6 Nisan 2011 Çarşamba

Karşıyaka Vapuru, Gazete, Çay, Simit



Bu üçlemeyi severim. Pardon dörtlemeyi. Hem de ne sevmek… İsterseniz gazeteden başlayalım. Gazeteyi gazeteden okumalı diyorum ben, nassı yani? diyorsunuz siz. Alternatif olarak internetten okumak var ki, hiç hoşuma gitmeyen beni sinir eden bi olaydır. Hele  tam okurken her şeyin sıfırlanıp tekrardan bütün boşlukların dolması bölümüne sinir olmaktayım okuma yazmayı sevenler derneğinin üyeleri. O anda car car söylenmekteyim.
Gazete illa ki; mürekkebinin kokusu hissedilerek, sayfaları hışır hışır çevrilerek, bilmecesi çözülerek okunmalı. Tamam netten bedava okuyoruz ama gerçek gazeteyi de yabana atmayalım. Okuyoruz ondan sonra çöpe mi atıyoruz?
Burada koskoca bir hayır diyorum ve başlıyorum anlatmaya. Eski gazetelerden neler yapılır. Çilingir sofralarına masaörtüsü olur. Yazın mısırcılara, dondurmacılara şepkeee olur. Kesekağıdı olur. Yeni yıkanmış arabaya paspas, camsız pencereye cam, perdesiz cama perde, badana yaparken yerlere boya sıçramasın diye koruyucu olur.
Gazetenin tek geçtiğim sayfası (okumadığım ) spor sayfasıdır. Ehhh o sayfada tarafımdan okunmasın, eksik kalsın olur mu? Bence olur…
Gazetenin en okunası mekânı neresidir? Her zaman mümkün olmasa da vapurdur. Hele bir de İzmir’in en güzel vapuru “9 Eylül” e denk gelirseniz. Mevsim baharsa, gazetenizi alıp iskeleye gidersiniz. Diğer yolcularla vapuru beklersiniz. İnsanlar birikir de birikir. Kapılar açıldığında hiç kimse yürüyerek gitmez. Amuda kalkıp mı giderler diyeceksiniz. Yine kocamannn bi hayırrr. Herkes hurrrraaaa koşturarak gider. Amaç bellidir. Güvertede yer kapmak.
Ohh kaptık yerimizi. Gazetemizi aldık. Aaaa unuttum simitte aldık. Güvertede güzel bi yere oturduk, gazetemi açtım. Biraz okumaya başladığım sırada çaycı geçer. Çay içmek lazım. İçmemek başağrısı yapar. Gazetem çıkan imbat rüzgârında hoppala zıppala “rap” yapmaya başlarken,  ben onu okumaya çalışırım. Bi yandan da çayımı höpürdetirim. Simit yemem. Onu kendime almadım. Çocukken en kolay çizdiğim (m) harfi şeklinde olan martılara atarım. Atmazsam ne olur? Peşime takılırlar, sanki ben simit satıcısıymışım gibi arkamdan sürü halinde “simit, simittt, simitçiii baksana, bi simit atsana” diye carıldarlar. İçimden söylenirim “ iyi bi de bağarayım simitçiii, simitçi geldi” diye. Ama carıldaklara bağırmana gerek yoktur. Onlar ekmeklerini yolculardan çıkarırlar. Konak Karşıyaka arasında sefer yapıp dururlar. Kimbilir günde kaç kez kanat çırparlar, kaç sorti yaparlar.  Atarım simitlerini lokma lokma. Birazdan içeride satışını yapmış olan “şu elimde görmüş olduğunuz; bıçak, limon sıkacağı” satıcısı gelir. Ondan da çok masrafa girerek, bir te-le’ye mutfak aleti alırız.
Carıldak martılarla satıcı, dikkatimizi dağıtmıştır çoktan. Bu sefer demirlere yaslanıp, küçüklüğümden kalma oyunumu oynamaya başlarım. O sırada kimse benim oyun oynadığımı bilmez. Sanırlar ki “Karadeniz'de gemilerim batmış.” Oysa ben vapurun denizi atlas bi çarşafı yırtıp da, püsküllenen iplerine benzeyen beyaz köpüklerden birini tutarım. Tuttuğum köpük inanılmaz bi hızla geçmişte kalır. Bi an  bakarım. Bi süre sonra görünmez olur.  O zaman başka köpüğü tutarım. Başka, başka, başka, oyunlar oynarım.
Otururum biraz. Bacaklarımı demirlere uzatırım. Güneş ve rüzgâr yüzümde dans eder. Tam onun keyfini çıkarırken bi ses duyulur. Vuuutttt.
Vapur da Karşıyaka iskelesine yanaşır...






Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...