30 Mayıs 2011 Pazartesi

Ayşe Kulin'e "Veda" romanıyla veda ettim


Ayşe Kulin’in  umurunda olur mu bilmem ama bu karar “benim için küçük gözükse de büyük bi adım.” Ayşe Kulin’in romanlarını sırf biyografiye duyduğum ilgiden dolayı okuyordum.
Ama artık her romanında, tekrarın tekrarı konulardan sıkıldım. Romancıların tarzı vardır, anlarım; macera, korku, biyografi, kadın sorunları, üzerine falan yazarlar.
Ayşe Kulin’in romanlarındaki asaletin insanın kanında olduğunu iddia etmesinden, konaklarda yaşayan kadınların, naif, kırılgan fakat yeri geldiğinde şaşırtıcı bi şekilde güçlü kadın olmalarından fena halde sıkıldım. Aynı konaklardaki, erkek karakterlerin yüzde yüz kahraman, yurtsever başrollerde olmaları da rahatsızlık verici boyutlarda.
Sarışın kadını mutlak güzel olarak kabul etmesinden… Eğitimli ve kibar olmalarından, konakta çalışan yardımcılarınsa kaba, her türlü sahtekârlığı yapmaya yatkın, eğitimsiz olarak ifade etmesi ise, Ayşe Kulin’in aldığı eğitimin ne kadar eğitim olduğunu insana düşündürüyor.
Bazı insanlar farklı yazılar yazsalar da aslında hep aynı yazıyı tekrarlarlar. Dağarcıklarında farklı bişey yoktur çünkü. Takıntı olmuştur, bu konular onlarda. Fikri sabit boyutunda…
İnsanlar doğdukları ülkeleri, etnik kökenlerini, ailelerini, seçme şansına sahip değildir. Bu onlara verilmiştir. Bu yüzden de, kimse kimseden ne üstündür, ne de aşağıda. İnsanın asaletini yaptıkları, söyledikleri, kısacası hayattaki duruşu belirler. 
Ve bazı insanlar diğerlerine göre şanslı doğarlar. Nedir bu şans? Gelişmiş bi ülkede dünyaya gelmek, kişiyi seven, köklü, zengin ve iyi eğitim alabileceği bi aileye sahip olmak, akıllı ve  güzel olmak filan gibi. Gerçi güzel olmak bence bi bakıma şans da değildir. Kendine aşık olma gibi, bi narsisliği içerir ki; insanın kişiliğini kötü bi şekilde etkileyebilir. Sürekli şekliyle ilgilenir, herkesin kendisine aşık olduğunu filan düşünmeye başlayabilir. İçerik varmış gibi görünse de yoktur. Tüm bu özellikler, kişiye verilmiştir. Bunun için o kişi hiç bi çaba sarf etmemiştir.  Verilmiş olan şeylerle insan nasıl bu kadar övünebilir?
Senin hayattaki duruşun bu mudur? Aldığın eğitim seni bu kadar takıntılı yapıyor ve insanları bu şekilde mi tanımlıyorsun?
Ayşe Kulin’in son okuduğum romanı 386 sayfa ve bu 386 sayfadan sadece bi paragrafı onayladım
… Ahmet Reşat, orada Mahir’le baş başa kaldıklarında, “Saraylıhanım zamana ayak uyduramıyor, azizim,” diye dert yandı teyzesinden, “değişikliklere direniyor ve hırsını kızlardan çıkarıyor. Halbuki bizler zamanında değişmeyi ve asrileşmeyi becerebilseydik, başımıza bütün bu belalar gelmeyebilirdi. Her şeye karşı direndik. Asrımıza ayak uyduramadık. İnkişafımızı kendimiz yapamadığımız için, bizi değişmeye borç almak zorunda kaldığımız memleketler zorladı. Eh, zorlamayla da ancak bu kadar olur… Olmaz yani.”
