26 Aralık 2011 Pazartesi

Salinger ve düşündürdükleri...




Çavdar tarlasında bütün masumiyetleriyle koşan ve eğlenen çocuklar hayatın acımasızlığıyla o uçurumdan düşünce karşılaşırlar...

Sanırım bir yazarın ruhunu anlamak için, sadece bir kitabını okumak yeterli olmuyor. Mümkünse yayınladığı her roman ya da öykü kitabını okuduğunuzda, yazar kitaplarında, kendisinin dışında şeyler anlatsa da, aslında biliriz ki, kendisinden bahsediyor.
Kişi ne yazarsa yazsın, kendisini yazar denir ya, aynen doğru.
J.D Salinger. Onun ilk romanı Çavdar Tarlasında Çocuklar romanını evvelki sene okumuştum. Fakat bu okumam, zamana yayıldığından, romana pek de hakkını veremediğimi, dün ikinci kez okuyup bitirdiğimde anladım. Çavdar Tarlasında Çocukları ikinci kez okumama sebep, geçen hafta içinde yazarın Franny & Zooey romanını okumam yüzünden oldu. Üst üste bu iki romanı okumak gerçekten bugünlerde çok büyük haz verdi.
Her iki romanda varsıl aileye sahip, iyi bir kolejde okuyan gencin sorunlarını, üstünü çizerek belirttiği; yaşadığı üniversite gençliğine, eğitim sistemine yabancılaşması ve bu yüzden bunalıma girmesi anlatılıyor.
Dar bakış açısı ile bakanlar için, romanı okuduğunuzda ne var ki bunda dedirtebilir. Üniversitelinin garip hezeyanları olarak değerlendirebilirler. Fakat değil öyle. Yirmi altı hektarlık çavdar tarlasında koşar adım yürürken, yazarın, okuyanın zihnini açtığını, sadece üniversite gençliğinin değil, tüm toplumun ikiyüzlülüğünü ve dolayısıyla çekilmezliğini anlatıyor size.
Ne kadar kendi sorunlarından bahsetse de, tarlada her adımdan sonra, zihniniz ya da ufkunuz açılıyor ve kendi yaşadığınız zaman ya da toplum neresi ise, oradaki ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı, görünenin soba yaldızlı bir gerçek olduğunu anlıyorsunuz.
Ve başlıyorsunuz her şeyi, her şeyi eleştirmeye, muhalif olmaya. Hele benim gibi muhalif bir yapınız varsa, her olan biten sinirinizi bozuyor.
O kendi derdinden bahsetse de, konu insan olduğundan, tabii ki evrenselleşiyor.
Salinger'ı bilenler bilirler ki, hayat felsefesi doğrultusunda münzeviliği seçmiş. Toplum kurallarına, ne kadar kızsak, sinirlensek de, Salinger gibi münzevi olamayız. Ne ki; buna rağmen, her şeye rağmen, kendimizin iki yüzlülüğünü en aza indirgemek en iyisidir, diye düşünüyorsunuz. Ne kadar çok sahici olursanız o kadar iyidir. Ama sahicilik para etmez. Çünkü insanların duymak istedikleri sahicilik değildir ki. Belki bu dünyanın acımasızlığına karşın, böyle sahte mutluluklar peşinde olmak, insanda afyon etkisi yapıyor. Sonra düşününce, bunun da garip bir sarmal olduğunu anlıyorsunuz. Herkes sahici olmak isterken, çevresinin sahici olmadığından dert yanarken, iki yüzlülüğe prim vermek de nesi? İşte bu yüzdendir, insanların tribünlere oynaması. Alan da, veren de razı. Yalanı insan gerçeklerden kurtulmak için, yalanı ve söyleyeni alkışlıyor. Sonra da her şey sahte diye yakınıyor. Diğeri de alkış aldığı için sürekli yalan söylüyor.
Ben yine Salinger'a dönmek istiyorum. Vikipedinden öğrendiğim kadarıyla, kendisinden büyük sadece bir ablası olmasına rağmen, romanlarında, çok kardeşli bir gencin yaşamını kurguluyor, kendisinden küçük bir kardeşi oluyor. O masumiyeti, yalansızlığı çocuklarda gördüğü için olsa gerek, masumiyeti çocuklarla sembolize ediyor sanırım. Ama şimdilerde bazı çocukları görseydi, büyük taklidi yapan, küçük çocukları işte... çok bilmiş ve akıllı diye tabir edilen çocukları! Aynı çocukların büyüdüklerinde de, küçük çocuk taklidi yaptıklarını görseydi -özellikle koskoca kadınların, sevgiliye çocuk taklidi yapması işte- “ahhhh öldürün beniiii!” diye bağıracağından eminim. Hele bi de onlara "aman da aman ne akıllı" diye şak şak yapılıp, çocuğun masumiyetini kaybetmesine bizzat büyükleri tarafından itelendiğini görseydi!? Ne diyim ki, söyleyin bana? 
