30 Nisan 2011 Cumartesi

Doğal Yaşam ve Başkaldırı / H. David Thoreau



Düşüncelerinizi eyleme dönüştürebiliyor musunuz? Ya da şöyle; düşüncelerinizin hayata geçmesine kapitalist sistem ne kadar izin veriyor?  Buna şu an ne cevap verdiğinizi de duymasam da tahmin ediyorum.
19. yy da Henry David Thoreau isimli bir adam yaşadı Amerika’da. Ve yaşadığı çağın en tanınmış bohemlerindendi. Hayatının 2 yılını Concord Massachusetts’de Walden gölünün kenarında, arkadaşı ve hamisi Emerson’un arazisinde,  kendi inşa ettiği ahşap kulübede geçirdi. Ekip biçmeyi, yemeğini, hayatında neye gereksinimi varsa kendisi karşılıyordu. Hiç kimseyi kullanmayarak, fayda sağlamayarak.
Amacı burjuvalara ve kapitalist sisteme; maddi kıtlıkla ruhsal tatminin bir arada olabilirliğini kanıtlamaktı. “İnsan vazgeçebildiği eşya oranında zengindir.” fikrini savunuyordu.
Ona göre insan toplumun ve sistemin kendisine dayattıklarını reddetme cesaretine sahip olduğu sürece kendi istediği koşullar içinde yaşayabilirdi. Niçin? Özgürlük için, okumak, düşünmek, yazmak için…
Meksika’ya karşı açılan savaşın haksızlığını savunarak Amerikan yönetimine karşı 6 ay vergi ödemeyerek tepkisini koymuş ve 1 gecelik hapisliğin verdiği öfkeyle “Haksız Yönetime” adlı eserini yazmıştır.
Hayat felsefesi “basitleş, basitleş, basitleştir” diyerek sadeliği vurgulamış ve yaşamıştır.
“İçimizdeki yanı başımızdaki düşman olmasa, uzaktakiler hiçbir halt karıştıramaz.”
“Davranışın otoriteye karşı pasif bir hareket” olduğunu savunur. Ona göre hükümet gereksiz bir organizasyondur.
“En iyi hükümet, en az yöneten hükümettir.”
“İcraatını onaylamadığın devlete bağlı kalmanın ve de haksız bulduğun yasalara itaat etmenin gereksizliğinden ve saçmalığından” dem vurur.
Yazılarıyla GANDHİ’NİN tarzının gelişmesine neden olmuştur.
“Kendi kendime şöyle bir devlet düşünürüm: öyle bir devlet ki, bütün insanlara karşı doğru olmayı göze alabilsin; her insana komşu gibi saygı göstersin; hatta uzağında yaşayan, kendisiyle kaynaşmayan, kendisinin de benimsemediği bir avuç insanın varlığı kendi rahatıyla bağdaşmaz saymasın; öyle bir devlet ki; bu tür meyveler yetiştiren ve olgunlaşır olgunlaşmaz, düşmelerine göz yuman, daha olgun ve daha şanlı bir devlete yol açsın. Benim de düşündüğüm ama hiçbir yerde rastlamadığım bir devlettir, bu.”
“Yalnız olmayı seviyorum. Hiçbir zaman yalnızlıktan daha iyi eşlik eden bir arkadaş bulamadım.”
“Yaşanabilir bir dünyada olmadıktan sonra, güzel bir eve sahip olmak neye yarar?”
“Tutkularınızdan ve hayallerinizden vazgeçmeyin. Eğer vazgeçerseniz, bedeniniz bu dünyada var olsa da, yaşamınız son bulur.”
“Gerçeklerin, güllerin nasıl varsa, kendisine ait dikenleri vardır.”
“Hayatımız detaylarla mahvoluyor, sadeleştirmeliyiz.”
“En ufak bir inanç tohumu, en büyük mutluluktan daha iyidir.”
“Her nesil eskilerin moda akımlarını komik bulup güler ancak güncel modayı mürid kıvamında izler.”
Ormana gittim
Çünkü bilinçli yaşamak istiyordum
hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum
yaşam dolu olmayan her şeyi bozguna uğratmak için
Ve ölüm geldiğinde aslında hiç yaşamamış olduğumu fark etmek için.
Biz sivil itaatkarlar, her ay bankadan çektiğimiz maaşlarımızı diğer bankalara, telefon, su, doğalgaz, araba kredilerine, sağlık sigortalarına yatırmak için saatlerce kuyruklarda bekleyerek zamanımızı da yitiriyoruz parayla birlikte. Bedenimiz her geçen gün ne yaşadığını bilmeden eksiliyor. Köleler hiç değilse köleliklerini biliyorlarmış ve onu elde etmek için çaba sarf ediyolardı. Biz; biz özgür olduğumuzu düşünen modern köleler için alıp, okunulası, hayata geçirilesi fikirlerle dolu yaşam kılavuzu.