386 sayfalık  -Veda- romanından  bana kalan budur!  Sadece akıcı anlatıma sahip bi roman; geri kalan  hep aynı takıntılı ve faşist ruhtan süzülen düşünceler…
Şu anda ise elimde  J.D. Salinger’in “Çavdar Tarlasında Çocuklar” isimli romanı var. Dili nefis. Hiç betimleme filan yapmadan, o kadar yalın anlatıyor ki, sanki yazarla sohbet ediyorsunuz.
“Hayat kurallara göre oynanması gereken bir oyundur.” diyor ve ekliyor yazar, “Tüm asların bulunduğu takımdaysan, oyun o zaman, tamam; kabul ederim. Ya ÖTEKİ takımdaysan, as oyuncu filan yoksa, oyunla ilgisi kalır mı bunun? Hiç yani. Yok oyun moyun. 
Bir diğer paragrafta ise şöyle diyor: Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence geçekten çok iyidir.
Ben bu duyguyu Sait Faik’de duyarım. Ne zaman canım sıkılsa, biriyle konuşma ihtiyacı duysam ve o anda kimseyi bulamasam, onun defalarca okuduğum hikâye kitaplarından birini okurum. Onun için Haldun Taner şöyle der: Sait’in hayattaki bileti lüks mevki bileti idi. Ama o da tıpkı Barba gibi lüks mevkiden, birinciden, ikinciden hoşlanmıyor, soluğu hep üçüncüde, personel koğuşunda alıyordu.
Vedat Günyol ise şöyle diyor: Sait Faik bir sevgi peygamberiydi. Kırk sekiz yıllık, içine en ufak bir haksızlık karıştırmamış, tertemiz bir ömrün akışında içimize insan sevgisinin o ılık, o tatlı, o aziz büyüsünü en asli tarafıyla bir o salabildi: Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.”
Her zaman Sait Faik’le keşke aynı çağda yaşasaydım da, arkadaşı olabilseydim, onunla bi kez olsun konuşabilseydim diye düşünmüşümdür. Belki bi çoğunuza bu düşünce saçma gelebilir. Gelsin. Umurumda değil. Hiçbir insanı, etnik kökeni, ayırt etmeyen tam tersine; burjuvadan, sonradan görme zenginlerden, insanları sömürenlerden nefret edip; hikâyelerinde gerçek insanlara yer verip, onları her türlü kusurlarıyla seven, en çok da çocukları, hayvanları, doğayı seven böylesi güzel bi insan nasıl sevilmez? Nasıl onunla arkadaş olmak istenmez?
Ya peki kendisini herkesin üstünde gören böylesi yazarlara ne demeli? Tepeden bakanlara…
Asalet böyle mi oluyor?
Yoksa itici olup, ayrıca komik durumlara mı düşülüyor, orası tartışılmaz bile, bence.










27 Mayıs 2011 Cuma

Global kuaför diyalogları



Kucağında upuzun saçlar, aynanın karşısında oturuyor. Yanında ben…
Ben: Bu saçlar kucağında; ve kendi özsaçların Hürrem kızılı. Korkulur senden valla.
O:    Yok,  korkma… -Yüzünde hınzır bi gülümseme.- Hürrem’de hizaya geldi biliyorsun artık. Bi gün peşkirini giyip çarşıya gitmiş. Yolda “doğan görünümlü şahin” araba görmüş. Arabanın arkasında “asiller azmaz” yazıyormuş. O günden sonra asil olmaya karar vermiş. Hem zaten o zaman çok gençti. Anırıp duruyordu vara yoğa.
Ben : Hımmm… -kadının kucağında bakışlarım-
O:     Kucağımdaki saçları merak ediyorsun değil mi? Cezayirli bi kadının saçları.
Ben : Fransız mısın? Yolmuşsun Cezayirli kadını.
O:     Yok ayol nerden çıkarıyorsun, özbe öz Türküm. Baksana saçlarımı da Hürrem kızılı yaptım.
Ben: Ama Hürrem Ukraynalı değil mi?