Bir kardeşi ölmüş oluyor, bununla da spiritüel yaşamı, öte alemi, zamanın geçiciliğini, zamanın hepimizi aşağıya çektiğinden dem vuruyor. Gidenin yaşı her ne olursa olsun.
Hep Salinger'a gelmek isteyip, ondan bahsetmek isterken, zamanımın serin sularına dalıp, şoklandıktan sonra yazıya devam edebiliyorum.
Bugünlerde MFÖ grubunun hep 19 isimli bir şarkısı var ya. Ben Salinger'ın da 90 yaşında hayattan ayrılmasına rağmen, kendisini 19 yaş ruhunda koruduğuna inanıyorum. (sakın bu şarkının sözlerini Salinger için düşündüğümü sanmayın, Salinger'ın yazdıklarının karşılığında epey hafif ve kolay bi şarkı sözü bunlar) Böylesi bir ruhu koruma ancak, münzevi bir hayatla mümkün olabilir-di. Ve o da öyle yapmış. Tıpkı Holden Caulfield gibi, eğitim hayatını reddedip, yanında kız arkadaşınla, yaşadığı yerden kaçıp, bir kulübede küçük ve basit işlerle hayata devam etmek. Bunu yapmış da...
Salinger kadınları seviyor. Güzeli de seviyor. Ama bu güzellik aptallığa denk geliyorsa, şöhret budalılığıysa, işte ona gelemiyor. Zaten Salinger'ın Hollywood'dan nefret ettiğini, popüler ve klişe işler üretilmesini özellikle vurguluyor.
Salinger Çavdar Tarlasında Çocuklar romanında, bir kadında en çok istediği şeyin, önce arkadaşlık ve ona değer vermek olduğunu anlıyoruz. Şekilcilikten, şekle tapınmaktan ölesiye nefret ediyor. Bu yakışıklı oğlanların ve güzel kızların kendisine aşık olmasından, sürekli kendileriyle ilgilenip, bencil olmalarına tahammül edemiyor.
Nitekim Salinger oyun yazarı Eugene O'Neill'in kızı Oona O'Neill ile çıkmış. Genç kızın kendiyle çok ilgili olmasını Salinger “Küçük Oonna çaresizce küçük Oonna'ya aşıktı.” olarak tanımlamasına rağmen Salinger genç kızı sürekli aramış ve ona uzun mektuplar yazmış. İlişkileri Oona'nın Charlie Chaplin ile görüşmeye başlamasına kadar sürmüş ve Oonna daha sonra ünlü aktörle evlenmiş.
Ben Franny & Zooey ile Çavdar Tarlasında Çocukları kısa zaman içinde üst üste okuyunca biyografisini tam olarak bilmediğim halde, Holden Caulfield karakteri için, “ evet tam da kendisinden bahsediyor olmalı.” diye düşünmedim değil. Daha sonraki günlerde hakkında öğrendiğim “Çocukluğum o kitaptaki oğlanınkine çok benzer geçti.” cümlesi tahminimde yanılmadığı gösterdi.
Salinger “Çavdar Tarlasında Çocuklar” romanını yayınladıktan sonra ünlü olunca, toplumun ilgisinden sıkılıp ve gözlerden uzak oldu. Ne var ki, kaçtıkça daha da ilgi görmeye başladı.
1965 ten sonra ise bir şey yayınlamadı kendisi hakkında yazılanları da hukuki olarak engellemeye çalıştı. Son röpörtajını 1980 de verdi. Ne var ki, ortak anılarını eski sevgilisi Joyse Maynard ile öz kızı Margaret Salinger kamuoyu ile paylaşmakta bir sakınca görmediler. O da bu durumda onları hayatından çıkarmada bir sakınca görmedi.
Kapalı ve gizli kalan Salinger hayatı boyunca samimiyetsizlik ve iki yüzlülük içine düşmemeye çalıştı.
2000 yılında öz kızı Margaret Salinger hakkında bazı iddialarda bulunan bir biyografi kitabı yayınlamıştır. Bunun ne kadarı doğru olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Biz okurlarının sadece ürettikleri ilgi alanımıza girmeli diye düşünüyorum.  Kendi adıma bir sanatçının bana ne verdiği, hissettirdikleri önemli. Kalkıp da beğendiğim yazar ya da sanatçı herhangi bir şeyi yapıyor diye ben de yapma gibi bir saçmalığım olursa, kabul edin ki, ne kadar kişiliksiz ve zavallı insan-lar olduğumuz ortaya çıkar.
Ne iyi olurdu birbirimizi ikiyüzlü ve samimiyetsiz olmaya itmesek.
Gerçeklerden kaçmasak. Bilsek kendimizi...