21 Nisan 2011 Perşembe

Yağmur


Kadınları en iyi yağmur mu anlar ya da yağmuru kadınlar mı anlar? Şarap içilmeyecekse peynir niye var? Kitap okunmayacaksa yağmurla çay niye var? Aşık olunmayacaksa kadınlar ve adamlar niye var? Madem ki büyük yanlışlar olmayacak, bu hayat niye var?
Şu anda bardaktan boşanırcasına yağmur var. Hep öyle denir değil mi? Bardaktan boşanırcasına... Zaman gece yarısından sabaha doğru ilerlemekte yavaş yavaş. Yağmur camlarla beraber ruhumu da yıkıyor.  Zaman sabaha doğru yol alırken sessizlik hüküm sürüyor. Sessizliği bozan; huzur ve mutluluk duymama sebep olan yağmur.  Yatmadan önce doğa ninni söylüyor derinden ve sakince.
Sesini duyuyorum. Şu an gündüz vakti olsa kendimi dışarı atıp, sırılsıklam olana, saçlarımdan sular süzülenene dek yürümek isteyeceğim an. Yürürken yüzümde bir gülümseme olacağını biliyorum. Neden diye sormayın, öyle olur işte. Geçtiğin en pis sokak bile yağmurla birlikte yıkanmıştır, cennet gibi gelir. Ayaklarına sular girer belki ama “olsun, olsun değer” dersin. Biraz da üşürsün, ama aldırmazsın işte. Yağmur sana yaşadığını hissettirir.
Baharla, yağmurla birlikte yenilersin kendini. Unutursun her şeyi. O anda doğanın bir parçasısındır artık.
Sana gökyüzü ağlıyormuş gibi gelir. Hep mutsuzluktan dolayı ağlanmaz ya. Mutluluktan ağlıyordur, bence. Evet, kesinlikle mutluluktan ağlıyordur. Hayat kendisini yeniliyordur. Mutlu olmuştur gökyüzü ve sevinçten gözyaşlarını rahmet olarak sunuyordur, yeryüzüne.
Yağmur dindiğinde toprağın kokusunu içine taaa ciğerlerine kadar çekersin. Toprağın kokusunu ciğerlerinde hissedince varolmanın mutluluğu sarar her hücreni. Yağmur dindiğinde huzur da bırakır. Ansızın başını kaldırıp baktığında yağmurun geride hediye olarak bıraktığı gökkuşağını görürüsün ve hemen bir dilek tutarsın. Mutlaka o dileğin gerçekleşir. Yağmur ve gökkuşağı gibi iki mucize gerçekleşiyorsa, yüreğinin en derininden duyumsadığın dileğin neden gerçekleşmesin ki? Gökkuşağı hayaldir, hayallerin umuttur. Yağmur umudun simgesidir, canverendir, varoluşun ta kendisidir. Yaşamın ta kendisidir, yaşamın ayrılmaz bir parçası, tıpkı hiç bitmeyecek umutlarımız gibidir.
Yağmur her insanın gözlerinin parlamasına sebep olur. İnsanlar hayallerinde büyük ya da küçük öyküler ve şiirler düşler. Damlalar hızla yere değmeye başladığında, hiç aklına gelmeyecek çocukluğundan bir anı gelir oturur yüreğinin tam ortasına. Hüzünle gülümsersin. Şu anda yaptığım gibi Bülent Ortaçgil’den “Yağmur” şarkısını dinlersin.
İlkyaz yağmurları insana güneşli günleri vaad eder. Artık bıktığın kara kıştan çıkacağının müjdesini sunar. Doğanın yeryüzüne ve insanlara sunduğu en güzel oyuncaktır. Gökyüzünde bulutların yavaşça toplanmasını izlersin önce, sonra ışıklar saçılır etrafa ardından kocaman kocaman sesler duyulur. Evlerin camlarını titretir. Belki seni de… Sonra yağmur başlar, utanmasan altında dans etmek istersin. Çaktırmadan biriken su göllerinin üzerinden atlayarak bu mutluluğu yaşarsın.
İlkyazda dünyaya geldiğim için şanslı sayarım kendimi. Ve o gün yağmur yağarsa bana Tanrı tarafından verilmiş en güzel armağanı tüm yüreğimle kabul eder, yeni yaşımın çok güzel geçeceğini umut ederim.

Ve yağmur –yağmurlar-  / ah şu yağmurlar durmasa ya / ne güzel ıslanıyor ilk yaz / ne güzel ne güzel ne güzel/ denize zorla sokulmuş / ağlamaklı bir çocuk gibi/
Edip Cansever

