28 Kasım 2011 Pazartesi

Ferman Bey'in çok derin aşkı!


Ferman Altınorak her sabah olduğu gibi o sabah da erken kalktı. Saat 6 da. Evet bu durum prensip meselesiydi ve Ferman Bey oldukça prensipliydi. Bu durum ona atalarından miras kalmıştı. Soyu Osmanlı’ya dayanıyordu. Ne dayanması; öyle dıdının dıdısı Osmanlı değildi. Öz dedesi padişah ve ananesi de çok güzel bir cariyeydi. İşte tam da bu yüzden ismi Ferman olmuştu. Padişahın Fermanıydı O. Güzeller güzeli ve cilveli ananesinden, padişah dedesi çok memnun kaldığından, İstanbul’un C ilçesinde  uçsuz bucaksız toprağa sahip olan bir çiftlik hediye etmişti.
Ferman Bey bu toprakları işleterek inanılmaz bir gelirin sahibi oluyordu. Sonuçta çiftçiydi, ama ne çiftçi! Cumhuriyetin ilk yıllarında doğmuş olmasına rağmen… Memlekette herşey karne ile satılırken, şeker yokken, çocuklar yalın ayak, başı kabakken dahi o yurtdışında okumuştu. Kimbilir belki de çiftlikte üretilen ürünler karaborsada satılıyor, bu asil ailenin mallarına mal katıyor, küçük Ferman’da böylelikle dünyaya açılıyor, bilgisini, kültürünü ve zevklerini geliştiriyordu.
Gençlik çağı geldiğinde, dönem tek parti dönemiydi. Olmayan politika ile ilgilense de, henüz bu konular konuşulmadığı için o da doludizgin ve süregiden enerjisini, Afrika’da safariye çıkarak boşaltmaya çalışıyordu. Memlekete döndüğünde ise kendisini araba kesmemiş bi de Harley motosiklet alarak, harleycilerin ağababası olmuştu.
Şehir kulübüne gider, gece sabahlara kadar kumar oynar, enine boyuna olan yapısıyla çarşıda gulyabani gibi dolaşırdı. Tesadüfen bi çocuk gördüğünde, çocuğun korkusundan altına işediği dahi görülmüştü.
Memleket yokluklarla boğuşurken onun hiçbir şey umrunda değildi. Tam tersine daha da zengin oluyordu. Fakat bunca paraya rağmen mesleğinin sonuçta çiftçi olması onda biraz kompleks yarattığından, soyadını Altınorak olarak almıştı. Evet bir çiftçinin en önemli aleti oraktı. Ama onu diğer çiftçilerden ayıran bitmeyen, gün be gün artan parasıydı. O yüzden kapalıçarşıda bi ustaya bire bir boyutlarda, orak yaptırdı ve çiftlik evinin -malikâne- duvarına dekor niyetine astı!
Soyadını Altınorak alarak, kendisini diğer çiftçilerden ayrı bi yere koydu.
Üstüne başına çok önem veren Ferman Bey, bir önceki gün İstanbul’a gidişinde gözlük sipariş vermişti. Ferman Bey o gün Sirkeci’deki dükkana Harley motoruyla gitmiş, gitmeden önce de her zaman olduğu gibi sinekkaydı traşını olmuştu. Ama ne yakışıklılık!!! Tesadüf bu ya , gözlükçüde dönemin Sinan Çetin’i diyebileceğimiz bir reklamcı, ‘’Ferman Bey’ciğim ne kadar yakışıklı ve ne kadar jantisiniz, lütfen izin verin, bu yakışıklılığınızı bütün İstanbul’a gösterelim.’’ Tabii daha bi yığın yıkama yağlama.   Eridi Ferman Bey. Dönemin Sinan Çetin kılıklı reklamcısına sordu: ‘’Yeşilçam artisti Sevim Payan’ı tanıyorsanız, beni tanıştırır mısın azizim?’’ ‘’Ne demek, beraber grafik çizimlerinizi yaparız. Siz yakışıklı, o güzel…
Tanıştılar tanışamasına… Ferman Bey ne kurlar, ne hediyeler almasına rağmen Sevim Payan’ın kalbini kazanamıyordu. Ferman Bey, o Ferman Bey ki, Afrika’daki aslanları kaplanları avlamış, bir Yeşilçam artistinin kalbini kazanamıyor.
Aradan aylar geçti… en sonunda çiftlikte muhteşem bir ziyafet verdi Ferman Bey. Aslında ziyafetten de öte baloydu bu. Maskeli balo. Venedikvari bir balo… yeniliyor, içiliyor, dans ediliyor hatta samimiyeti ilerletip kendi aralarında püskevit yiyip gülüşüyorlardı! Bir kadının cilveli gülme sesinden öyle etkilendi ki Ferman Bey, o kadar olur! Sevim Payan’ın ses tonunu tanıyordu ve o değildi.
Hafızası Sevim Payan’ı unutmaya başladı. Bu güzel sesli kadını bahçeye davet etti. Amacı maskesini çıkartmaktı. Bahaneyle çıkarttı. Bu işlerde çok mahirdi. Aman Tanrım; o ne O! ne kadar güzel, asil, bir kadın. Sarı saçlı, mavi gözlü… Sevim Payan tamamiyle aklından ve dahi gönlünden  buhar oldu. Sohbet sohbeti açtı. Ahhh talih, meğer Keriman Hanım, Sevim Payan’ın kız kardeşi değil miymiş? ‘Olsun’ dedi, ’olsun,  geçmiş geçmişte kaldı.’
Fazla anlam yüklemek doğru değil, herkese ve her şeye.
Hem ‘İnsan sadece insandır.’ Ben de Ferman Bey’im haa! Ona göre!…


23 Kasım 2011 Çarşamba

Sonsuz mu? Offf!