20 Aralık 2011 Salı

Franny & Zooey


Dünden beri J.D Salinger’in Franny & Zooey isimli romanını okuyorum. Bitti.
İlk bölüm kitaba göre oldukça kısa. Franny Glass’ın üniversiteli sevgilisi Lane Coutell’le haftasonundaki randevusunu anlatıyor. Lane oldukça kendini beğenmiş, duygularını göstermenin bir kişilik zaafı ya da kendisini yerleştirdiği tepedeki yerden indireceğini düşündüğünden oldukça kendini beğenmiş ve ukaladır. Franny, Lane’e karşı buluştuktan sonraki ilk saatlerde, sıcak samimi davransa da, daha sonra sevgilisinin de diğer öğrenciler gibi ego şişkinliği içinde olduğunu düşündüğünden, Lane karşı hiç de aldırış etmez, bildiğini okur.
Sonrasında onu etkileyenin bezelye yeşili kumaş kaplı kitabından etkilendiği anlaşılacaktır. Hacının yolu. Aslında yolunu kaybetmiş biridir Zooey.
İkinci bölüm Zooey ve uzun hafta sonu bu bölümde geçiyor. Franny’nin eve geldikten sonra geçirdiği bunalım, Bessie -annesinin- endişeleri ve Zooey’le olan konuşmalarını anlatır.
Ikinci bölümün başında  Zooey küvetin içinde yıkanıp sigara içerken, ağbisi Buddy Glass’tan gelen oldukça uzun ve dört senelik mektubu okur. Bu sırada annesi banyoya girer ve Zooey’den, Franny  için endişelendiğini ve yardım etmesini istediğinde, anne oğulun arasında –daha çok- Zooey’in ağız dalaşmalarını okur, okurlar.
Daha sonra Zooey evin salonunda bir kanepede yatmakta olan Franny’in yanına gider. Uzun bir konuşma geçer aralarında. Zooey, Franny’ı bu uzun konuşmada oldukça hırpalar, onu kendine getirmek adına. Genç kız oldukça hırpalanır gerçekten de, kendisiyle yüzleşemez, acı çeker, ağlamaya başlar.
Bessie, Zooey  ile aralarında anlaşma yaparak, diğer odada kardeşi ile büyük ağbisi gibi konuşarak , onu bunalımdan çıkarmaya çalışır. Telefon konuşmasının bi bölümünden sonra Franny anlar ve gerçekten de telefonda bile isteye Zooey ile konuşmaya başlar. Zor olsa da. Sonunda Zooey kızkardeşini ikna eder. Uzun bir uykudan sonra Franny hayatına ne istediğini bilerek devam edecektir.
Salinger’in Zen Budizm ve Hinduizm gibi Uzakdoğu dini felesefelerine olan ilgisi kitap boyunca kendisini gösteriyor.
Gerald Rosen 1977 tarihli J.D Salinger Eserleri’nde Zen isimli kitabında Franny ve Zooey’nin modern bir Zen öyküsü olarak ele alıbnabileceğini, ana karakter Franny’nin roman boyunca cehalet halinden aydınlanmanın bilgeliğine ulaştığını yazar.
                        


(Kitaptan görseller, okurken bunlara yakın hayal etmiştim ben de)