19 Nisan 2011 Salı

11'e 10 kala



Hadi bakalım keyfe gel. Kış ayında başlayan sinema günlerim devam ediyor hâlâ.. Nerdeyse haftanın üç gecesi  film izlemeye başladığımda, kendimi  bambaşka bi dünyaya göç etmiş gibi hissediyorum. Eğer seyrettiğim filmi beğendiysem, sabah mutlulukla uyanıyorum.  Her ne kadar sinemada film izlemek güzelse de, evde ortamı karartıp kanepede uzun oturup, film izlemenin keyfi bi başka oluyor desem… evet haklısın dediğinizi duyuyorum.
Bu sezon evde izlediğim filmlerden en etkileyici olanı 11’e 10 kala. Film 2009 yılında vizyona girmiş. Ben filme konu olan Mithat Esmer’in belgeselini, 2002 yılında TRT de yeğeni Pelin Esmer’in yönetmenliğinde izlemiş, o zamandan aklımda kalmıştı bu ilginç hayat öyküsü.
Filmin yönetmenliği ve senaristliği Pelin Esmer tarafından yapılmış
11’e 10 kala” “dün, “şu an” ve “yarın’ı” birbirine sıkı sıkı bir iple bağlayıp, yaşamın her anını koleksiyonuna eklediği bir objeye dondurup o ipe dizen ve onun üzerinde usta bir cambaz gibi yürümeye devam eden müthiş bir koleksiyoncuyu anlama arzusuyla başladım. İstanbul’un hayatın içindeki çelişkilere olan toleransına sığınıp, birbirinden sınıfları, yaşamları, hayalleri ve gerçekleriyle çok farklı iki yalnız adamın, 83 yaşındaki koleksiyoncu Mithat Bey’le kapıcısı Ali’nin, birbirlerinin yaşamlarına hesapsızca müdahalelerini anlatırken, bir baktım kaybederken kazanan, kazanırken yenilen, biterken başlayan yaşamlarında bu iki adamın birbirlerine sunabilecekleri yine İstanbul’du. Böyle tanımlıyor filmini Pelin Esmer.  
Emniyet apartmanı’nın dördüncü katında yaşayan Mithat Bey, yıllardır biriktirdiği, evinde kendisine sadece küçük bir yaşam alanı bırakan koleksiyonlarını, o güne kadar karşısına çıkan her türlü tehdite karşı korumayı başarır. Koleksiyonunun devamlılığını bozmamak için aradığı herhangi bi parça onu İstanbul’un her köşesine götürür.

Anadolu’dan İstanbul’a göç eden Ali Emniyet Apartmanına kapıcı olarak girer. Kızı kapıcı dairesindeki rutubetten astım olunca, daha iyi koşullar sağlayana kadar bi süreliğine ailesini köye göndermiştir. Apartmanın diğer sakinleri deprem endişesi ve daha değerli bir eve sahip olma isteğiyle binayı yıkıp yeniden inşa etmeyi tercih edince, Mithat Bey’in koleksiyonları uğruna verdiği savaşların en zorlusu başlar. Bina yıkılırsa Mithat Bey koleksiyonlarını kaybedecektir, Ali’de hem evini, hem işini. Apartman yalnız yaşayan bu iki adamın ortak kaderi haline gelir. Koleksiyonun devamlılığı için başlayan ilişkileri, Mithat Bey’in Ali’ye İstanbul’u devretmesiyle farklı bi boyuta geçer, birbirlerinin kaderlerini fark etmeden değiştirdikleri bi noktada biter.
Aslında Mithat Bey karşımıza geçse ve hayatını anlatsa, hayatının her dönemi başlı başına bi film olur. Üç yaşında babası kuran kursuna göndermiş. Devleti ise; Sümerbank bursuyla Amerika Stanford Üniversitesi’nden mezun olmuş, Türkiye’deki her evde bile radyo yokken transistörü icad etmesine ramak kalmış, transmitörü icad etmiş, bi genci Kayseri’deki tekstil fabrikasına gönderiyor, kadrozsuzluktan! Daha sonra ise Emniyet’te görev yapmaya başlayıp Polis Radyosunu kuruyor.
Mithat Bey’in yaşamı tercih edilen bi yaşam. Koleksiyon uğruna astım hastalığını kabul eden, zamanında eşinin “ya koleksiyon, ya ben” söylemine karşın koleksiyonunu tercih edip, tutkusu uğruna yalnız yaşamayı tercih etmiş biri Mithat Bey.
Sade bi anlatımla sessiz ve derin diyaloglar sayesinde kendinizi  filmin içinde bi yan karakter gibi hissediyorsunuz.
Flmin adı, radyonun saatiyle senkronize edilen 193 gün sonunda 10 dakika geri kaldığını not alıyor Mithat Bey. Filmin adının 11’i göstermesi gerekirken 11’e 10 kalayı gösteren saatten geldiğini düşünmekle beraber; filmin sonunda Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul ansiklopedesinin 11. cildinin uzun uğraşlar sonunda elde edilmesiyle, fakat önceki 10 cildin kapıcı Ali tarafından sahafa satılmasıyla da alakası olduğu göz ardı edilmeyecek mükemmel bi detay. Bu da ‘şimdi’nin geçmişten kopamayacağını, ‘şimdi’nin geçmişle anlam kazandığını hatırlatıyor. Mithat Bey yaşamı bi bütün olarak algılayan, şimdiki zaman ve geçmiş zaman arasında ayrım yapmayan biri. Onun  için emniyet geçmişinden kopmamak demek.
Mithat Bey tarafından kapıcı Ali’ye emanet edilen koleksiyonun, Ali tarafından bazı parçaların satılması, koleksiyonu, acımasızca iki kuruş paraya satarak bozması karşısında, üzülüyorsunuz hakikaten de… Mithat Bey’in yeğeninin koleksiyona güvenerek sahaf ve antika dükkânı açıp, Mithat Bey’in koleksiyonuna göz dikmesi, aç gözlülüğü karşısında sinirleniyorsunuz.
Mithat Bey, elinde çantasıyla tutkuyla koleksiyonuna ait bi parça bulmak amacıyla İstanbul’da dolaşıyor gündüzleri. Geceleri ise artık adım atmakta zorlandığı evinde, 1950 yılından beri biriktirdiği gazetelerin, objelerin  arasındaki koltuğunda, “kim beşyüz milyar ister” yarışma programını izliyor. Kolay, zor, her soruyu biliyor, bununla birlikte televizyonla konuşuyor kendini kaptırararak “ne bakıyorsun sen onlara, hah seyirciye soracaklarmış, bakma sen onlara, dinle benim sözümü” diyor…
Mithat Bey’in her ne olursa olsun sakin ve mantıklı konuşmasına hayran oldum.
Mithat Bey’in Osmanlı Mezarlığı’nda doktora öğrencisi araştırmacı bi genç kızla karşılaştığında aralarında geçen diyalogdan öldüğünde cesedinin yakılmasını istiyor. Ama bu henüz legâl değil Türkiye’de diye cevaplandırıyor genç kız. Mithat Bey öldükten sonra dünyada fazla yer kaplamak istemediğini söylüyor. Eğer gömülürse mezar taşında ilk transmitörü icad eden Türk denmesini istediğini söylüyor. Bu da bence filmdeki ilginç olduğu kadar hüzünlü bi detaydı.
Apartmanı sakinlerinin  istediği olur sonunda. Binanın emniyetli olmadığından yıkımına karar verilir. Bu kararla Mithat Bey’in  evinin  boşaltılmasına karar veriliyor. Zabıtalar evi boşaltmamış olduğu taktirde zorla tahliye edeceklerini söylemeleri ve bunun üzerine Mithat Bey’in günlerce evden çıkmayıp koltuğunda umutsuzca zabıtaları beklemesi…
Çok başarılı, çok etkileyici, çok güzel bi filmdi. Mutlaka izlenilmesi gereken.