Bugün kendimi Hatay Caddesinin coşkulu kalabalığına sürüklenmek üzere bıraktım. Seyyar satıcılar ve seyyar alıcılar karşılıklı iletişim halindeydiler. Onlara dışardan baktım. O kadar çok ıvır zıvır satılıyordu ki! Penyeler, taytlar, hırkalar, etekler, yaşlılar ya da büyük bedenler için yelekler, eşofman altları, mutfak eşyaları; plastik kahve pişirme makinaları, fincanlar, servis kaşıkları, kızartma maşaları, iç çamaşırlar, terlikler, saatler, dev nazarlıklı klozet takımları, nazarlıklı yastıklar, tül fabrikalarının artmış tüllerinden yapılmış, masa,  sehpa örtüleri…
İşte bütün bunlara adamlar, kadınlar, sanki evlerinde hiç eşya yokmuş da, ve bunlar çok ucuzmuş gibi alıp evlerine götürmek için, sepetlerden, tezgahlardan eşya arayıp duruyorlardı. Bu kadar mal çeşidinden kafam döndü. Düşündüm de, eskiden insanlar bu kadar çok tüketmek için çılgınca istek duyuyorlar mıydı? Ne zaman geldi oturdu insanların içine bu boşluk ve boşluğu ıvır zıvır alarak doldurma çabası. Her şeye, her şeye sahip olma duygusu.  Kimler yarattı bu durumu?
Ben ellili, altmışlı yılların kalender kadınları, adamları gibi tüketmek için değil, üreterek tüketmek fikrinin güzel olduğunu anladım nihayetinde; sırf bu yüzden, onlara usulca sokulup, ‘’ merhaba siz uzaydan gelmiş canlılar gibisiniz’’ demeyi isterdim. Kendilerini kamerada izleseler, acaba onlar da benim gibi düşünürler mi? Bilmiyorum! Boşluğu doldurmanın çaresi bu değil. Ne yapalım, bu da belki bi süreç ya da geçiş dönemi. İnsanlar daha sonra belki de, aşırı ve gereksiz tüketmenin zararlarını anlayacaklardır.
İzmir’in Balçova’sı, İnciraltı yolu bi zamalar mezbelelikti. Çok değil yirmi yıl öncesinden bahsediyorum. İnciraltı yolundan gece arabayla geçmek bile cesaret isterdi. Yoksa biz mi korkaktık? :) Sanmıyorum… doksanlı yılların sonunda buraya Avm lerin yapılacağı söylendi. Hele Balçova’daki araba pazarının kurulduğu yer, bana Fizan kadar uzak geliyordu.   Arabalar, sağına soluna bakılarak satın alınıyordu. Şimdi araba pazarı falan kalmadı. Neyse hızlı değişim işte! Sanayileştik, pardon montajlandık dev adımlarla! Dur şimdi Balçova’dan bahsediyorum. Avm ler açılacak diye doğrusu o yıllar sevinmiştik. İstanbul’da her yerde var, biz de niye yok, offf ya! tripleri sarmıştı, İzmir’de yaşayan her bünyeyi. Açıldı işte. Adım başı var. ilk zamanlar tavaf ettik, kabeyi tavaf eden dindar gibi.
Kabeye benzetmek hata belki. Ama ne yapabilirim ki, artık bu Avm lere dışardan baktıkça, buraları kapitalizmin ibadethaneleri gibi görüyorum. Bundan bilmem kaç yüzyıl öncesinde, nüfus çok olmadığı halde, ne kadar büyük cami, kilise, sinagog, v.b yapılmış. O büyüklükteki ibadethanelerin, insanlara bu dünyada, küçük ve geçici olduklarını hatırlatmak için yapıldığını düşünüyorum. Fakat hangi amaçla yapıldıysa iyi olmuş. Ne güzel sanat eserleri var, dinler sayesinde…
Ama kapitalizmin tapınma  mekanı olan Avm lere asla sanat eseri diyemeyiz. Yüksek tavanlı, devasa büyüklükteki bu mekânlar, insana kendisini küçük, ürünleri ulaşılmaz gibi gösteriyor. İnsanı dış dünyadan soyutlayan, gününü kampanya peşinde koşturmasına yarayan, kitapçıkları hatmediyor, insanlar!
Benim gibi düşününlerin, küçük bi kitle olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar artık tüketmekten yoruldular. Tükettikçe kendilerini tüketir olduklarının farkına vardılar. Bu da bi gelişmedir sonunda; sadece bu ülkede değil, dünyada da fazlasıyla gelişen teknoloji, insan yiyen bitkiler gibi bizi yemeğe başladı. Sanayileşmeden tarım yapacak arazi kalmadı neredeyse ve var olanlar sanayi atıklarıyla mahvoluyor. Her türlü bitki, hayvan hastalıkları insanların toplu ölümüne neden oluyor.
Nostalji yapmayı sevmiyorum. Hatta nostalji kelimesini kullanmayı da.
Hani şu siyah beyaz,  Yeşilçam filmlerindeki, basma elbise giyen, kendisini belli bir kiloda tutmak için diyet yapmayan, ölümlü olduğunun bilincinde ve bunun rahatlığındaki insanları özlüyorum doğrusu. Ölümü bile abartır olduk.
Ben ölümden çok, sonsuza kadar bu hayatta olmaktan korkarım.
Ama biz her şeyi sonsuz istiyoruz.
Olmuyor…


  