19 Aralık 2011 Pazartesi

Refik Halid Karay / Ago Paşa'nın Hatıratı


Bazı edebiyatçılarımız var ki onları ortaokul ders kitaplarının arasında unuttuk gitti. Buna yaşadığımız hızlı çağ mı neden oluyor, yoksa ders kitaplarının sıkıcılığından boğulduğumuzdan mı, onları okumak istemiyoruz. Oysa Türkçeleri temiz ve düzgünken… Falih Rıfkı Atay’ı şimdilerde kim okuyor bilmem? Ve daha niceleri…
Artık mail adresimize best seller yazarların, ilk on’a girmiş kitapları geliyor. Herkes bunları okuyor, sen de kusur kalma diye diğer mesajı veriyorlar bize.
Geçtiğimiz günlerde kitapçıda gezerken, hafakan ruhu bastı popular romanlardan, kitaplardan. Inadına gittim, Refik Halid Karay’ın ‘’Ago Paşa’nın Hatıratı’’ isimli kitabı elime aldım, karıştırdım. Baktım seksen küsur yılda unutulan kelimelerin karşılıkları da, sayfanın aşağısında yer alıyor. ‘’Hemen edineyim’’ diye düşündüm. Iyi ki de bu kararı vermişim. 1920 li yıllarda yazılmış bu kitap, hayata, dönemine dair sıkı eleştirilerden oluşan mizahi yazılardan oluşuyor. Fakat ‘’Hülya Bu Ya’’  başlıklı yazıda yazar mizahi bi dille Ankara’yı eleştiriyor. Eleştirirken, o dönem okuyucuların ‘’amma hayal gücü, belki de kaba tabirle iyi sallamış dediği şeylerin, bazılarının bugün gerçekleştiğini gördüğümde, Refik Halid Karay’ın hayal gücüne saygı duydum açıkçası. Rüzgar enerjisi, kapalı mekânlardaki yürüyen merdivenler, yürüme bantları, cep telefonu ve özellikle internet. İnternet bile hayal etmiş ve belki de geçtiğimiz yıla damgasını vuran wikileaks bile…
Bana oldukça enteresan gelen Hülya Bu Ya başlıklı yazısından aşağıya alıntılar yaptım.
Amerikalı seyyah Mr. Con Hülya şöyle anlatıyor.
… Aman diyordum, derhal bir otomobile atlayalım ve şehre girelim!
Rehberim gülüyordu:
‘’Burada ne arabaya, ne otomobil, ne de yürümeye ihtiyaç vardır, şimdi çıkar çıkmaz yol kendiliğinden hareket eder ve size istediğiniz semte götürür!’’ diyordu; ben inanmıyordum, fakat doğruymuş… İstasyonun rıhtımından ayağınızı yaya kaldırımına basar basmaz ileri doğru gittiğimizi hissettim, yaya kaldırımları hareketli idi. İki tarafı ağaçlık bir  geniş bulvardan geçiyor, mütemadiyen gidiyorduk. Yol beş dakikada bir duruyor, yanımızdakilerden bazıları sabit sokaklara iniyor, hariçten bazıları dab u oynak yola biniyordu. Kış olmasına rağmen ağaçlar yemyeşil, yapraklı ve çiçekliydi. Rehberim açıkladı: ‘’Ankara’da mevsim yoktur,’’ dedi.  Birtakım fenni usüller sayesinde, hava boşluğunda daimi bir sıcaklık teminine muvaffak olduk, yer altı kaloriferleri toprağı ısıtır ve elektirk makinaları göğe sıcaklık verir, hatta burada yağmur ve kar yağmaz, gündüz ve gece olmaz!
Kemali hayretle:
Nasıl ve ne suretle? diye sordum. Muhatabım:
‘’Pek basit,’’ dedi, ‘’mühendislerimiz bir akümülatör icat ettiler, gündüzleri güneşin ışıklarını topluyor, biriktiriyor, geceleri özel aletler vasıtasıyla havaya neşrediyorlar. Aydınlık hep birdir. Yağmur bulutlarını ise, bir nevi elektrikli makineleri sayesinde şehre düşmeden evvel topluyorlar, belirli bir saatte, herkes uykuda iken, yalnız lüzumu olan yerlere fennen ne kadar lazımsa o miktar döküyorlar…
‘’Ya rüzgara karşı ne yaparsınız?’’
‘’Birtakım büyük rüzgâr makinaları icat olundu, şehre doğru esen tabii rüzgârlara mukabil daha kuvvetli, daha şiddetli suni rüzgarlar estiriyor ve bu suretle tabilerini geri püskürtüyoruz!’’
‘’İşte,’’ dedi, ‘’Büyük Millet Meclisi sarayı… Gezerken görürsünüz, içinde kimse yoktur, bomboştur!’’
‘’Nasıl toplantılar olmuyor mu?’’
‘’Oluyor, fakat, bunun için mebusların oraya kadar gitmesine ne lüzum var? zaten bizim milletvekillerimiz aynı zamanda nazır, müdür, kumandan, vali ve mutasarrıftırlar da… işlerinden ayrılıp, millet sarayına kadar giderlerse boşu boşuna vakit kaybederler, onun için meclis salonunda, her mebusun yerinde bir konuşucu, sesli telefon vardır, zamanı gelince reis bulunduğu yerden, evinden başkanlık dairesinden önündeki telefona ‘’meclis açıldı!’’ diye seslenir, b uses salondaki riyaset telefonu tarafından aynen tekrar edilir, o zaman bilumum mebuslar, kulaklarına bulundukları mahalden, telefon ahizesini takarlar, hem işlerini görürler hem görüşmeyi takip ederler. Ve ne söylerlerse bilirler ki, salonda aynen aksedecektir. Şayet celse pek gürültülü olur, kapanmak gerekirse, reis bir düğmeye basar, telefonların ceryanı kesilir, bir anda sükût ve sükûn da temin olunur.’’
… Millet Bahçesine girdik, arkadaşım: ‘’Biraz havadis alalım!’’ dedi. Bir sinema binasına girdik, ne göreyim? Yer yuvarlağının beş kıtası hesabıyla beş beyaz levha duruyor ve dakikasına dünyada mühim ne vaka oluyorsa aynen, resim şeklinde seyircilerin gözü önüne konuyor. Biz girdiğimiz zaman Avrupa levhası Londra Sulh Konferansının müzakeresini gösteriyordu; bu makina için gizli ve kapaklı hiçbir iş yoktu, Venizelos’un harekâtını, kışkırtma ve faaliyetini bile uzaktan ‘Ankara’ halkına saati saatine bilidiriyordu.
Aynı kitap içinde hayata dair eleştirel bakış açısıyla bana ‘ne kadar da doğru bütün bunlar’ dedirtti. Yemek içmekten; geleceğe, tesadüfe, korkuya, parasızlığa, suya sabuna, ramazan ayına, eski İstanbul’a, türkülere, bir yaz gününe, dair ne önemli şeyler düşünmüş, yazmış. Hele bir küçükhanım karakteri var ki; ülkesine yabancı olmayı, bu yabancılığı ile kendi kendine övünmesi, Fransız adetlerinden bahsetmesi, Fransız yazarlar üzerinden İstanbul’u, halkı tanımaya kalkması ve tabii ki, zavallı denilecek cahil züppeliği…
Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen ‘’küçükhanımların, küçükbeylerin’’ hiç eksilmediğini görüyoruz, ne yazık ki…

17 Aralık 2011 Cumartesi

Dügme deyip de geçme!