10 Nisan 2011 Pazar

Şaduman ile Kenan'ın âşk hikâyesi



Bayan Şaduman İstanbul’un Kadıköy semtinde ikamet ediyordu ailesi ile birlikte. Babası köşebaşında bakkaldı.
Karadeniz’den Şaduman üç yaşındayken göç etmişlerdi. O yıllar içinde büyüyüp, serpilip güzel bi genç kız olmuştu. Fakat Şaduman isminden hiç memnun değildi. İsminin Serpil olmasını arzu ediyordu. Babaannesinin ismini koymuşlardı. Üstelik annesi, babaannesinden hiç hoşlanmıyordu. Nasıl hoşlansın ki? Yapmadığı fitne, fücur, eziyet operasyonu kalmamıştı.
Şaduman, karşı komşuları Kenan’a âşık oldu. Yakışıklı gençti Kenan. Ve hukuk fakültesinde okuyordu. Ohhh bundan iyisi Şam’da kayısı idi Şaduman için. En kötüsü abukat karısı olacaktı. Kenan biraz daha ineklerse hariciyeye bile girebilirdi. Konsolos olmaması için ne neden vardı bu durumda?... Geleceği de parlaktı. Tabii Şaduman’ın eşi olursa. Onu almayacak da hukuk fakültesinde, borçlar kanunu, medeni hukuk v.b Arapça, Farsça kanunları, geceler boyu ezberlemekten, yüzünü sivilce basmış, yemek yememekten yüzleri sararmış, gözlüklü kaknem kızları mı beğenecekti?