O:    Hayır Türk. Osmanlı’da Türk, bilmiyor musun?
Ben: Evet evet sahi ya! O yeeeaaa, onu da Türk yaptık.
O:    Hem neden Fransız olacak mışım ki? Bak bu Cezayirli kadının saçlarını çok ucuza aldım. İki yüze. Kuaför, iki kere boyadı kaliteli İngiliz boyasıyla,  rengi tutturmak için. Yoksa saçlar kömür gibiydi.
Ben: İyimiş…
O:   Ne uzatcam bele kadar saç. Manyak mıyım?
Ben: Evet manyak mısın afedersin ve fakat niye bele kadar saç takıyorsun, üstelik Hürrem kızılı. Senden korkabilirim.
O:   Takıntılı mısın nesin? Artık o asil oldu diyorum ya. Doğan görünümlü şahin felsefesi, Hürrem’e doğru yolu gösterdi. Asiller azmaz. Hem o zaman çok gençti, toydu, hayatı bilmiyordu. Cadılığın makbulü “asil elbise giyilen” ile yapılanıdır. Diğeri aptallıktan başka nedir ki?
Ben: Evet öyledir.
Kısa bir sessizlik…
Birinin kızı oldu galiba…
Ben: Yaaa evet. Carla’da hamileymiş 43 yaşında. Yeni iktidara doğru, Habil’mi, Kabil’mi doğuracak, yoksa boş mu? Fransızlar’a sadece umudu mu pompalıyorlar?
O: Vay anasını sayın seyircilerrrr!
Ben: Anlaşıldı sen de çocukluğu yetmişli yıllarda geçenlerdensin.
O: Nerden biliyorsun?
Ben: Halit Kıvanç yetmişlerde çocuk olanların beynine sesi ve deyimleri ile yer etti de ondan. Memleketin Sümerbank kılıklı sunucusuydu. Memleketin tek sesli, ve sözde çok  partili, -sağ, sol- sesiydi. Ondan başka sunucu yoktu. Öyle ki, onun ölümsüz olduğunu düşünürdüm. TRT Pazar şovları, 23 nisan şenlikleri, futbol yorumcusu…
O:  Evet evet… doğrusun!
Ben: Böyle imalı laflar etme çok gücüme gidiyor. Bütün bu kurnazlıkları Hürrem’den mi öğrendin?
O:   Yok be, sen de çok gerilere sarıyorsun kaseti.
Ben: De mi kasetler yine gündemde?
O:   Evet. Vallahi çok kınıyorum, bu seks kasetlerini.
Ben: Hangisini? Seks yapanı mı, kasete çekip halka sürene mi, yoksa KK nın Van’lı çocuğa heh he eheee çapkın mısın, sakın senin de kasetin çıkmasın demesini mi?
O:  Biz ailecek ortanın solundaydık. Hâlâ da öyle.
Ben: Bi de dairenin merkezi, üçgenin köşesi şıkları var. J
O:  Bugün 27 Mayıs!
Ben: Evet yaaa! Baksana Yeniçeriler de yapmış 27 mayıs. Bahar mı, güz mü, kış mı? Sülüman bastırmış ama…
O: Şimdi sünnet kına gecelerinde çocuklara Sultan Süleyman kıyafeti giydiriliyormuş.
Ben: Ah ne hoş!
Kısa bi sessizlikten sonra
O: Biz de kır düğünü yapcaz, kırmızı eti, şarabı, havai fişeği falan kişibaşı 45 tl. Bak beyaz et dersen 35 tl oluyor.
Ben: İyimiş
O: Evet, bi de fotoğrafçısı var. Doğal ortamda falan çekiyor adam. Kâh deniz kenarı, kâh konteyner içinde, kâh sirkte. Sen hangisini tercih edersen. İki buçuk milyar da o.
Ben: Millet de para yok vallahi.
O: Şaka mı yapıyorsun? Bu kadar şey az parayla mı olur. Daha gelinliği, ayakkabısı şusu busu. Para var. Senin para anlayışın da, tööbe...