Tuhaf huylarım vardır benim. An gelir, kendimi çözemem. Bu huylarım da olmadık; en koşturmalı zamanlarda ortaya çıkar.
Geçen gün o kadar yoğundu ki. Sabah ablamın sergisini kurmak için gittiğimiz binada, yoğun ve yorucu zaman geçirdikten sonra, Kıbrıs Şehitleri’nde yemek yiyip, eve, sergide giyeceğimiz kıyafetleri giymek için gittik.
Evde  alelacele hazırlandıktan sonra, üzerime kabanımı giyip sokağa çıktım. Taksiye bindiğimde ‘’bu yol hiç bitmesin, trafik arapsaçı olsun, zaman dursun’’ gibi dilekler geçirdim içimden. Hava kararmaya başladığından, yasal saatler sona erip, yasadışı zamanı dışarda geçirmek istemeyenler, evlerine koşturup dururlarken, ben sırtımı oturduğum koltuğun duvarına dayadıkça iyi geliyor gibi hissediyordum. Koşturan insanlara, dükkânlara, apartmanlara, daha önce hiç bakmadığım yerlere bakarken, sergi binasına geldik.
Çabucak ama çabucak inmem lazımdı. Ben ağırdan alırsam sanki trafik kilitlenecekti. Haldır huldur indim. Etrafa bakındım. Bu hatırladığım zaman, o kadar kısa bi süreydi ki…  etrafa bakındım deyince aheste aheste inip, sonra da etrafına dalgın dalgın bakıyormuş hissi yaratmasın lütfen. Evet bakışlarım yorgunluktan ağırlaşmıştı ama kendimi dışardan izlediğimde, hızlı çekime alınmış, kısa film karakteri gibi hissediyordum. Tam kapıyı kaparken, taksinin sağ arka koltuğunda düğme gördüm. Evet bu düğme benim düğmemdi. Ama ona yabancı gibi davrandım. Sanki yıllardır soğuktan, yağmurdan beni korumaya yarayan bi düğme değildi. Ona hem uzun uzun bakıyor, (aslında kısa zaman) hem yabancılıyor, ''hayır hayır benim düğmem değilsin. Ahh yalan söyleme, biliyorsun gerçeği.'' Yıllar içinde yıpranmış ipten kurtulmasına, belki benim aceleci davranışım, hoyratlığım sebep olmuştu. Belki değil, bendim onun kopuşuna sebep. Onu dışlamaktan üzülüyor olsam da, gözlerim ‘’sonsuza dek elveda’’ der gibi bakıp, kapıyı hızla kapatarak, karşıya baktım. ‘’Belki’’ dedim ‘’belki seninle aynı takside, aynı koltukta tekrar karşılaşabiliriz, hıı ne dersin?''  Dünya küçük demişler, İzmir neden küçük olmasın? Neden aynı taksiye bi daha binmeyeyim? Belki taksici o düğmeyi ordan hiç kaldırmaz. Arka koltuktaki kilim döşemenin üzerinde farklı bi tasarım olduğunu düşünen, farklı tasarımlara açık bi taksi şöförü de olabilir. Belki! Silikon tabancayla yapıştırır seni oraya. 
Onu terk etmemek için çok uzun savaş verdim kendi içimde. O kısa zaman benim için nası uzun geçti. Izdıraptı. Ben vefasız değilim. Fakat beni vefasızlağa sürükleyen neden, onun kopuk bi düğme olmasından kaynaklanıyor. Ben asla kullanılmış, kopuk, deliklerinden ipler sarkan bi düğmeyi tutamam. Midem bulanır. Gördüğüm anda. Elime alınca neler olacağını düşünemiyorum. Yeni düğmeye karşı bu aşırı hassasiyeti göstermem. Nötr duygular taşırım.
Şimdi kabanımın altı düğmesi sağlam. Bir tanesi yok. Yabancıladığım, elime almadığım, alamadığım  düğme, diğer altı düğmeyi de çöpe gönderiyor. İntikamı acı oldu!  Hepsini yenileyeceğim. Yeni düğmeye karşı bi şey hissetmiyorum demiştim ya. Dikeceğim bir, bir düğmeleri… Sıkı sıkı ama. Kopmasın… bi daha bu vicdan azabını yaşamak istemiyorum!




8 Aralık 2011 Perşembe

Buzdolabının üstündeki fırın


Serra Yılmaz’ın oynadığı bir reklam filmi var Her ne kadar Serranımın oynadığı filmlerdeki oyunculuğunu beğensem de, bu reklam filmindeki hallerini beğenmiyorum. Demek ki kadın gayet güzel oynamış reklam filmindeki metni, gıcık tutuyo beni.Çünkü reklam halka hitap etmiyor.
Neymiş; kuzu kol sarma, sarrayyy yemeeeğğ.  Ya da dünya yemeklerinden örnekler. Off hadi yaaa, yemeyin bizi. Sen hangi kitleye hitap ediyosun çelikar şirketi. Süper hijyen kloraklardan çıkmış beyaz Türklere mi? Yoksa genele mi? Eğer genele hitap ediyorsan; ne saray yemeği olan, kuzu kol sarma yer bu millet, ne de dünya mutfaklarından yemekler!
Yemezler dostum yemezler. Bu ayaklar koktu artık!
Senin fırın bizden değil. Bizim fırın davul fırındır. O fırından, ne dünya mutfaklarından yemekler ne de saray mutfağından yemekler çıkar.
Ordan Türkiye’de yaşayan halkların yemekleri çıkar. Ve hepsi de birbirinden lezzetlidir.
Çelikar bi silkin de kendine gel! 