Ben güzelim ya sen? diye Oya German gibi kitap yazıp, marketlerde best seller bile yapabilirdi Şaduman, eğer ki; bugünkü medya, Avm ve marketler olsaydı.
Haftada bir gün vapura atlar, soluğu Mısır Çarşısı’nda alır, pembe beyaz cildine uygun müstahzarlar, zayıf kalması için bağırsak hareketlendirici bitki çayları içer, berber Nadire’ye uğrar, saçlarını mizampli yaptırırdı.
Aynalara bakar bakar ve en güzel benim, benden güzel yok derdi. Hülya Avşar’la bi akrabalığı var mıydı? Bilinmez!...
Şaduman’ın ilgisini, Kenan fark etti. O da onu beğendi. Durun! Hemen onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine diyemiyoruz. İkisinin ortak özelliği parlak bi gelecek arzu etmeleriydi.
Fakat Kenan fazla ders çalışmıyordu. Çift dikiş yaptığından, Şaduman’ın yaşı yirmibeşe gelmişti. Cık cık cık! Evde kalıyor nerdeyse. Nerdeyse değil, bütün akrabaları; “Keriman evlenmiş, sen hâlâ! …….. “ “Mürvet’in mürveti de pek iyi oldu!  Ya sen! bakışları atıyorlardı. “Şaduman sen fiyasko çıktın” der gibi bi halleri vardı. Mısır Çarşı’ndaki aktarları zengin ettin, kutu kutu krem pertevleri bitirdin, bitirdin de ne oldu?
Şaduman’ın o güzel yüreği kararıp duruyordu. İşte O  günlerde yüreğine radyo ilaç gibi geliyordu. Müzeyyan Senar en sevdiği idi. Sesini radyoda duyduğunda sonuna kadar açardı. En çok da Kenan evdeyken. Kenan’la hayatı paylaşmak istiyordu ve fakat ancak şarkı paylaşabiliyordu.  En çok da şu şarkı rast geldiğinde sonuna kadar açıyordu radyoyu, ki Kenan duysun, duysun da, şu tembellik huyundan vazgeçip, fakülteden bi an önce mezun olsun.
Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime 
Titrerim mücrim gibi baktıkca istikablime
Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkca istikbalime

Kenan haytaydı, hayta... Yıllar içinde Şaduman’a karşı hisleri azaldı. Beyoğlu’nda gezmeye vurdu kendini. Pastane, lokanta ve içkili mekânlar. Yavaş yavaş fındık göbek oluştu, Kenan’da. Fındık göbek, ceviz göbeğe doğru evrildi. Laf aramızda Kenan Şaduman’ın ismini de beğenmiyordu artık, cismini de…
Şaduman deli divane oldu derler. İçli içli ağlar oldu. Yaşının geçtiğine mi, parlak gelecek hayallerinin suya düşmesine mi, akrabalarının, yengelerinin laf sokmalarına mı yansın?
Radyonun sesini kökler oldu. Mahallede Şaduman’dan şikâyet vardı. Herkes kapıya dayanıyor: “ne bu ses, ne bu şarkılar, çocuk var, hasta var” diye şikâyet ediyorlardı. Şaduman “fena mı, müzik ruhun gıdasıdır, size de yaranılmaz, paylaşıyorum müziği” diyordu. Bi de çemkirme, çemkirme…
Mahallede Şaduman’ın paylaşım dedikodusu yapılıyordu. Facebook o zamanlar yoktu, ama ileri görüşlü Şaduman kaç yıl önceden keşfetmişti. Tabii Mark Zuckerberg’in doğmasına yılllaaarrr yıllar vardı…
Dar görüşlü insanlardan yıldı Şaduman. O yılgın günlerinde bi kısmet çıktı karşısına. Adı Süleyman’dı. Babası gibi bakkaliye işi ile uğraşıyordu. Fakat toptan. Bu da demek oluyor ki, Şaduman’ın yine iyi bi hayatı olacak. Belki şu müstakil evden kurtulup, Şişli’de bi apartman dairesinde, modern insanlarla birlikte yaşayabilir, iyi paylaşımlarda bulunabilirdi. Hem evlerinde kuru radyodan başka bişey yoktu. Pikap alırdı. İstediği plakları da tabii. Evde rumba, çaçaça, ve diğer dansları yapardı. Evet yirmibeş yaşındaydı ve hemen çocuğu olması gerekiyordu.
Salon düğünü ile evlendiler. Limonata, pasta ikram ettiler.
Şaduman’ın bi oğlu oldu ertesi yıl. Müzik paylaşamadı o yoğun günlerde, ama bol bol çocuk ağlaması sesi paylaştı Şişli’deki dairelerinde. Süleyman çalışkandı ve Şaduman’ı da çok seviyordu.
Fakat fakat ahh o kaynana yok mu? Rifakat cadısı! Ayrı oturmalarına rağmen her şeye karışıyordu. Şaduman artık, kaynanasının, vıdı vıdılarını paylaşıyordu arkadaşlarına, komşularına.
Bi gün duydu ki, Kenan fakülteden ayrılmış. Postaneye memur olarak girmiş. Şaduman “sefam olsun ohh ohhhh!” dedi arkadaşına… Bülent Ersoy’un “sefam olsun” şarkısı o günlerde çıkmış olsaydı, cuk oturacaktı duruma. Paylaşırdı da! 

