Ferman Altınorak her sabah olduğu gibi o sabah da erken kalktı. Saat 6 da. Evet bu durum prensip meselesiydi ve Ferman Bey oldukça prensipliydi. Bu durum ona atalarından miras kalmıştı. Soyu Osmanlı’ya dayanıyordu. Ne dayanması; öyle dıdının dıdısı Osmanlı değildi. Öz dedesi padişah ve ananesi de çok güzel bir cariyeydi. İşte tam da bu yüzden ismi Ferman olmuştu. Padişahın Fermanıydı O. Güzeller güzeli ve cilveli ananesinden, padişah dedesi çok memnun kaldığından, İstanbul’un C ilçesinde uçsuz bucaksız toprağa sahip olan bir çiftlik hediye etmişti.
Ferman Bey bu toprakları işleterek inanılmaz bir gelirin sahibi oluyordu. Sonuçta çiftçiydi, ama ne çiftçi! Cumhuriyetin ilk yıllarında doğmuş olmasına rağmen… Memlekette herşey karne ile satılırken, şeker yokken, çocuklar yalın ayak, başı kabakken dahi o yurtdışında okumuştu. Kimbilir belki de çiftlikte üretilen ürünler karaborsada satılıyor, bu asil ailenin mallarına mal katıyor, küçük Ferman’da böylelikle dünyaya açılıyor, bilgisini, kültürünü ve zevklerini geliştiriyordu.
Gençlik çağı geldiğinde, dönem tek parti dönemiydi. Olmayan politika ile ilgilense de, henüz bu konular konuşulmadığı için o da doludizgin ve süregiden enerjisini, Afrika’da safariye çıkarak boşaltmaya çalışıyordu. Memlekete döndüğünde ise kendisini araba kesmemiş bi de Harley motosiklet alarak, harleycilerin ağababası olmuştu.
Şehir kulübüne gider, gece sabahlara kadar kumar oynar, enine boyuna olan yapısıyla çarşıda gulyabani gibi dolaşırdı. Tesadüfen bi çocuk gördüğünde, çocuğun korkusundan altına işediği dahi görülmüştü.
Memleket yokluklarla boğuşurken onun hiçbir şey umrunda değildi. Tam tersine daha da zengin oluyordu. Fakat bunca paraya rağmen mesleğinin sonuçta çiftçi olması onda biraz kompleks yarattığından, soyadını Altınorak olarak almıştı. Evet bir çiftçinin en önemli aleti oraktı. Ama onu diğer çiftçilerden ayıran bitmeyen, gün be gün artan parasıydı. O yüzden kapalıçarşıda bi ustaya bire bir boyutlarda, orak yaptırdı ve çiftlik evinin -malikâne- duvarına dekor niyetine astı!
Soyadını Altınorak alarak, kendisini diğer çiftçilerden ayrı bi yere koydu.
Üstüne başına çok önem veren Ferman Bey, bir önceki gün İstanbul’a gidişinde gözlük sipariş vermişti. Ferman Bey o gün Sirkeci’deki dükkana Harley motoruyla gitmiş, gitmeden önce de her zaman olduğu gibi sinekkaydı traşını olmuştu. Ama ne yakışıklılık!!! Tesadüf bu ya , gözlükçüde dönemin Sinan Çetin’i diyebileceğimiz bir reklamcı, ‘’Ferman Bey’ciğim ne kadar yakışıklı ve ne kadar jantisiniz, lütfen izin verin, bu yakışıklılığınızı bütün İstanbul’a gösterelim.’’ Tabii daha bi yığın yıkama yağlama. Eridi Ferman Bey. Dönemin Sinan Çetin kılıklı reklamcısına sordu: ‘’Yeşilçam artisti Sevim Payan’ı tanıyorsanız, beni tanıştırır mısın azizim?’’ ‘’Ne demek, beraber grafik çizimlerinizi yaparız. Siz yakışıklı, o güzel…
Tanıştılar tanışamasına… Ferman Bey ne kurlar, ne hediyeler almasına rağmen Sevim Payan’ın kalbini kazanamıyordu. Ferman Bey, o Ferman Bey ki, Afrika’daki aslanları kaplanları avlamış, bir Yeşilçam artistinin kalbini kazanamıyor.
Aradan aylar geçti… en sonunda çiftlikte muhteşem bir ziyafet verdi Ferman Bey. Aslında ziyafetten de öte baloydu bu. Maskeli balo. Venedikvari bir balo… yeniliyor, içiliyor, dans ediliyor hatta samimiyeti ilerletip kendi aralarında püskevit yiyip gülüşüyorlardı! Bir kadının cilveli gülme sesinden öyle etkilendi ki Ferman Bey, o kadar olur! Sevim Payan’ın ses tonunu tanıyordu ve o değildi.
Hafızası Sevim Payan’ı unutmaya başladı. Bu güzel sesli kadını bahçeye davet etti. Amacı maskesini çıkartmaktı. Bahaneyle çıkarttı. Bu işlerde çok mahirdi. Aman Tanrım; o ne O! ne kadar güzel, asil, bir kadın. Sarı saçlı, mavi gözlü… Sevim Payan tamamiyle aklından ve dahi gönlünden buhar oldu. Sohbet sohbeti açtı. Ahhh talih, meğer Keriman Hanım, Sevim Payan’ın kız kardeşi değil miymiş? ‘Olsun’ dedi, ’olsun, geçmiş geçmişte kaldı.’
Fazla anlam yüklemek doğru değil, herkese ve her şeye.
Hem ‘İnsan sadece insandır.’ Ben de Ferman Bey’im haa! Ona göre!…