Aşkın halleri


Aşkın hangi koşullarda ve ne şekilde geleceği belli olur mu? Kendimize benzeyene mi aşık oluruz, yoksa çok yakışıklı ya da çok güzel bi hatuna mı? Aşk yapmam dediğin şeyleri yaptırır mı?
Aşk insana plan yaptırmaz. Bildiğin her şeyi, değer yargılarını dahi değiştirir. Bu durum tarihe mal olmuş kişilerde de, sıradan insanlarda da görülmüştür. – görülecektir. Ve en çok da kendinden çok farklı insana aşık olur, adem oğlu, adem kızı.
Kendisini başka bir insanda görmüştür belki. Bastırdığı duyguları, aşık olduğu insan ortaya çıkarmış olabilir mi? Olabilir…
Bugün öyle bir filme gittim ki, konusu fragmanda; erotik romantik aşk filmi diyor.
Evet bu kısmen doğru olsa da, yani film bir aşk ekseninde yürüse de, insanlara soykırımları, etnik kimliği, din, dil, ten rengi, yaşlı, özürlü olmanın toplumdan dışlanma nedeni olduğunu, Kabul görmek isteniyorsa; soyunu sopunu unutturmayı, yaşlı ya da özürlüyse gözlerden ve gönüllerden ıraklaştırmanın çare olduğunu düşünen insanlara bunun ne kadar yanlış olduğunu çok  güzel anlattı.
Bunun yanı sıra doğayı küçümsemenin, katletmenin, yani yaşama canice tecavüz etmenin, gün gelip seni vuracağını, kendisine bi şey olmayacağını düşünenlerin, kendisine döneceğini, mahvettiğiyle birlikte kendisinin de mahvolduğunun resmini güzel çizdi doğrusu.
Hayatın siyasetten ayrı olmayacağını fakat bunu illa ki bir partiye bağımlı olmadan da olabileceğini anlatan harika bir film.
Annesi Fransız hippi, babası Cezayirli olan  esas kızın, çocuk yaşta piyanoya yeteneği nedeniyle,  özel piyano hocasından ders aldırılır. Fakat bu dersler ders değil, hocanın küçük kız çocuğunu tacizi ile devam eder. Aile çocukların elektronik org aldıklarında, piyano derslerinin nasıl sonuçlandığını geç de olsa anlarlar…
Ve sonra… unutma süreci, yok sayma. Hiç olmamış gibi davranma süreci.
Ama insanoğlu bu. Hiçbir şey unut demekle unutulmuyor. Unuttum desen de, gün geliyor, unuttuğun sandığın olayların geri dönüşümü farklı oluyor. Vuruyor insanı can evinden. Aslında onu hiç bir zaman unutmamışsındır, sadece –mış gibi yaparsın.
Çocukluğundaki taciz sonucu rahat bir seks yaşamı olan esas kız solcudur. Özgür seks yapmayı artı duruma çevirmek için, erkekleri özellikle de tam karşıt görüşteki erkekleri seks ile bilinç altına girip, onların sınırlı olan hayat görüşlerini etkileyip; hayatın ve kendisinin farkına varmalarını sağlar. Kimliği her ne olursa olsun  yaftalamayan, kariyer delisi hallerinden çıkarıp, hayatı gerçekten kendi istedikleri gibi yaşamalarını sağlar.
Gün gelir kurallara sıkı sıkıya bağlı kökeni Yunan Yahudisi olan, orta yaşlı veteriner esas oğlanla karşılaşır. Birbirlerinden ak ile kara kadar farklıdırlar. …. Kökeni anne babasının zorlaması ile unutturulmuş, kendisini Fransız olarak tanımlayan, kuralcı bir adamdır.
Bu farklı iki kişinin birbirne asla aşık olmayacağını düşünsek de, aşık oluyorlar. Ve esas oğlanın ailesinin kökeni ile yüzleşmesini, onların Fransız olmadığını söylüyor. Tabii yıllardır bu durumu unutma sürecine girmiş olan yaşlı insanlar için oldukça travmatik bir durumdur. Hatta sonucuna annenin katlanması zor olur ve katlanamaz da…
Filmin sonunu söylemeyi seven biri değilim. Her ne kadar geçtiğimiz yaz vizyona girmiş olsa da, DVD olarak evde mutlaka izlenmesi gerken, benim size tavsiye edebileceğim çok güzel bir film.

Yapım: 2010 – Fransa
Yönetmen : Michel Leclerc
Oyuncular: Sara Forestier, Zinedine Soualem, Michele Moretti,  Carole Franck, Adrien Stoclet, Julia Vaidis-bogard, Camille Gigot, Lionel Jospin, Laura Genovina, Spencer Walsh, Youari Kime, Rose Marit, Zakariya Gouram, Jacques Gamblin, Jacques Boudet, Nabil Massad, Antonie Michel, Yann Goven.
Senaryo: Baya Kasmi, Michel Leclerc
Seyredecek olanlara iyi seyirler…










7 Aralık 2011 Çarşamba

Reklam kolajı ile hâl ve gidişat!

(Burhan Doğançay)