Ben: Yok, bu kadar para harcanırsa tabii para olmaz demek istiyorum.
O: Yok kardeşim yok, para var. Kimse kimseden borç istemesin diye, para yok diyorlar.
Ben: Tabii para da, güzellik gibi göreceli bi kavramdır. Başkasının ucuz dediğine siz pahalı dersiniz, bi başkasının pahalı dediğine ucuz denilebilir.
Ben: Yav, onu bunu bırak da bu kır düğünleri de nerden çıktı böyle. Benim bildiğim köylerde; köy düğünü, şehirlerde; otel düğünü, düğün salonu, varoşta kahvehane düğünü vardır.
O: Holivud filmlerini izlemiyor musun? Romantik komedileri. Kaçak Gelin: Culya rabırts, kasımda aşk başkadır, v.s. onlar hep, kır düğünü ile evlenirler. Babalarının kollarında gelirler, damada teslim olurlar. İşte o da ordan kaynaklı.
Ben: Evet anlıyorum. O yeeaaa ve de veri guuddd! 
Kuaför: Saçlarınız nasıl oldu?
Ben: Süper oldu, teşekkür ederim.  Ve size iyi günleeerrrrr….

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Offf Necmi delirtme adamı; Halbuki o'na ...


sene 1953... mevsim yaz. bay Necmi Beyoğlu'nda  evkaf dairesinin kalem müdürlüğünde çalışıyordu. bay necmi'nin sorunu ayağındaki mantar rahatsızlığıydı. iş çıkışı her akşam şifa eczanesinden aldığı, özel müstahzarla, leğende ılık suda ayaklarını dinlendiriyor amma pek de çare olmuyordu.
tabip ne yapsın? sadece; her gün çoraplarını gün değiştir, öğüdünü verdi. bay Necmi'nin annesi Ülfet Hanım bu işten çok muzadaripti. Necmi'nin çoraplarını yıkamaktan bıkmıştı artık. Bay Necmi 29 yaşına geldiği halde hâlâ evlenmemişti. Annesi Ülfet Hanım bi an önce evlenmesini istiyordu. çorapların, gömleklerin ve Necmi'nin mendillerinin yıkanması için!
necmi hergün evden çıkarken annesinin hazırladığı sefer tasını alıyor, ev yemekleri ile besleniyordu. yüzüne bakınca sıhhat fışkırıyordu. ahhhh şu mantar hastalığı da olmasa...
bir öğlen yemeğini yedikten sonra Beyoğlu'nda gezmeye çıktı. beyfendiler, hanfendiler iki dirhem bi çekirdek caddede dolaşıyorlardı. bazıları çiftti. onlara imrenerek baktı. allam bana da hem güzel, hem temiztitiz, hem az akıllı, hem çemkirmeyen bi zevce nasippp etsin diye diledi. ama yalnız dilemek de olmazdı tabii. annesinin ilkokuldayken yaz tatillerinde kafasına vura vura öğrettiği  üç kulfufallahi bi elhamı yüreğini zıngırdatarak okudu. ellerini çaktırmadan sanki terlemiş de, terini silermiş gibi gözlerini kapayarak yaparak yüzüne sürdü. içinden de bakalım karşıma ilk çıkacak şey ne olacak diye de geçirdi.
karşısına çıka çıka, mösyö garbo'nun çorapçı dükkanı çıktı! ne zaman dileği yerine gelmişti ki? bıkkınlıkla içini çekti. o zevce diliyordu, karşısına çorapçı dükkanı çıkıyor! "neyse, bu da iyi bişey" dedi içinden. en azından eve gidince annem burnuna tahta mandalı takıp oturmaz. n'apsındı Ülfet Hanım, o koku çekilir miydi? kadın senelerce  burnuna mandal takıp oturmaktan, burun delikleri başkalaşım geçirip, incelmişti.