17 Kasım 2011 Perşembe

Kız kulesi


Bugün 21. Yüzyılda İstanbul’da kule deyince aklımıza Maslak’taki kuleler gelir muhtelemen.
Istanbul Boğazı’nın Marmara Denizi’ne yakın kısmında, Salacak açıklarında, küçük bir adanın üstünde Kız Kulesi vardır bir de.
Geçmişi M.Ö 2475 yıllarına kadar uzanır. Ve Üsküdar’da Bizans Devri’nden kalma tek yapıdır.
Bizler Kız Kulesi desek de, bazı Avrupalı tarihçiler buraya, Leander Kulesi der. Derler çünkü Hero ve Leandros isimli iki gencin hüzünlü aşkına tanıklık ettiği içindir. Aşkları Hero’nun kuleden ayrılmasıyla başlar. Durun önce belirtmem gerekir ki; Hero Afrodit’in rahibelerindendir ve aşka yasaklıdır. Yıllar sonra Afrodit’in tapınağında yapılan bir törene katılmak için kuleden ayrılır. Aşk tesadüfleri sever ya; törende Leandros ile karşılaşır. Ve orada birbirlerine aşık olurlar. Evet, bu yıldırım aşktır ve gece aşklarını kulede kutsarlar. Bundan sonraki gecelerde de Leandros her gece kuleye gelecektir.
Leandros kuleye her gece yüzerek gelmektedir ve Hero onun için feneri yakmaktadır. Gecelerden bir gece fırtına olmasına rağmen yine kuleye gitmek üzere yüzmeye başlar. Hero’da feneri yakmıştır. Fakat fırtına feneri söndürür. Karanlıkta yolunu kaybeden Leandros boğazın sılarına gömülür. Sevgilisinin öldüğünü gören Hero dayanamaz, boğazın sularına kendisini bırakır.
Kızkulesini bildim bileli öğrendiğim efsane ise şöyledir: vakti zamanında kralın birine, güzeller güzeli kızının on sekiz yaşına geldiğinde yılan tarafından sokularak öleceği söylenir kahinler tarafından. Kral bunun üzerine, yılanın denizin ortasındaki bir adaya gelmeyeceğini düşünerek bu kuleyi inşa ettirir. Kızını da buraya yerleştirir. Yiyecek içecek de sepet içinde kayıkla gönderilir. Bir gün bir sepet üzümün yanında bir de yılan vardır. Prensesin tenine süzülerek zehrini boşaltır. Kahinin kehaneti gerçekleşmiştir.
Kız kulesi var olduğundan beri belki her insanın oraya dair farklı düşler kurmasına neden olmuştur. En etkili düşleri kuranlar efsaneleşmiştir. Güzel ve mutsuz padişah kral kızlarının hazin öyküsü, yoksul sıradan ve belki de çirkin sayılabilecek insanlara, parayla, mevkiyle güzellikle mutluluğun mümkün olmayacağını fısıldamıştır ,Salacak açıklarından. Yüreklere su serpilmiştir belki. Evet yoksuluz, evet sıradanız ama… işte öyle bişey demişlerdir belki. Ulaşılmayan ütopik bir durumdur belki mutluluk. Ne kralın kızı, ne fakirin kızı! Ne de  ruhaniyete teslim olmuş rahibe…
Evliya çelebi ise şöyle tanımlar kuleyi: Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak, dört köşe, sanatkarene yapılmış bir yüksek kuledir. Yüksekliği tam seksen arşındır. Sathı mesehası iki yüz adımdır. Iki taraftan yerde kapısı vardır.
Ada ilk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapmıştır. Bilinmez orada kim olduğu ve neden yattığı. Bizans dönemine gelindiğinde ise gümrük istasyonu olarak kullanılmış. Osmanlı’ya gelindiğinde gösteri platformundan, savunma kalesine, sürgün istasyonundan, karantina odasına kadar bir çok işlevi olmuş.
Kız kulesi bi zamanlar, Boğazdan geçen gemilerden vergi almak amacıyla, kule ile Avrupa Yakası boyunca büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu Yakası ile Kız kulesi arasından geçişine ( o zamanlarda gemi boyutları küçük olduğu için geçebilmekteydi) izin verilmiştir. Bir süre sonra Kule, zinciri taşıyamamış ve Avrupa Yakasına doğru yıkılmış. Kuleden suyun içine bakıldığında yıkıntıları görülmektedir.
Bugün görülen kulenin temelleri ve alt katın önemli kısımları Fatih devri yapısıdır. Kulenin etrafındaki sahanlık geniş kaplanmıştır. Üstündeki madalyon halindeki bir mermer levhada, kuleye  şimdiki şeklini veren Sultan II. Mahmut’un, Hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832 tarihli bir tuğrası vardır. Kulenin Eminönü tarafı daha geniş olup, burada bir de sarnıç vardır.
Geceleri gemilere selam vererek yollarını kaybetmemelerini sağlamıştır.
Kule ancak 2000 yılında restore edilmiş ve çatal bıçaklarla midelere servis yapmaya başlamıştır aynı zamanda. Kız kulesine ulaşım Salacak ve Ortaköy’den sandallarla yapılmaktadır.
Şehr-i İstanbul’un en güzel, en nadide tarihi eserlerinden biridir…

15 Kasım 2011 Salı

Ulan Batur'dan selam getirdim...


