiriyle barıştırır. Biz insanları, hayvanhaşadı ve nebatı alıştırır gelecek soğuk günlere.
Eylül ayının hüznünü ve barışcıllığını kesin olarak öğrenmem lise yıllarına denk düşer. Lisede matematik dersini sevmez ve bunun karşılığında ikmale kalırdım. Bu kurtarıcı ay beni ve diğer ikmale kalan öğrencileri okulla tekrar barıştırırdı. Koca bi yaz, omuzlarımda hissettiğim ‘evet matematikten çaktık, of offf’ sıkıntısını üzerimden alıverirdi. Alpay bize ‘eylülde gel’ şarkısını yapmıştı. Yüreğimizde ince bi sızı olurdu, o şarkıyı radyoda her duyduğumuzda. Kimileri derslere, kimileri platonik ya da gerçek sevgililerine ithaf ederdi bu şarkıyı. Kim nereye isterse, durumuna göre… şahane bi şarkıymış gerçekten de, boşuna değil klasik olması.
Matematikten her sene ikmale kalmadım. Bütün derslerimden geçtiğim bi yıl, müzikten çaktım. Soranlara müzikten ikmale kaldığımı söylüyordum fakat bu onlar üzerinde dalga geçiyormuşum hissi uyandırıyordu. Dalga geçmiyordum. Üstelik müzik hocası dalga geçilmeyecek kadar ağır psişik bi şahsiyetti. Özhakiki müzik hocasıydı. Hani şu İngilizcecinin beden dersine girdiği, müzik hocalarından değil işte. Ve bu yüzden sanıyorum müzik hocalığı onda mesleğinin hafife alınıyor olduğuna dair bi his uyandırıyor, bize notaları ve notalarla şarkı söylemeyi öğretmeden, sınıf geçirmemeye yemin ediyordu her gece uykuya dalmadan önce. Keskin çizgileri vardı adamın. Boğazı ağrıyıp hasta olduğunda, bi kerede, bi şişe şurubu kafaya dikip, iyileşmeyi umacak kadar bi uçukluk ve keskinlik. Milli güvenlik hocasının otoritesine sahipti. Bedenindeki akordeon, müzik aletinden çok, silah gibi duruyordu. Şarkılar türküler söylemek, faşizan bi durum değil tabii ki. Si si do re, re do si la, la la sol sol la sol solllll. İşte zorla aklımda kalan bunlar.
Şarkı söylemek güzeldir. Şarkılar hayatın zorluklarına karşı bi kalkan, farklı diyarlara gitmektir. Gitmek her zaman bedenen olmaz ki. Müzik sizi alır götürür. Bi şarkıyı ilk nerede dinlemişsem, hep orası aklıma gelir. Otobüs yolculuğuna nedense Funda Arar’ın o buğulu sesini yakıştırırım. O ses, mola yerlerini, mola yerlerinde köpüklü sularla fırçalanan otobüslerin ön camları aklıma gelir. Duş altına giren otobüsler… Gözümü açıp kapadığımda, gördüğüm elektronik saat…  uyuşan ayakları açmak için dolaşırken, kırsalın orta yerine kurulmuş bi benzin istasyonunda, gökyüzünün boşluğuna bakıp, ne olacak bundan sonrası? Hiç. Neden bütün bunlar? Hiç.

Evet sonunda her şey kocaman bi hiçe dönüşürken, zalimlikler zulümler bitip tükenmiyor. İnsan var olduğuna göre hiç bi zaman da bitip tükenmeyecek görünüyor. Bütün bu zalimlikleri bütün insanlığın üstüne atmak ne kadar da büyük haksızlık. Bunları istemeyen bi yığın insan varken… güç kötünün eline geçince neler oluyor neler. Bi takım insanlar, bi takım insanları işlerine gelmiyor diye çatır çatır öldürüyor. Bu dünyanın yarısı Habil’se, diğeri kısmı da Kabil.  Zalim ve zulüm hikayeleri o kadar çok ki; onlardan biri de yıllar önce gerçekleşmiş. –hâlâ da gerçekleşiyor ya hoş- Neyse aşağıdaki yaşanmışlığı aktarmadan edemeyeceğim; Adı: Victor Jara. 
11 Eylül 1973 teki Augosto Pinochet’in düzenlediği faşist darbenin hemen ertesinde gözaltına alınmış ve binlerce kişiyle birlikte –bugün adı verilmiş olan- Şili Santiago Stadyumu’na getirilmiş. Postallarla çiğnenen ülkesinin ve katledilen yoldaşı Allende’nin acısını hissediyordu O.
Yanından hiçbir zaman ayırmadığı refakatçısı gitarıyla birlikte stadyuma getirmişler ve o şarkı söylemeye başlamış. Bu öbür tutuklulara da sirayet etmiş ve gardiyanların üzerlerine ateş açma tehdidine karşın hepsi birlikte şarkı söylemeye devam etmişler. Zalimler baş edemeyeceklerini anlamışlar bu durumla. Zalimin en büyük silahı korkutmaktır. Korkutmak için sırf, Victor Jara’nın ellerini kırmışlar. İstedikleri olmuş ve artık gitarını çalamamış ama bu onun şarkı söylemesine engel de olmamış. İnce bi sesle şarkı söylemeye devam etmiş. Bunun üzerine bi dipçikle kafasını parçalamışlar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip, trübünlerin önüne atmışlar. 16 Eylül 1973 de yaşanmış bütün bunlar.
 Zalimlere bakmayın siz. Zulümlerinin nedeni güçlü olduklarından değil tam tersine korkak olduklarından kaynaklanır. Onlar, onun şarkılardan korkmuşlar. Şarkılarının büyük düşmanı ise darbeci Pinochet’miş.
Victor Jara şarkıları susmasın istiyordu. İnsanların yoksulluktan ölmediği güzel bi güzel bi dünya istiyordu. Pinochet ise bütün bunların hepsine karşıydı. İnsanlar köle olmalıydı onun için, herkesten vazgeçebilirdi ve Pinochet’e göre yaşamak egemen sınıfın hakkıydı.
Şili’deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev tanıklık etmiş ve aktarmış bütün bunları.
Bitmez, bütün bunlar bitmez. Bugünlerde Şili’de olanlara karşı küçük bi anımsamaydı…
Bütün bunlar bitmese de, şarkılar susmasın. Şarkılar zalimleri sustursun…




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...