7 Nisan 2011 Perşembe

Hayat Sineması



Bana şimdi bir asır kadar uzak olan bir tarih diliminde -1996-  Bornova Hayat sinemasına giderdik.
Mevsimlerden yazdı. Mekân eski ve güzeldi. Ellerimizde gazozlar ve çiğdemler, evimizde karnımızı doyurduktan sonra dokuz seansına yetişirdik.
Genelde işten yorgun argın çıktığımız boğucu yaz akşamlarında, orada hem doğal olarak serinleyip, hem de film izlerdik. O zamanlar yerli filmler bu kadar sıkı değildi. En iyi hatırladığım Hülya Avşar ve yine yanlış hatırlamıyorsam Mehmet Aslantuğ’un başrolde oldukları absürd bi senaryoya sahip olan bi filmdi. Diğer gittiğim filmleri hatırlamıyorum bile.
O zamanlar da oraya nostalji olsun diye giderdim. Ondan önce bebeklikten çocukluğa geçiş çağlarımda Silivri’de annemin kucağında yaz akşamlarında sinemaya giderdik. Genelde de annemin kucağında uykuya dalıp sonra da sürünerek eve gittiğimi onca yıl geçmesine rağmen hatırlıyorum.
Her dönem nostalji yapıyoruz, işte. Şimdi Bornova Hayat Sinemasına gittiğim yılların nostalji olması gibi…
O zamanlar mavi tahta bitişik sandalyeleri; sanki sokak düğünü seyredercesine oturup seyrettiğimiz filmleri iki saatin sonunda, -son- yazısı ile birlikte arka nahiyemizin ağrıdığının farkına varırdık. Film boyunca sopa yutmuş gibi oturup, çiğdemlerimizi çıtlatıp, gazozlarımızı da ince ince çekerdik.
Aheste,  bedenimiz tutulmuş bir vaziyette ayaklarımızı sürüyerek bi pastaneye uğrayıp dondurmalarımızı alarak evimize giderdik.
Küçükparkın civarına gittiyseniz oranın deniz olmadan da ne kadar güzel olduğunun farkına varabilirsiniz. Kafeler, restoranlar, barlar…
İzmir’de her zaman çok büyük bir eksik olarak gördüğüm koskocaman ağaçlar, Bornova’da Küçükpark’ın orada çoktur. Yaz akşamlarını serinleten, sonbaharın yapraklarını henüz dökmeden önce, çıkan rüzgârla birlikte oturup yaprakların çıkardığı senfonik sesi dinleyebilirsiniz. O ses, sizi oldukça rahatlatır. Yapraklar dökülmeye başladığında ise sarı ve yer yer kahverengi yaprakların üzerinde yürümek çok çok ayrı bi keyiftir.
Her daim öğrencilerin olduğu, gençliklerinin verdiği enerji ile bambaşka bi yer halini alır, Bornova.
Ben bu yazıya nereden geldim. Bana şimdi çok eski gelen zamanların birinde, bi yaz mevsimi o zamanlar oraya gitmeyi alışkanlık haline getirdiğim, Bornova Hayat Sinemasından…
O zamanlar o sinemaya gitmek hayatımın rutiniydi. Bazen o rahatsız sandalyelerde oturmak bana o kadar da keyif vermiyordu.
O yüzden, asla eskiye öykünen biri değilimdir. Her zaman yaşadığım anlardan keyif almasını severim. Anın tadını çıkarırım.
Bugün arkadaşlarımla birlikteydim. Siz bunu okuduğunuz için dün yani -di-li geçmiş zaman diliminde. Falcıdan bahsedildi ve bi arkadaşım birden falcı herşeyi bildiği için gitmek istedi. Peki dedim “bunu gerçekten istiyor musun? Diyelim hayatında kötü bi şey olacak ve onu söyleyecek. Sen hayatında olacak bu kötü şeyi beklerken, yaşadığın güzel anların keyfini yaşamayacaksın ve o kötü ana kadar yaşamındaki güzel anları da kaçıracaksın. Tedirgin bi hayat süreceksin bi yandan.” “Ya iyi bi şey olursa. Onu söylerse,” diye cevap verdi. “Yine aynı” dedim. “Yine -o- olacağını vaad ettiği iyi şeyi beklerken yine yaşadığın şu güzel anları kaçıracaksın. Aksi gibi beklentin büyük olduğundan, küçük şeylerle mutlu olmayı beceremeyeceksin.”  Düşündü ve “Evet” dedi.
Hep hayat güzeldir, diye yaşama sarılma edebiyatı yapılır yaaa! Aslında hayat her zaman çok da güzel değildir. Hele beklentiniz çok büyükse hayatınızı daha da karartıyorsunuz demektir. Hayatı, yaşanılan olayları fazla büyütmeden – iyi ya da kötü- akışına bırakmak, ne geçmişe saplanıp kalmak, ne de geleceğe odaklanmak…
Anı yaşamak. Yaşamak bu’dur…