Her sabah haberlerde Türkiye’nin ve dünyanın haberini izleyerek başladı birazdan anlatacaklarım. Ulan Batur vardı dünyanın bi yerinde ve hava durumu eksi on beşlerde oynuyordu. İzmir her zaman olduğu gibi lodos havanın etkisi altındaydı. Lodos, lodos, lodos… öfff! Bende de başağrısı yapar lodos hava. Ulan Batur’da hava müthiş güzel soğukmuş. Off yaa, güzelliği düşünebiliyor musunuz? Evet düşündüm… ve neden olmasın? Soğuksa soğuk, sıcaksa sıcak. Deneyimleyelim bakalım. Dünyaya bi kere geldik. Hep Evrupa memleketlerine gitme görme isteği nedir?
İnternetten kendime, Ulan Batur – Moğolistan için ucuz uçak bileti ayarladım. Ve çok da konforlu sayılmayacak bi yolculuktan sonra, Ulan Batur havaalanına indim.
Bi kere Ulan Batur, ülkenin en kalabalık nüfusuna sahip şehri. Zaten Moğolistan iki nokta yedi nüfuslu bi memleket. Ulan Batur dışında yaşayan bir buçuk milyon kişi, Türkiye’nin iki katı kadar büyük bi alana yayılmş durumda. Ulan Batur sen ne büyük şehirsin diyeceğim ama diyemiyorum! İkinci büyük şehirse Erdenet. Nüfusu yetmiş üç bin. Bu kadar az nüfusu olan bi yer beni sıkacağı için, buraya gitmeye niyetlenmedim bile. Ulan Batur bana yeter. Zaten zamanım kısıtlı, İzmir’de yapacağım bi ton iş güç var.
Burada da bütün dünyada olduğu gibi işsizlik var. Nüfusun yüzde kırk’ı işsiz. Küreselliğin birinci şartı işsiz sanki olmaktan geçiyor. Ben gittiğimde Ulan Batur’un kenarında göçebe çadırları kurulmuştu. Özellikle kışın bu durumun daha da yaygın olduğunu söylediler. Bu şehirde yaşayan herkesin kırsalla bağlantısı var. Yaz aylarında kırsalda tarım, hayvancılık olduğundan, kışın da işsiz olduklarından dolayı, şehrin kenarına iş umuduyla göçebe çadırları kuruyorlarmış.
Şehirde gezerken kendimi dünyanın bi köşesine fırlatılmış gibi her şeyden ve herkesten uzak hissettim. O kadar izole bi durum var ki. Bununla birlikte Batı kültürü bu izole yaşamda bile kendisini oldukça hissettiriyor. İnsanların giyim tarzı, lokantalar, televizyon ve reklam panoları dahi Batı kültürünü yansıtıyor.
… yansıtıyor ama iki arada bi derede kalmış büyük bi bozkır köyü gibi de bi yandan. Trafik o kadar yoğundu ki. Korna seslerinden, egzos dumanlarından ve trafikte kaybettiğim boşa geçen zamandan oldukça bunaldım. Hava kirliliği had safhada. Trafikteki araçların çoğu Japonya’dan ithal. Sakın sıfır araba falan diye düşünmeyin. Çoğu ikinci el ve direksiyonu ise sağda.
Sokaklarda gezerken dikkatimi çeken bi diğer detaysa, nüfusun çoğunluğunun kadın olmasıydı. Otelde bunu Ulan Batur’un kırsalından olan sevimli resepsiyoniste sorduğumda, erkeklerin işsizlikten Kore’ye çalışmaya gittiğini ve 1990’larda alkol yüzünden erkek nüfusunun azalmasından dolayı olduğunu söyledi. Yüzümde üzücü bi ifade oluştu. Üzücü olan, erkeklerin işsizlikten dolayı eşlerinden, çocuklarından, memleketlerinden ayrılmalarıydı. Ama alkol alan erkeklerin yaşattığı şiddeti, ülkemde de her akşam ana haber bültenlerinde izlediğimden, cinnetin dibine kadar yolları var, dedim!
Buranın en önemli ürünü nedir diye sorsanız, kaşmir yün diye cevap veririm. Her ne kadar yazının başında soğuğa övgü yapsam da, sıcağı nasıl severim bilemezsiniz. Önce Suhbatur caddesine çıkın, oradan güneyinden geçen Barış caddesinde, Türkiye’ye göre oldukça ucuz, kaşmir ürünler vardı. Hepsinden param yettiğince aldım.
Alışveriş yaparken o kadar acıkmışım ki, ne yiyeceğimi şaşırdım. Çünkü burada mantının envai çeşidi var. Etin her türü de satılıyor. At etine kadar. Yok o kadar da değil artık! Fakat burada Akdeniz mutfağı ararsanız böyle bir seçenek yok.  Zira mevsimin sertliği ve göçebe kültür etkisiyle Moğollar sebzeyi sevmiyorlar. İklimden dolayı da doğru dürüst yetişmiyor zaten. Ben bizim bildiğimiz usülde geleneksel kıymalı mantıyı tercih ettim. Okurken canınız istemesin ama gerçekten de çok lezzetliydi.
Türkiyeli bi turist olarak, yapmadığım tek şey müze gezmekti. Oraya kadar gitmişken, Milli Tarih Müze’sini gezmesem olmaz. İyi düzenlenmiş ve oldukça geniş bi koleksiyona sahipti. Türklerin Moğolistan tarihindeki yerini ve eski Türklerin yaşamları ile ilgili fikir edinmek için, iyi bi başlangıç. Haaa unutmadan, müzenin içinde TİKA (Türkiye İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) tarafından yaptırılmış özel Türk köşesi de vardı.
Gezi için iki gün planlamıştım. Fazlasıyla yeti. Üstelik hava da tahmin ettiğimden daha da güzel, soğuktu. İzmir’in lodosunu özlemedim. İstanbul aktarmalı geldiğim için, bugün İstanbul’da oldukça soğuktu. Bu bana İzmir’le ilgili hava durumuna dair fikir verdi. İki saat Atatürk Havaalanında bekledikten sonra, İzmir’e ulaştım.
Off süper bi poyraz beni karşıladı.
Güzeldi!

Not: Bu yazıyı her sabah izlediğim TRT Türk’teki 'dünyanın hava durumu' isimli programda, Ulan Batur isminin önce komikliği sonra da merakı ile nette yaptığım mini bi araştırma sonucu ile hayali olarak yazdım.





10 Kasım 2011 Perşembe

İncir reçeli



Geçtiğimiz gece tv de İncir Reçeli isimli filmi görünce sevindim. Hemen ortamı karartıp, sinema salonu havasına soktuk. ''İyi ki sinemaya gitmemişiz bak televizyonda yayınlanıyor'' haline girdik bile...
Filmi izleyince romantik Hollywood filmlerine fazlaca öykündüğünü anladım. Özellikle biz de çok sevilen ''Kasımda Aşk Başkadır'' isimli filme. Aslında bu Hollywood filmi 1968 yılında Herman Raucher tarafından yazılan bir hikâye üzerine kurulmuş. Belirtmeden geçemeyeceğim bir diğer konu da,filmin 2001 yılında Altın Ahududu için, En Kötü uyarlama, En kötü Aktris ve Aktör dalında aday gösterildiğidir.
İşte bu güzel filme öykünmüş! İşte tam da bu yüzden, Türkiye gerçeklerine uzak bir film olmuş.
Her nedense yeni dönem Türk filmlerinde değeri anlaşılamamış ve işsiz sanatçı tipi Galata'da oturuyor. Şimdi Galata'daki evlerin fiyatları ve kiraları göz önüne alındığında, değeri anlaşılamamış, skeç yazarı, sinemacı ya da reklamcı nasıl buraya para yetiştirir ben anlamadım. Anlayan var mı bilmem? Haa evet retro eşya ile oldukça hoş ve şık evler döşeniyor filmin temasına uysa da, senaryodaki işsiz insan tipine ve Türkiye gerçeğine hiç uymuyor.
Gerçekçi bir insan olduğumdan bu gibi konular oldukça gözüme batıyor.
Evet emeğe saygılıyım. Senaristlerin ve yapımcıların da kendilerine ve izleyicilere saygılı olmaları gerektiğine inanıyorum.
Şimdi gelelim bu İncir Reçeli isimli filmin konusuna. Bir kere adam kıza başlarda çok gıcık oluyordu ve tavırları önceleri ağzını burnunu çarpıtmak şeklindeydi. Yani kız bir akvaryumu temizleyip, içine Japon balığı alıp evi daha canlı hale kattı diye mi bütün bunlar? Yoksa bulaşıkları yıkadı diye mi? Eğer bir insan önce ağzını burnunu çarpıtıp, azarlar tonda konuşup; bütün bunları -evi daha yaşanılır hale koydu- diye ise, bunun adı aşk değildir kardeşim. Sen kendine evi toparlayacak birini arıyormuşsun meğerse, bütün bunlar da hale yola girince 'vayy ne âlâ' diyorsun. Aaa ama hakkını yemeyelim o çok romantik not kağıtlarının! Belki onlar sayesindedir aşık olmasının!
Ya adamın kızın hasta olduğunu, devirdiği camlardan ve kız terk ettikten sonra, evi ıssız adaya kendisini de Robinson Crusoe haline sokmasına ne demeli ya! Ayrı evlerde oturduğu yılışık ''Cuma'' arkadaşı geldi de, onu gerçek hayata dönmek için silkeledi.
Kızın Aids hastası olması ve bu hastalığa dikkatleri çekmek, insanların bu hastalığa karşı olan ön yargılarını kırmak için yapılan bir film olsa... diyeceğim! Ne yazık ki diyemiyorum!
... evet, sonuç olarak oldukça bayat bir 'Kasımda Aşk Başkadır'' versiyonu idi. Üstelik orjinalinin Ahududu adayı olduğunu düşünürsek, yerlisinin ne adayı olduğunu düşünemiyorum.