TÜRKİYE
Made in Ankara. Türkiye bizimle konuşuyor. Şimdi konuşma zamanı. Bal gibi biliyorsunuz. Ilk bilen siz olun. Burada bizim sözümüz geçecek. Bundan doğal daha ne olabilir ki? Aramızda. Türkiye’nin Hürriyet’I var. ülkesine emek verenler sayılıyor! Değişim zamanı. Nerede hareket orada bereket.  Kontrolsüz güç, güç değildir. Güç kontrol altında. Görev tamam. Yaşarken… insanlar iyi şeylere layıktır. Türkiye’nin dünü, bugünü, yarını… Cuma, cumartesi, pazar, pazartesi,salı, çarşamba… TEMPO, TEMPO, TEMPO… hedef büyük, koşmak gerek! Kim tutar sizi. Bu biraz da güven meselesi değil mi? söz verdiğimiz gibi.  Yeter ki sen iste. Tehlikenin farkında mısınız? Korkularınla yüzleş, hayallerini yaşa. Evet yapabilirsin. Yalnız düşüncelere baskı yapmıyoruz!
KAPİTALİZM
Dile benden ne dilersen! Siz saray’lara layıksınız. Insanlar iyi şeylere layıktır. Çık dışarı. Alışverişin keyiflisi. Satın al, seyret, sakla. Dünyada eşi yok. Kıskananlar çatlasın. Elli kapı hemen, bin kapı yarın. Mutlu et kendini. Sevgi kadar yararlı! Başkasını dinleme, kendini dinle! Yeni stil o. Babam öle diyo. Her işin başı para. Bu damgaya dikkat edin. Kazanan ev. Her genç kızın rüyası. Bir kilim yeter sevgilim! Her zaman iyi teklifler sunar. Tık tık tık eyi günler…
İSTANBUL
Istanbul’un içinde sorunların dışında! Yöneticiniz uyuyor mu? Bu kent’te mutluluk var. çık dışarı. Içinden çıkamayacaksın! Nereye ulaşmak istiyorsanız oraya! Sizinle aynı yoldayız. Birlikte hep daha iyiye. Biz sözümüzü tutarız. Mükemmel bir oyun. Once hisset, sonra yaşa! Once hüplet, sonra gümlet! Bir ısırıkla bambaşka bir dünya.  Esas şov, bu şov! Harekete devam. Eğlence cumhuriyeti. Görev tamam. Sahip sizi yataş’a götürür. Iyi uykular!
HAYAT
Hayat seni çağırıyor, anahtarı sende. Hayat hep istediğimiz yaşta. Hayatı renkleri ile görün. Insanlar iyi şeylere layıktır. LC W ikiki çocukları büyümek istemiyor. Yola gelemeyenlere. Iyi ki kitaplar var. hayal tadında gerçek. Güç yürekten gelir. Size düşünecek bir şey kalmadı, çünkü her şeyi düşündük. Pınar hindi döner alın, glu glu deyin! Fırsat günleri. Hep daha iyi bir yaşam! Uç Türkiye, uç! Hayali bile güç. Hep daha iyi bir yaşam. Size konfor öneriyoruz. Mutluluğa yatırım yapın! Prestijiniz olsun. Koru kendini. Değiştir ve yoluna devam et. Değişiklik güzeldir. Hafifleyin ve rahatlayın. Dünyaya yetişmeniz lazım. Kavramdan gerçeğe…  bir yaşam tasarımı. Yeryüzü cennetine davetlisin. Bazı eserler kalıcıdır. Değer! Just do it…
AŞK
Hiç tanımadığınız bir erkek size çiçek verirse şaşırmayın, nedeni ımpalstır.  Ateşte açan çiçekler. Boyacının aşkı. Kokusunda davet var. Güzelliğinizin farkına varın. Kıskanılmaya hazır olun. Porselen aşkına. Aşk bile bile tutsaklıktır. Aklını başından alır. Işte bunu seviyorum. Insanın hoşuna gidiyor. Esas şov, bu şov! Erkek adama, hikâye gerisi! Tek benzeri, öteki teki. Her zaman keşfetmek için bak. Kendi kurallarını yarat. Evet yapabilirsin. Nazar etme n’olur, çiğne senin de olur! Değişim zamanı. Güzel ve akıllı. Özgürlük elimizde. Ben özgürüm. Istikbal’de yaşanacak çok şey var.
PARA
Her işin başı para. Bu para nerden geliyo? Akıllı paranın gittiği yer. Akıllı çalışma deneyimi. Daima en iyisi. Kaç liradır dersin? Sen her şeyi düşünürsün! Tamamen duygusal! Paranın satın alamayacağı şeyler vardır, onun dışında her şey için masterkard. Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız! Her zaman, her yerde yanındayız. Demirbank hayırlı günler diler!

6 Aralık 2011 Salı

Galata Köprüsü'nde bi an...


İstanbul… ve Ara Güler…
Ara Güler’in sıradan görünen insanların, sıra dışı hayatlarından karelerine bakmak; beni yaşamadığım ama o zamanlar yaşamayı istediğim devre götürüyor.
Bu kareyi netten görsellerden tesadüfen seçtim. Tamam itiraf ediyorum, pek de reastgele değil işte.. .hoşuma gitti Galata Köprüsü’nde yürüyenler.  Silivri yoğurtçusu, gizemli bi çift ve sahanlıkta duran adam…
Ya Yeni caminin tüm haşmetiyle, insanları ibadete çağırmasına ne demeli?
‘’Hadi bakalım, bu kareye dair bi öykü kurgula’’ dedim kendime. Tamam kurgulayayım, bakalım nereye kadar gidecek?
Kasım ayı olmalı. Insanlar yeni yeni sandıklardan pardesülerini, kışlıklarını çıkarmışlar. Hava hemen kararmaya başlamış. En kısa günler başlıyor. Yağmur henüz yağmış. O zamanlar hava tahminleri tutmadığı için, yanlarına şemsiye almamışlar. Ama yağmurda yürümekten hoşlanıyorlarmış. Hepsinin hoşlarına gitmiş bu durum. Yoğurtçu dışında.
Sahanlıkta duran gizemli adam: Birini mi bekliyor, yoksa sıkılıp sahanlıkta hava almaya mı çıkmış? Evde duramayan, hafakan ruhlulardan mıymış? Belki de köprü altına inecek, iniyor. Görmediğimiz elinde içki şişesi var. efkâr basmış, orada içecek. Bi yandan da sigarasını tüttürecek. Denizen iyot kokusunu, havanın ayazını kemiklerinde hissetmek istiyor belli. Sonra bi dolmuşa atlayıp Fatih’teki evine gidecek. Karısı içki içtiği için hafif bozulacak ama renk vermeyecek. Surat asmakla yetinecek. Adam dumanlı kafayla pek de iplemeyecek. Vuracak kafayı yatacak.
&&&
Ya o çift nereye gidiyor?: Nişanlı olmalılar. Ailelerinin yanında oturup konuşamıyorlar. Damat kayınpederden izin almış, bi pastanede oturmak için. Her ikisi de köprüde yürümeyi seviyorlar. Karaköy’e geçip, Tünel’den Beyoğlu’na çıkacaklar. Çok iyi anlaşıyorlar ve birbirlerini seviyorlar.
&&&
Silivri yoğurtçusu:  Yoğurdu bitirmiş. Erken inen karanlıkta evine dönecek o da. Rami’de oturuyormuş. Geçim derdinde ama çok da kötü durumda değil. Şükrediyor… kızı bu yıl ilkokula başlamış. Zehir gibi. Seviniyor yoğurtçu. Erkek evlat istemesine rağmen, dört kızı olmuş. Artık kanıksamış. Evlat evlattır, yeter ki  hayırlısı olsun diyor. Şimdi Yeni camiye gidiyor. Akşam namazını kılacak. Abdest almak zor oluyor, ayakları üşüyor. Ne yapsın? Camiden içeriye girdiğinde, o uhrevi hava onu dünyadan koparıyor. İbadet etmenin, inancın gücü ona iyi geliyor. Güvenli ve rahatlamış hissediyor kendisini.
&&&
Hepsi dağıldılar şimdi. Köprüden tek tük de olsa başkaları geçiyor. Onların da benzer ama kendi içlerinde farklı öyküleri var.
Peki fotoğrafı çeken Ara Güler ne yaptı o gece? 
İşte onu bilmiyorum!