6 Nisan 2011 Çarşamba

Karşıyaka Vapuru, Gazete, Çay, Simit



Bu üçlemeyi severim. Pardon dörtlemeyi. Hem de ne sevmek… İsterseniz gazeteden başlayalım. Gazeteyi gazeteden okumalı diyorum ben, nassı yani? diyorsunuz siz. Alternatif olarak internetten okumak var ki, hiç hoşuma gitmeyen beni sinir eden bi olaydır. Hele  tam okurken her şeyin sıfırlanıp tekrardan bütün boşlukların dolması bölümüne sinir olmaktayım okuma yazmayı sevenler derneğinin üyeleri. O anda car car söylenmekteyim.
Gazete illa ki; mürekkebinin kokusu hissedilerek, sayfaları hışır hışır çevrilerek, bilmecesi çözülerek okunmalı. Tamam netten bedava okuyoruz ama gerçek gazeteyi de yabana atmayalım. Okuyoruz ondan sonra çöpe mi atıyoruz?
Burada koskoca bir hayır diyorum ve başlıyorum anlatmaya. Eski gazetelerden neler yapılır. Çilingir sofralarına masaörtüsü olur. Yazın mısırcılara, dondurmacılara şepkeee olur. Kesekağıdı olur. Yeni yıkanmış arabaya paspas, camsız pencereye cam, perdesiz cama perde, badana yaparken yerlere boya sıçramasın diye koruyucu olur.
Gazetenin tek geçtiğim sayfası (okumadığım ) spor sayfasıdır. Ehhh o sayfada tarafımdan okunmasın, eksik kalsın olur mu? Bence olur…
Gazetenin en okunası mekânı neresidir? Her zaman mümkün olmasa da vapurdur. Hele bir de İzmir’in en güzel vapuru “9 Eylül” e denk gelirseniz. Mevsim baharsa, gazetenizi alıp iskeleye gidersiniz. Diğer yolcularla vapuru beklersiniz. İnsanlar birikir de birikir. Kapılar açıldığında hiç kimse yürüyerek gitmez. Amuda kalkıp mı giderler diyeceksiniz. Yine kocamannn bi hayırrr. Herkes hurrrraaaa koşturarak gider. Amaç bellidir. Güvertede yer kapmak.
Ohh kaptık yerimizi. Gazetemizi aldık. Aaaa unuttum simitte aldık. Güvertede güzel bi yere oturduk, gazetemi açtım. Biraz okumaya başladığım sırada çaycı geçer. Çay içmek lazım. İçmemek başağrısı yapar. Gazetem çıkan imbat rüzgârında hoppala zıppala “rap” yapmaya başlarken,  ben onu okumaya çalışırım. Bi yandan da çayımı höpürdetirim. Simit yemem. Onu kendime almadım. Çocukken en kolay çizdiğim (m) harfi şeklinde olan martılara atarım. Atmazsam ne olur? Peşime takılırlar, sanki ben simit satıcısıymışım gibi arkamdan sürü halinde “simit, simittt, simitçiii baksana, bi simit atsana” diye carıldarlar. İçimden söylenirim “ iyi bi de bağarayım simitçiii, simitçi geldi” diye. Ama carıldaklara bağırmana gerek yoktur. Onlar ekmeklerini yolculardan çıkarırlar. Konak Karşıyaka arasında sefer yapıp dururlar. Kimbilir günde kaç kez kanat çırparlar, kaç sorti yaparlar.  Atarım simitlerini lokma lokma. Birazdan içeride satışını yapmış olan “şu elimde görmüş olduğunuz; bıçak, limon sıkacağı” satıcısı gelir. Ondan da çok masrafa girerek, bir te-le’ye mutfak aleti alırız.
Carıldak martılarla satıcı, dikkatimizi dağıtmıştır çoktan. Bu sefer demirlere yaslanıp, küçüklüğümden kalma oyunumu oynamaya başlarım. O sırada kimse benim oyun oynadığımı bilmez. Sanırlar ki “Karadeniz'de gemilerim batmış.” Oysa ben vapurun denizi atlas bi çarşafı yırtıp da, püsküllenen iplerine benzeyen beyaz köpüklerden birini tutarım. Tuttuğum köpük inanılmaz bi hızla geçmişte kalır. Bi an  bakarım. Bi süre sonra görünmez olur.  O zaman başka köpüğü tutarım. Başka, başka, başka, oyunlar oynarım.
Otururum biraz. Bacaklarımı demirlere uzatırım. Güneş ve rüzgâr yüzümde dans eder. Tam onun keyfini çıkarırken bi ses duyulur. Vuuutttt.
Vapur da Karşıyaka iskelesine yanaşır...