içeri girdi. bi baktı, bi daha baktı, hadi bi daha da benden olsun. Çok bakakaldı. adeta şapşallaştı. aşk dedikleri bu muydu yoksa? Karşısında bn. Sacide ay yüzüyle, yıldız gibi parıldıyordu. doğrusu ya çok güzeldi bn. Sacide. Çok. Çok. başka çok yok. bn. Sacide'yi görünce Necmi'nin dili biraz tutukluk yaptı. eeee, keeee, küüüü gibi sesler çıkarttı önce. bn. Sacide her güzel kadının bildiği üzere, bunun Necmi'nin dilinde bi pelteklik olmadığından, sadece kendi güzelliğinden geçici bi süre Necmi'nin servis arızası verdiğini anladı.
Necmi kasada duran Mösyö Garbo'nun öksürmesiyle kendisine geldi. çorap istediğini söyledi. süreyi uzatmak için çorap çeşitlerini çıkarrtırdı. pamuklu çorap alacaktı ama, ipek çoraplara dahi baktı. dükkanda çeşit çoktu, kravat, papyon, şapka v.s. vardı. ohhh yaşadım hergün gelir bi şeye bakarım diye düşündü sırf hergün gelmek için bi çift çorap aldı. bn sacide'nin gözlerinin içine bakarak.
bn.Sacide de bakılmayacak biri değildi hani. ela gözlü, açık kestane saçlı -asri saç modeline sahipti.- beli 57.5 santim, boyu pek bi münasip, akçapakça, ufff süperdi işte.
bi de konuşması vardı ki, sanırsın bülbül şakıyor. o ne ses allam, Ülfet Hanımın hergün boğazına düdük kaçmış gibi kafa ütülemesi Necmi'nin içine fenalık getirmişti. tamam annesi ama... işte öyle bişey...
necmi'ye karşı Sacide'nin yüreğinde de bi kuş hafiften ama incecikten kanat çırpar gibi olmuştu. sonra amannnn elimi sallasam ellisii kolumu sallasam tellisi demişti, demişti ya, Necmi memur olduğundan hııımmm iyi bi "bey" adayı olabilir. karşı komşu kızı çarpık Suzan'a hava atabilirim diye düşündü. zira Suzan'ın kocası Mısır Çarşısı'nda peynircide çalışıyordu ve beyim aşağı beyim yukarı, beyim ortaya, beyim buraya, benim beyim var deyip duruyordu.  Sacide bi keresinde ne beyi? Oymak beyi mi, uç beyi mi, kıç beyi mi? diye sormuş, Suzan ellerini beline oturtarak Sacideeee, Sacideeeee kıskanmasana beyi'mi? yoksa bey'imde gözün mü varrr? diye çıngırçıngır çıngırdamıştı.
bütün bunlar Necmi gittikten sonra aklına gelmiş, ooohhh memuuurrr beyim var diye hava atarım. haftada bir saray muhallebicisine gelir, tavuklu pilav yedikten sonra greta garbo filmleri izlemeye gideriz diye de aklından geçirdi.
necmi biraz, offf biraz mı, bayaaa bi takıntılıydı. her allan günü geldi dükkana. güya çorap alıyor! mösyö Garbo'da bu durumdan ziyadesiyle memnun. kasada ellerini ovuşturup duruyor. Necmi ile Sacide biraz samimiyeti ilerlettiyse de Sacide ince eleyip sık dokuyor. Neden bu adam her gün çorap alır ki? Necmi'nin el tırnaklarına bakıyor, kökten kesilmiş şeker hastası olsa, hafazanallahhh, yara olcak da kapanmayacak? o derece kökten kesilmiş. ama ama...acaba bu adam özde temiz değil mi? acaba ayak tırnaklarını kesmiyor mu? çapa gibi uzun da, o yüzden mi çorapları yırtılıyor, koca parmakları patates gibi çıkıyor mu? yoksa tembel mi? küçümseyerek baktığım Suzan'ın kocası Hasip gibi pazar günleri bi karış sakalla oturcak mı? saray muhallebecisi ardından, sinemaya gidemeyecek miyim? diye hep düşündü. sırf bu yüzden cosmopolitan dergisindeki testlere tabi tuttu. sürekli test test test... derler ki, cosmopolitan dergilerinin testlerinin ananesi Sacide'dir. Necmi süründü. ne iltifatlar, ne  imalar, neler neler neler fayda etmedi Sacide'ye.