8 Kasım 2011 Salı

Yavaşşehir Seferihisar'da bir bayram günü

Bugün Seferihisar'a gitmek için yola çıktığımızda hava bahardan kalma gibiydi. Yok! bu 'gibi' kelimesi fazla oldu. Gördüğünüz üzre gökyüzü masmaviydi. Güneş Ege'yi ne yaz ne de kış ayında terk ediyor. Bayram dolayısıyla oldukça kalabalık olan otoyolda ve duble yolda keyifli bir halde  araba kullandığımı söyleyemeyeceğim.


Duble yolda ne ararsan vardı. Gidiş yolunda benzinciden çıkıp, ters yönde -üstümüze üstümüze- güya sağdan araba kullananlar, sağ şeritte diye iyice ağır aksak hani, otuz kilometre diyebileceğim hızda ilerleyenler, durmadan makas atanlar, her türlüsü vardı. Her zaman iyi gelen yol, bu sefer bitse de kurtulsam diyeceğim hale geldi.  


Bereket Seferihisar kavşağından saptığınızda Sığacık yolu güzel de, mandalina ağaçları ve sonbaharın tüm renkleriyle boyadığı doğa insana ilaç gibi geliyor. Tabii otoyol çıkışından Sığacık sapağına kadar olan güzergâh için bunu söyleyemeyeceğim. Oldukça sıkıcı, sıkıcılıktan da öte yozlaşmış bir arazi var. Köyde ne arıyor dedirten çirkin apartmanlar, kitch siteler etrafı kaplamış. 
Evet tamam havadan ve bayramdan faydalanıp, güzel bir gün geçirmek için yola çıktık. Güzel şeylerden bahsetmek gerekse de, bu tür çirkin şeyleri yazmadan geçemiyorum. Gözüme batıyor, ne yapayım? Yan tarafta gördüğünüz mekân Sığacık yolunda. Yazın açılan gözlemecilerden. Buraların salaş durduğuna bakmayın, nefis otlu peynirli gözlemeler yaparlar. Bu mevsimde ise mandalina satıyorlar.
Şu tepeyi görüyor musunuz? Ne kadar severim burayı. Bereket bu yol var. Magandaların yol açtığı stres gitti bile. Ama anlamıyorum, insan doğanın parçası olduğu halde, doğada duyduğumuz huzuru çoğu insanda bulamıyoruz. Tam tersine huzursuzluk kaynağı oluyorlar varlıklarıyla. Zaten doğayı da bozan, bu huzursuz saldırgan insanlar değil mi?

İnanılmaz bir şey bu bu yolda her türlü bitki örtüsüne rastlayabiliyorsunuz. Sanıyorum burası sit alanı. Bu yüzden, kesip biçip, doğanın orta yerine Amerikenvari siteler kurulmuyor. Hoş evler var. Fakat bunlar çoğunlukla çok eskiden kalma doğayı bozmayacak, sadece insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik evler. Bir iki tane, girişi sütunlu Amerikan malikânelerinden de yok değil. Ben ''Allah Allah burası sit alanı değil mi, nasıl buraya bu malikâneler yapılır?'' dediğimde; ablam ''nasıl olacak, vermişlerdir parayı olmuştur. Bu kadar basit diyor.'' Bazen Türkiye'de yaşadığım halde bilinen gerçekleri bilip de, bilmez gibi sorular sorduğumda kendime kızıyorum!




Bereket Seferihisar'ın Tunç Soyer gibi bir belediye başkanı var da, burayı oldukça hareketlendirdi. Arabayı her zamanki yere park etmek için gittiğimizde, park yerinde artık koskocaman bir çay bahçesi olduğunu görüyoruz. Tekrar geriye dönüp park yeri aramaya başladığımızda, biraz geride, yan taraftaki çöp konteynerlerinin önüne park ediyorum. Evet, çöp konteynerlerinin önüne duvar örüp, odamsı bir hale getirmiş belediye. Boyamışlar falan. En azından konteynerler çirkin çirkin bir görüntü sergilemiyor.  



Sahile doğru yürümeye başladığımızda yanda gördüğünüz hediyelik eşya dükkanlarını görüyorum. Burası valla eskiden dutluktu diyeceğim gelse de, buraları dutluk mutluk değil, resmen mezbelelikti. En son 2010 yılında geldiğim halde, kısa zamanda yavaş şehre dair oldukça yol alındığının işareti olarak geliyor. Hem insanlara bir iş kapısı, hem de renk katmış.


 Üstelik yukarıdaki gibi meraklısına değişik ve özgün ürünler de vardı.