5 Nisan 2011 Salı

Benim İşim Saymak


Yattığı yataktan ayağını sarkıtmış. Uyumuyor. Nereden biliyorsun, diye sorarsanız, “biliyorum işte” derim. İnsan uyusa böyle olmaz. Sadece gözlerini kapatmış, uyuyor gibi yapıyor. Ama ben biliyorum, o düşünüyor. Ne düşünüyor? Bir gece önce bana “sanki boş bir kafatasıyım, içinde beyin yok” demişti. Ben de ona “bu şekilde konuşuyorsan; düşünüyorsun” demiştim. “Hem de fena halde düşünüyorsun.”
Onu kaldırmak için, odaya girip mahsus gürültü yaptım. O da inadına ben odadayken gözlerini kapadı. “Ne yapmak istiyorsun, böyle? Aç gözlerini uyanık olduğunu biliyorum” dedim. “Git başımdan, yalnız kalma özgürlüğümü kullanmak istiyorum” dedi. Yine Amerikan dizisi dublaj diliyle konuştu! “Söylediğiniz her şey aleyhinize delil olarak kullanılacaktır. Susma hakkınızı kullanabilirsiniz.” “Aman yesinler” dedim. Çektim gittim, balkonda oturdum.
Neden sonra yanıma geldi. “Sabah şerifleriniz hayırlı olsun” dedim. Ters ters bakıp, kafasını çevirdi. “Bana bak sen böyle ters bakıyorsan, aksi konuşuyorsan, beynin gayet yerinde canım” dedim. "Bana canımmm deme, canııımmmmm,” dedi.  Hay Allah yaa! Ne olmuş ki buna böyle. Yine bir süre durduk. O dışarıya, gözlerini dikmiş, bakıyordu. Sanki çok önemli bir iş yaparmış, gibi! Bana bir cesaret geldi, “n’oldu yaa, nereye bakıyorsun?” diye sordum. Gözleri ateşli ateşli baktı. “Hiç, bilmiyor musun, şu iskeleye yaklaşan vapur; 8253. vapur. Onun saydım” dedi. “Yaaa her şeyi sayar mısın, sen?” dedim. “Tabii ya, sayarım. Benim işim saymak” dedi. Mesela şu kırmızı çiçek 12.573. çiçeğini demin attı gövdesinden.
Yenilenecek. Yerine yenisi gelecek, sonra onu da atacak. Vapurlara insanlar inip binecek, vapurlar var olduğundan beri, bu böyledir” dedi.
“Vayyyy,” dedim içimden “bu iyice kafayı sıyırmış.”  Sonra “sen” dedim, “niye sayarsın ki? “Sayarım işte?” dedi. Mesela vapurlarla insanlar, işlerine, evlerine, sevgililerine, karılarına, okullara, kafelere, barlara, lokantalara, kitapçılara, giderler. Sanki hep mutlu mudurlar?” Mutlu olmak için mi giderler? Ya da şöyle söyleyeyim, mutlu olacaklarını sandıkları için giderler. Bir işsiz diyelim; çok iyi bir iş buldu. Parası gayet yerinde, o kadar iyi, o kadar iyi ki neler alacağını şaşırmış vaziyette. Ha bire bankada yığılıyor, paralar. Adam sadece hesap cüzdanına baktıkça mutlu oluyor. Birikiyor, birikiyor veeee birikiyorrrr. Adamın işleri o kadar yoğunlaşmış ki, bu parayı harcayacak zaman bile bulamıyor. Arkadaşı, dostu, hiçbir şey kalmıyor. Artık o kadar güvensizleşiyor ki, yanına her yaklaşan insanın ona parası için yaklaştığını düşünüp, ciddi paranoyak oluyor. Bu arada patronuna yalakalık yapmaktan, kişiliği iyice eziliyor. Kentli, medeni insanlar gibi bir psikologa gidiyor. Psikolog ona hep anlattırıyor ve o hep anlatıyor. Bunu evde gidip, duvarlara da anlatsa aynı şey aslında. Psikolog kâğıda çizik atıyor o anlatırken. Adam da zannediyor ki, onun teşhisini koyuyor. Oysa o psikolog ancak başka bir psikologun anlayacağı şekiller çiziyor! Adama psikologun tavsiyesi “sosyal hayatın içinde ol, doğaya kendini bırak, kendine zaman ayır, hobi edin” oluyor. Adamla alay ediyor sanki.
Puffzzz. Durun yaaa, zor tutuyorum kendimi. Verdiği örneğe bakar mısınız? Hani bi geyik hikâye vardır, hep anlatılır. Adamın biri bi psikologa gitmiş. Psikolog bey, ben çok mutsuzum, hiç gülemiyorum,  ne yapabilirim, diye sormuş. Psikolog da , şurda bi yerde bi palyaço var, ona git gülersin  demiş. Adam da “o palyaço benim” demiş. Aynı bu hesap bunun hikâyesi, şimdi.
“Yaaa işte böyle,” bunları düşünüyorum, dedi. Biraz saysın saydırsın, iyi gelir. Sustuk.
O tekrar, insan en çok ne zaman mutlu olur, bilir misin? 18 yaşında. Vara yoğa güler. Cidden güler. Gülermiş gibi yapmaz. Havadan geçen kuş kafasına etse, güler. Karşıdan gelen adam ayağını burksa, güler. Güleroğlu güler. Sonra bu gülmeler, zamanla dudak kaslarını, kulaklara doğru çekme eylemleri haline gelmeğe başlar. O zaman ona “hah bak artık olgunlaşıyorsun” denir. O da artık “hamdım, piştim, olgunlaştım, Ya da yandım, der. Sanki bir boka yararmış, gibi.
İnsanların önüne hep bi amaç koymuşlar, şuna sahip olursan mutlu olacaksın diye.
Para, karşı cins, çocuk, aile, falan filan. Nasıl mutlu olabilirsin ki? Sen kendine bile sahip değilken, paraya, işe, aileye, çocuğa, yata, kata, sahip olarak mı mutlu olacaksın?
Her şey bu kadar geçiciyken ne yapabilirsin ki? Ancak sayıp saydırabilirsin…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...