necmi'nin annesi her akşam evkaftan eve döndüğünde "yeterrrr yeteerrr, pis kokulu çoraplarını yıkamaktan bıktım, burnuma mandal takmaktan artık burun deliklerim yapıştı, nefesimi ağzımdan alıp veriyorum, ben de insanımm, yazık bana da,  evlenn evlennnn" diye bağırdı. en sonunda Necmi annesine açıldı. bööle böööle kız var anne. çok güzel, beli bile 57.5 santim. ayakları güvercin. bembeyaz. kırmızı ojeler sürüyor. amannnn amannnnnn Ülfet Hanım bi kıskandı bi kıskandı. hemmenn hayıırrrrrrrı bastı. olmaz ben sana rüveyda'yı alcam. elleri ne güzel, çamaşır yıkamaktan paça gibi şişmiş, biçki dikiş kursuna gidiyor, Bahçekapı'daki sümerbank mağazasından  basma alıp şımşıkırdak giyiniyor. Necmi bunu duyunca zıpladı. istemem ben sülük suratlı Rüveyda'yı. Iyyyy sarısarı suratı var, paça gibi. annesi çok otoriter alcam onu istemem ayak tırnakları kırmızı oceli asri zamane kızını.
artık sekiz ay geçmişti. Necmi'nin de içine fenalık gelmişti. derler ki "fazla naz aşık usandırır" lafı Necmi'den çıkmış. ööledir yani. pek bi bezgin pek bi bedbahttı. kala kala sülük suratlı Rüveyda'ya kalıyordu işte.
derler ki, Tarkan'ın "bizde şans ne arar" şarkı sözünün yaratıcısı Necmi'ymiş. geceleri yatağında içlenerek şarkı sözleri yazarmış. bu arada mendiller de kirlenmeye başlamış çok. Ülfet Hanım da çemkirmeye.
Necmi evkaftan çıkınca bi gün balıkpazarına gitti. annesi yeşil mercimek istemişti. yarım kilo al da, yarın pirinçli pirinçli yemeğini pişireyim ahhhhh belimmm diye de inlemeyi ihmal etmedi. Necmi bu pisikolojik baskılarla iyice psişilkiğin son sınırına gelmişti.
balıkpazarındaki "halk bakkaliyesinden" fileye yarım kilo mercimek attı. omuzları düşük, tırs tırs yürüyordu. Sacide'nin çalıştığı dükkanın önünden geçerken hiç bakmadı. "yeter yaaa, yeterrr ama" diye içinden geçirdi. Sacide Necmi'yi gördü.  elindeki fileyi, filenin içindeki yeşil mercimeği. ahhhh allaammm manyak mıyım neyim, ne büyük bi kısmeti kaçırıyorum, evine bağlı, sorumluluk sahibi memur. garanti ayak tırnaklarını da kesiyordur.hemen tezgah arkasından fırlayıp, Necmiiii, necmiiiiiiiii, necmiiiiiiiiiii diye bağırdı. Necmi inanmaz gözlerle baktı. allamm rüya mı? hemen kalın baldırlarını çimdikledi. yok diilmiş! hemen birbirlerine ağır çekimde koştular. derler ki, 60 lı yılların yerli filmlerinin Hülya koçyiğit koşma  stili Necmi ve Sacide'den kaynaklanmış.
sacide yine de çok temkinliydi. sarılmaları bittikten sonra "çıkart ayakkabını Necmi" dedi. Necmi uysal hemen çıkarttı. evet Necmi'nin ayak parmakları uzundu, ama tırnakları hiç uzun değildi. derler ki erkekler Necmi'yi örnek alıp pedikür yaptırmaya başlamış.