Hadi bakalımmm. Tekrar bir eleştiri. Bu fotoğrafı özellikle çektim. Bu gördüğünüz üzere karakola ait tabela. Fakat yeri orası olur mu? Tarihi kalenin üzerinde bu tabela. Bu bir şey değil! Evinin temelini kale olarak da yapanlar var. Ya benim bilgim eksik, ya da onlar doğrusunu biliyorlar! I:) 
Daha geçen seneye kadar arabayı park ettiğimiz atıl yer böyle güzel bir yere dönmüş. Tabii yavaş şehre her ne kadar araç girmediğini düşünsek de, arabalar girmemesi gereken yere büyük bir rahatlıkla giriyorlardı. Ben anlamıyorum, bu ne genişlik ve umarsızlık! Deniz kenarına gelmişsin, denizin dibine kadar arabayla giriyorsun. Ya nedir bu insanlardaki araba manyaklığı, bi anlamadım gitti. Ne yazık ki, bizim ülkede araba araç olarak değil amaç olarak kullanılıyor. Ne amacı mı? Hava atma amacı olarak, tabii. Kalk bir yürü, bacaklarını çalıştır, ciğerlerine oksijen yolla. Yokk olmaz ben manda kasamla yayıla yayıla gezeyim. Yaa insanlar aslında bir tek Türkiye'de böyle değil. Dünyanın her yerinde çoğu insan görgüsüzlükten haz alıyor. Fakat yurt dışında yaptırım ve cezalar fazla olduğundan, çocukluktan itibaren, bu kurallara uyuyorlar. Bu da bu kadar basit. Tunç Soyer'in araç konusunda daha hassas davranmasını beklerdim.


Ah evet işte pazar. Köyün pazarı, pazar günleri kuruluyor. Henüz gelemedim. Ama organik ürünler sattıklarını okumuştum gazetelerden. Umarım fiyatlar normaldir. Organik diye, fiyat da organik oluyor! Arka sokaklarda gezerken, pazar yerinde bazı kadınların evlerinin önüne, gözleme tezgahlarını çıkartıp, gözleme yaptıklarını gördüm. Onların fotoğraflarını tabii ki çekmedim. Çünkü gözleme yapıp satıyor diye kimseyi folklorik unsur, bir obje olarak görmüyorum. Yaşlı köy kadınına vazo gibi muamele yapılıp, beraber fotoğraf çektirmeler falan... bu bana oldukça saygısız geliyor. Haa ben de vakti zamanında bu hataya düşüp, fotoğraf çektirmişliğim vardı sevgili günlük! Arka sokaklarda  dolaşırken gözleme tezgahının önünde bir diyalog dikkatimi çekti. Kalabalık bir aile. Baba 'yiyin yiyin, alın alın, böyle insanlardan almak lazım' Heyy yarabbim heyy! Adam kadından iki gözleme almakla alemin kralı falan zannedip, aklınca kendini pek bir üstün sanıyor. He hee çok üstünsün sen, anladık!


Karnımız acıkınca, ki öğle vakti gittiğimizden hemen acıktı, yan tarafta gördüğünüz mekâna gittik. Karanlık görünen yer aslında aydınlıktı.:) Masaya oturup bekledik. ... ve biraz daha bekledik. Kimse gelmedi. Ben ''acaba, burası yavaş şehir diye, konsepte uygun olarak mekânlarda yavaş servis mi yapıyorlar?'' dedim. Kalktım hemen içeri baktım. Meğerse sahibi arkasını dönmüş, mandalina sıkıp duruyor. Biz beklesek bekleyeceğiz daha. Evet servis oldukça yavaş ve sinir tabii.
Ekmek içi sardalya söyledik. Sardalya ağır, yağlı bir balık olmasına ve bunu kızartmalarına rağmen çok hafif ve lezizdi. Hele balıkların üzerine sıktığımız ince kabuklu, bol sulu Seferihisar limonu şahaneydi. Fiyat makul gibi görünse de, içeceklerle beraber öyle olmuyor. 








Burası Seferihisar'ın yat limanı. Orayı bildiğimden beri vardır. 
Yan tarafta, sağda kayıkların arkasında görünen çok modern! bina, Sığacık'ın en meşhur balıkçısıdır. Tabii eskiden böyle değildi. Mekân salaş ve balıklar lezizdi.  Fiyatları da oldukça uygundu. Hani derler ya, balıkçı kasabasındaki, güzel balıkçı lokantası diye, aynen öyleydi işte. Şimdiyse Restaurant!!! olmuş. Hayyy senin modernliğine! İçeriye baktım, en baba köşeye protokol masası bile kurmuşlar. Sanki orduevi ya da polis evinin lokantasına dönmüş. Yazık! 






Yaa bakar mısınız? Var mı böyle bir şey? Ne varsa arka sokaklarda var. Böyle 70'leri hatırlatan bir yer gördüğümde, gerçekten de heyecanlanıyorum.:) 




Sanıyorum buranın en eski ve en bakımsız evi burasıdır. Kimbilir zamanında neler gördü, neler yaşadı? Kendi zamanından bugüne yorgun argın gelmiş. 
Burası da tam köy kahvesi. Genelde yaşlı insanlar var gibi düşünsem de, insanlar beden güzü ile güneş altında çalışmaktan yaşlı da görünebilirler diye düşünüyorum. 




Doğruyu söylemek gerekirse çoğu ev çok derme çatma. Ama bunca derme çatmalığa rağmen, bakımlı olup önüne çiçek ekenleri de vardı. Eline sağlık, her kimsen...
Bu dekorasyonu güzel olan yer hem arka sokakta, hem de dekorasyonu çok güzeldi. Oldukça da büyüktü. Sanıyorum pansiyon ya da butik otel. 
Hiç ummadığım anda bu güzel ev çıktı karşıma. Buranın holdingçisinin:)) evi galiba. Belli zengin evi. Tamam zengin evi falan da, hakkını vermeyelim ki güzel bir şekilde restore etmişler. Abartıya kaçmadan, bağırmadan...
Üstteki evin hemen sağ yanında da bu kemer vardı. Kalenin uzantısı olmalı. Bir kazı yapılsa neler çıkar. Gerçekten de medeniyetlerin beşiği Anadolu. Ve çoğu medeniyet tesadüfen ortaya çıkıyor.
Şu sarı evin mimarisi bana çok ilginç geldi. Sanki kesile kesile, azalmış bir peynir kalıbı gibi. ''Yarın sabaha peynir yeter mi? Yeter yeter! :)''




Burası da denize manzaralı kafeterya tarzı bir yerdi. Biz geçerken fasıl müziği vardı cd çalarda. Duvarları süslemeleri denizden. Çakıltaşları. 


Ah azizim, bizim çocukluğumuzda her mahallede bir arsa vardı. Çocuklar top oynardı. İŞte kalenin önünde, denize karşı futbol oynayan, elma yanaklı (vallahi) çocuklar...

İşte benim Sığacık'ta en sevdiğim yer. Bu açıdan denize bakmak, bana sonsuz bir özgürlük duygusu veriyor. Sanki birazdan kanatlanıp uçacak martı gibi. Ne düşündüğüm bile bilmeden uzun uzun bakıyorum burda, denize, dağlara...



Bu pansiyona on yıl kadar önce falan gelmiştik. Nasıl çirkindi ve doğal olarak nasıl da memnun kalmamıştık. Duvarları kirli beyaz, berbat bir yerdi. "Aman amannn, ıyyy" olmuştuk. Bakkk istenince oluyormuş değil mi? Böylesi daha çok para kazandırmaz mı bir işletmeye? Ne yapıyorsan, kendine yaparsın. Tamam mı? Lafımızı da uygun yere oturttuktan sonra aşağıdaki fotoğrafa bakalım, ne varmış?




İşteee!!! Kalenin dibinde diye bir türkü mü vardı ne? Ama o yar'dan, yavukludan bahsediyordu değil mi? Burda evler kalenin dibinde. Böyle şey olur mu yahu? Tarihi eserleri koruma diye bir şey yok mu? 




Evettt, geldik kalemizeee! Ve kalenin üzerinde fetih ruhuyla coşmuş Fatih'in torunları. Şimdilerde Muhteşem Yüzyıl dizisi de var ya, millet kaleye tırmanma ve fethetme ruhuyla dopdoluydu. Ihh ıhhhh diye herkes tırmanıp duruyordu.:)




Ne yazık ki bu da böyle bir gerçek. Su şişeleri, bilumum plastik eline ne gelirse milletin denize atmış. 
Hatta bu mevsimde karpuz bile vardı. Belediyede görevlisi bunu kepçeyle temizlesin diyeceğim ama bunları atan insanlara da ne diyeceğimi bilemiyorum. Her yeri büyük bir iştahla talan etmekte üstümüze yok. Yazık ya. Sonuçta sen görüyorsun bunları vatandaş. Kendine bu görüntüyü layık görüyor musun? İyi görüyorsa, gir içine o zaman!
Şu tepenin ardı Teos Antik kenti'ne gider. Ve Teos plajına. Antik kente de gittim ve fakat şu anda kentin tarihçesini anlatamıyacağım. Meraklısı netten bakabilir. Teos plajı sörfçüler için ideal. Yüzmek için ideal değil bu durumda. Her daim rüzgar ve kumsal da kumlar insanın yüzüne iğne iğne saplanır. Denizin dalgası da yüzmeyi pek olanaklı kılmaz. Fakat Alaçatı gibi uçuk fiyatlar olmadığından, züppegillerin dışındaki normal insanlar da burada pekala sörf yapabilir.


Canım yaaa. Bu güzel köpecik, oraya adım attığımız andan itibaren hep gördüm. Çok güzel ve sevimliydi. Baktım tasması da var. Burnu da ıslak. Büyük ihtimal sahipli ve oranın çocuğu. Dolaşıp dolaşıp akşam olduğunda evine gidiyor. Bizi de o uğurladı. Şanslı da geldi, fazla trafik magandasına rastlamadık.:)

7 Kasım 2011 Pazartesi

N.Ç'ye yapılanlar hakkında bir kaç söz!

a

'' Belki de bu dünya başka bir dünyanın cehennemidir. '' demiş Aldous Huxdey.
Galiba öyle. N.Ç olayı ve sonrasında mahkemenin verdiği kararı düşününce, insan ister istemez, bunları yapanlar insan mı, diye sormadan edemiyor. Bahsettiğim sadece tecavüzcüler değil. Adaleti sağlayacağını düşünmek istediğimiz mahkemeye ne demeli? Hakim bu kadar tepki alınca teknik demiş! Ben de N.Ö yüm demiş. Demiş de demiş!!!
Neresinden tutsan elinde kalıyor. Tecavüzcülerin yaşını başını almış olmasına mı, belli bir eğitim seviyesinden geçip, meslek sahibi olmalarına mı yanıyorsun?
Bizim arka bahçede kediler var. Hayvanlar ya bunlar. Belli bir kriterleri var cinsel ilişkiye girmeden önce. Birbirlerini beğenmeleri falan lazım.Hayvanlar ya!
Hadi sapık dedik, supuk dedik. Bunca sapığın bir arada bulunması da normal mi acaba?
Bir yazar -yazısını okumadım- dizilere bağlamış bu tecavüzleri, öyle söylüyorlar. Kafiyeli kafiyeli yazmış. Ne dizisi? Bunca sapıklık ve ensest dizilerden önce de vardı ne yazık ki.Ve bilmediğimiz hangi kararlara, hangi imzalar atıldı? Kimbilir hangi kadınlar heba olup gitti. Hep unut demişlerdir, hatta söyleme, kimse duymasın. Suçlu ortaya çıkmasın! Her şey eskisi gibi devam etsin!
Adalet nerde, adalet!
Kimi iktidara yükleniyor, kimi dizilere...
Kanun kimin için var? Sorsan insan için var. Ama bir bakıyorsun en çok da erk için var. Erkek dünyasını koruma amaçlı var. Özellikle de sapık erkekleri koruma kanunu diye bir şey var. Sanki soyu tükenmekte olan varlıklar da, bunları ihtimamla koruyorlar!
Günlerdir yazılanlara çizilenlere, sosyal medyada olsun, gazetelerde olsun okuyorum, izliyorum.
Şöyle demiş bir twitter fenomeni. Madem N.Ö yüm diyorsun, adın Osman Çimen olsaydı, O.Ç yim diyebilecek miydin? Türkiye topraklarında yaşayan her vatandaş bilir O.Ç nin ne anlama geldiğini!
Önce insana 'ooo evet çok iyi bir twit' dedirtse de, aslında bunun da, kadına hakaret içerdiği, bel altı göndermeler yaptığı yadsınamaz. Ben bu topraklarda da, dünyada da, Pezevenk Çocuğu diye bir küfür işitmedim. Ya da erkeğe bel altından vuran bir küfür. Erkek kadını korurken bile, kadına cinsel içerikli hakaret ediyor.
Kadın ancak cinsiyetini yitirdiği, yaşlılık dönemlerinde sözü geçer oluyor. Çünkü o zaman cinsiyetsiz bir varlık olarak erkekler dünyasında yerini alabiliyor.
Bu böyle sürüp gitmez.
Aklı bel altına kaçmış, hakaretini de, övgüsünü de oradan yapan bir zihniyeti sorgulamanın zamanı gelmedi mi?
Heyyy beybi, heyy fıstıkkk! Bu fıstık tanımı da ne böyle? Güya övgü. Maymunlar fıstık sever, diyeceğim ama hayvanlara büyük sevgim var ve onlara bahşedilen zeka ve içgüdüyle hiyerarşik düzenlerini en mükemmel şekilde yerine getirdiklerine inanıyorum.
Bu arada bakanlığa geldiğinden beri, çalışmalarını takdirle izlediğim Fatma Şahin'i kutluyorum. Bu N.Ç ye reva görülen bu 'teknik' kanun boşluğunun, giderilmesi için direktif verdi.
İnsanı insan kurtarır ancak. İnsan!