Sacide ile Necmi bu mutlu günlerinde sizleri de aralarında görmekten saadet duyarlar. Beyoğlu Evlendirme Dairesi, saat 14.00...
Ülfet Hanım nikahta siyah bi döpiyes giymeyi tercih etti. sacide suzan'a gözlerini uykudan geberiyormuş da, kapaklarını açamıyormuş gibi bakarak tebrik törenin de elinin parmalarını uzatarak tokalaştı. nikah şekerimizden ye suzancıımm, saray pastanesinin badem şekerlerinden yapılmıştır. ye ye çekinme ağzın tatlanır belki de bi tatlı söz çıkar demeyi de ihmal etmedi.
sonrası ne oldu bilmiyorum. mesut bahtiyarlar mı? her pazar muhallebeci, sinema, adalar'a gidiyorlar mı?
bilmiyorum, bilmiyorum... daha fazla sormayın. hem daha fazlası özle hayata girmez mi? evet rahat bırakalım yeni evlileri...

5 Mayıs 2011 Perşembe

Yalnız bir adam: Sait Faik


Yalnızlık nedir? İnsan, yalnızlığı seçtiyse, yalnız değildir. Ki çoğu insan yalnızlığın kötü, acınacak bişey olduğunu düşünür. Bazen iki, üç, dört, beş kişilik kalabalıklarda boğulur insan. Kim olursa olsun karşısındakiler; sevmiyorsa, anlaşamıyorsa… o zaman, o kalabalık kötüden de öte berbat bi durum değil midir?
Bazen de sebepsiz, bi sebebi yoktur yalnız olmayı istemenin. Ruhu, yüreği istemiyordur kalabalığı, başka bi insanı, insanları. Belki kendi kendisinde boğuluyordur, belki dünya dar geliyordur. Aslında yalnızlık daima güvende olma isteğidir. İnsana çoğu zaman yakınları kırar ya… “o kadar yakın olma bana, beni kırmanı istemiyorum” diyebilir. Ama başka insanlar hep bişeyler üretirler kendi değer yargılarına göre. Efsaneleştirler bile o yalnızlığı.
Fakat kişi yalnız olmayı tercih etmeyi seçmeyip de, yalnızlık başına gelmiş mecburi bi durumsa zor tabii.
Murathan Mungan ne demiş yalnızlığa dair; “yalnızlık bir insanlık halidir ve bizde genellikle kimsesizlikle karıştırılır… Yalnız kalma korkusuyla yapıştığımız herhangi bir ilişkiyi süreklilik ve sadakat zannediyoruz. Önce yalnız kalmayı ve bunu taşımayı öğreneceksin ki, seçtiğin beraberlik kıymetli bir hale gelecek. O beraberlik içinde de yalnız kalabilceğin zamanları ayırabileceksin”
***
“Akşamüstleri Tünel’den Taksim’e doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli ama müthiş kederli, yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştı, pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, Beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki, (daha doğrusu her hali) size bu koskocoman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilemez. Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin olur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayğılık, aşağılık… Kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybetli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri, seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikayeci Sait Faik’dir.
Yaşar Kemal 1951-63 yılları arası on iki röpörtaj yapmış gazeteye. Nasıl güzel betimlemiş Sait Faik’i. Sade bir o kadar da gerçek. Röportajı edebiyat haline getirmiş. Şimdilerde o röportajlar YKY den Ara Güler’in fotoğraflarıyla yeniden yayınlanmış.
Ara haberi verdikten sonra yine Sait Faik’e döneyim. Döneyim de biraz hesap sorayım, sadık okuyucusu olarak. Hakkım var mı peki? Var tabii. Gencecik yaşında bu kadar neden kederliydin? Aslında kederli biri değildin sen; şakacı ve muziptin…Hem  yalnız olduğunu mu sanıyordun? Anlattığın o güzel, akıllı, üçkağıtçı, cin, düzenbaz, tembel, saf,  insanlarla birlikteydin hep. Hep onları gözlemleyip arkadaşlık ediyordun. Hep insanı, insanlık hallerini anlattın. Aradan onca yıl geçmesine rağmen, yüzümüzde, gülümseme, huzur, kızgınlık, öfke duygularını yerleştiriyorsun.