İzmir'in numaralı sokaklarından girdim, Balat'tan çıktım!


Bugün bir kamu kuruluşunun, hadi ismini vereyim: -belediyenin- internet sayfasına girdim.  Bir baktım, her sayfada ortamı müdür kaplamış. ‘’Bu ne yaaa, böyle’’ dedim. Birden dikkatimi kalem müdürü çekti.  Hani Avrupa Yakası’ndaki Rutkay Aziz’in karakterindeki şahıs,  eşinden bahsederken, ‘’kalem müdürü’’ aşağı, ‘’kalem müdürü’’ yukarı diyordu ya, onun gibi işte! Ne yapar bu kalem müdürü? Başkanın bir nevi sekreteryası, kankası gibi bir şey mi? Sanıyorum yazı işlerine falan bakar. Eee hepimizin bildiği üzere çağ değişti. Öyle kalemle yazılmıyor hiç birşey. Bütün işlemler bilgisayarla yapılıyor. O halde çağa uygun olarak, Klavye Müdürü ya da Tuş Müdürü de diyebiliriz, değil mi?  Hem teknolojik olur hem de havalı! Neymiş bu Kalem Müdürü, sanki Osmanlı Dönemi’nden kalma bir müdürlük gibi bir şey. Oldu olacak memurlara da kâtip desinler.
Aslında belediyenin net sayfasına girme sebebim, İzmir’in numaralı sokaklarına takmış biri olarak, hiç mi değişmiş sokak ismi yoktur, diye baktım. Çünkü İzmir’in yüzde doksan dokuz sokağının ismi numaralıdır. Bu da bana haliyle oldukça ruhsuz gelir. Toplasan yirmi sokağın ismi değişmiş. Bu da İzmir gibi bir şehir için oldukça az.
Şunu iddia ediyorum, sokak isimleri, sokağın karakteristik özelliğini yansıtsa daha güzel olur. Sokağı daha güzel olmamıza sebep olur. Çiçekli ağaçlı bir sokağa ‘’Çiçekler Açarken Sokağı’’ yokuşu olan bir sokağa, ‘’Eşek Bağırtan Sokağı’’ zengin bir semtin sokağına, ‘’Kodaman Sokak’’ olabilir.
Ya da o sokağın renkli bir şahsiyetinin ismi verilse mesela; ‘’Deli Murat Sokağı’’ gibi… siz o zaman daha fazla sevmez misiniz? Ben şahane derim.
Zaten sokakları küçüklüğümden beri severim. Sokaklarda ne güzel oyunlar oynamış, ip atlamış, yakantop, seksek, evcilik oynamıştık. Sokaklarda oynarken dizlerimiz her daim yaralardan dolayı kabukluydu ve kabuklarının pıtır pıtır düşerken acısı, hâlâ aklımda. Mesela parkta oynamak o kadar zevkli olmazdı. Salıncakta bir aşağı, bir yukarı sallanırsın, o kadar. Ya da eline bir kova kürek alırdın,  kovaya kum doldur ve boşalt. Çok tekdüze ve sıkıcı.
Yetişkin olunca yine sokaklar beni çekti. Caddeler kalabalıktır. Caddenin kalabalığından, gürültüsünden, sokağın sakinliğine sığınırsınız. Sokaklarda avare avare dolaşır, dolaşırken tülü yarı açık pencerelerden, evin içine elinizde olmadan göz ucuyla bakarsınız. Yokuş aşağı kendinizi vurursunuz. Yokuş aşağı sokak size şakalar yapar, koşturmaya çalışır. Siz de inat eder, koşmak istemezsiniz, minik minik adımlar atarsınız.
Yabancı sokaklardan geçerken, sokağın sakinleri size yabancılayarak bakar. Kim bu? Yeni mi taşındı? Neden buradan geçiyor, diyorlar gibi bir duyguya kapılırsınız. Hafif tedirgin olursunuz.
Yağmur sonrasında ıslak sokaklarda yürümek de çok güzel olur. Yağmurdan oluşan su birikintilerine basmamak için akrobasi hareketleri yaparsınız. Sokaklardan fazla da araba geçmez. Geçse de dar sokakta sağa çekilip, arabanın geçmesi için yol verirsiniz. Sürücü ile göz göze gelirsiniz. Sakin ve iyi huylu biri ise size hafiften gülümser. Siz de ona karşılık verirsiniz. Yok, aksi ise zaten daha önceden ‘’cırt cırt’’ diye kornaya basar düşüncesizce. Hasta mı var, çocuk mu uyuyor, diye incelikler aklına dahi gelmez.
Severim sokakları…
Bu kadar neden yeter mi?

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...