Belki yüzünden okunan keder, son yıllarında oluşmuştu. Ya da yılların birikimiydi. Duygulu insandın vesselam.  Bu dünyanın herkese yettiğini, yeteceğini herkes gibi sen de biliyordun, hatta herkesten daha iyi biliyordun da, insanların neden birbirini bu kadar yaralayıp, paylaşamadıklarının ne olduğunu mu anlamaya çalışıyordun? O yüzden miydi, kendine kahrın, kederin?



1 Mayıs 2011 Pazar

Yaşasın 1 Mayıs




Öyle denk geldi. Düşününce tabii ya öyle diyorum. Sene başından beri gittiğim seramik  atölyesindeki son çalışmam olan karınca yuvalarını, plaka üzerine uygulayarak bitiriyorum. Yarın seramik karıncalar yapılıp, plaka üzerindeki seramik yuvalarına yakın yerlere yerleştirilecek.
1 mayıs işçi bayramı kutlanırken, ben işçi karıncaları tasarladım. Doğaçlama çıktı ama… Bu sene soğuklardan baharın gelmediğini düşünsek de, aslında doğa kendisini çoktan yenilemiş.
Karınca yuvalarını gördüm geçen sokakta yürürken. Yuvaları bence mimari bi deha. Ve örgütlü çalışkanlıkları. İş kazası geçirir mi karıncalar? Belki insanoğlu ya da insankızı hastttadanannggg, lönkkkkkk diye koca ayağınla basıverir yuvanın birine. Belki de karıncaezmez Niyaziler çok denk gelir de, karıncalar da tamamlar yaşam süreçlerini en doğalından, güzelinden.


İzmir’in  sokaklarında bol miktarda çekirdek, çiğdem kabuklarını görürsünüz. Sanırım karıncalar, en çok çekirdek, -çiğdem- toplarlar. Burası karıncalar için ideal bi iş alanı!:)
İnsanın da karıncası, işçilerin bayramı bugün kutlandı Taksim’de. Tabii başka şehirlerde de kutlanmıştırdır da, ben sadece Taksim’i izledim. Zaten 1 Mayıs deyince Taksim gelir herkesin aklına. Bugünkü kutlama oldukça güzel gözüküyordu. Hele geçen yıllar göz önüne alındığında… Kafelerde oturan yaşlı başlı insanlara polis tarafından atılan tokat, biber gazı vs. Aman allamm bu ne ya olmuştuk hepimiz.
1 mayısa istinaden, işçi filmleri festivali başlıyormuş, İstanbul, Ankara ve İzmir’de eşzamanlı olarak. Geçtiğimiz senelerde gitmiştim. İzlemeye yürek dayanmıyor. Ama yürek dayanmıyor diye gerçekleri gözden mi geleceğiz? Hayır. Herkesin bildiği gerçekler var. Var ama sümen altına yapılıyor birçoğu. İş kazalarında ölen, yaralanan insanlar. Bunların nesi kaza ki? Bile bile, ilkel makinalarla, denetimsiz, ruhsatsız,  merdiven altı atölyelerde işçi çalıştırılırsa;  bunun sonunda da ölüm, yaralanma olacağı belliyse bu iş kazası değil. Bile bile lades işte. Sağlıklı olmak milli piyangodan ikramiye kazanmak gibi bişey.
Bakalım… Ben seramik karıncalarmı bitirdkten sonra izlemeyi düşünüyorum. Zaten ne zamandır sinemaya da gidememiştim. Her ne kadar bu kurgu değil gerçek olsa da izleyelim vahşi düzeni…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...