4 Aralık 2011 Pazar

Kış günü Urla'da














Anayurt Oteli

Bir kadın gelecek ve güzel bi aşk başlayacak. Kadını hep bekledi Zebercet. Kadının unuttuğu, siyahlı, kırmızılı, sarılı el havlusunu, köyden gelen iki genç tarafından istenmesine kadar... ondan önce bu havlu, Zebercet için önemliydi. Sonraları bi önemi kalmadı, umudun tükenişi ile birlikte.
Ne ölmeyi, ne de yaşamayı hak edenlerin romanı! Sadece Zebercet değil, ailesinin, konağın hazin sonu da işlenmiş.
Yıllar önce filmini izlemiştim ama hayal meyal aklımda kalmış. Belki de ben filmin hakkını vererek izlememiştim. Ya da izlemeye müsait ruh halinde değildim.
Romanda Zebercet'in beklediği kadının, kırmızılı, sarılı, siyahlı havlusunu horoz dövüşlerindeki horozlarla eşitlemesi ve romanda horoza dair bi saptama, erkeğe dair bi saptama aslında.
Şaşalı günlerinde, konakta yaşayan her aile üyesinin mutsuzlukları ve Zebercet'in yalnızlığı, yalnızlıktan mı olduğunu pek kestiremediğim psikolojik bozukluğu. Belki de geçici ilişkilerden dolayı, kendi psikolojisini çökerten ruh hali.
Türk edebiyatının en karamsar, en çirkin, en kirli, en kendine yabancılaşmış karakterin olduğu bi roman. Romanda güzel olan bi şey yok. Çirkinliğin bu kadar diplemesi sizi oldukça etkiliyor. Etkisinden çıkamıyor insan kolay kolay. Bu kadar çirkinlik ve insan psikolojisini çözümleyen bi romana rastlamadım. Çirkinlikten, karamsarlıktan, yalnızlıktan böylesi akıcı ve güzel bi roman yazmak her yazarın harcı değildir.
Yaşamayan insanların, yaşayan insanlar üzerindeki dayanılmaz baskısı ve hayatını paramparça etmesi.
Zebercet'in intihara giderkentraş olması sanki ölüme meydan okumak gibi bi şey. İntihara giderken yerdeki döşemelerin hangi ormandan, kimlerin bu keresteleri kestiği ve kimin çaktığını düşünmek.
Yazar burada aileyi bi ormana benzetirken, artık yalnız kalmış ve intihara giden Zebercet'i çakılı yer döşemeleriyle sembolize ediyor.
Ve romanda geçen tarihlerin tesadüfi olmadığını düşünüyorum kesinlikle.

Yusuf Atılgan anlatıyor:
Manisa'da “Anavatan Oteli” diye bir yer vardı. Babamla Manisa'ya her gidişimizde, Anavatan Oteli'nde kalırdık. Çünkü otelin sahibi babamın iyi arkadaşıydı. Oteli de Zebercet Efendi ile, oğlu Ahmet işletirdi, romandakinin tersine. Birgün bu oteli tazma isteği doğdu içimde. O sıralar arkadaşlarla Birgi'ye gideceğiz. Gece Aydın'da bir otelde kaldık. Bu otel işte. Kapıdan giriliyor, karşıda yukarıya çıkan bir merdiven var. katibin yeri de bu merdiven aslında. Önünde küçük bir masa. Gece arkadaşımla konuşurken “yahu” dedim, “bu adamın buradaki hayatı ne olabilir?” merdiven altında oturan bir adam. Nasıl bir adamdır bu?”Üstelik benim bunaldığım zamanlar.” böyle bir ikilem içinde olduğum bir durum. Anavatan Oteli ile bu adamı birleştirdim, kendi ruh durumumu da yansıtmaya çalıştım. Bu roman çıktı.

Refik Durbaş ile söyleşi / Subat 1988
  • Anavatan Oteli duruyor mu hâlâ Manisa'da?
  • Duruyor ama artık otel değil. Otel kapandı, yapısı duruyor.
  • Ya Zebercet?
  • O da yaşamıyor.
  • Peki Zebercet romanı okumuş muydu?
  • Yok, çoktan ölmüştü. Okuyamadı. Ama Zebercet'i tanıyanlar, romanı gördükleri zaman “aaa biz bunu biliyorduk” demişler, Manisa'da.

Ben Zebercet karakterini biraz da çocukluğumda tanıdığım Hancı Behzat'a benzettim. Çarşının orta yerinde, hatta en iyi yerinde zamanında babası hancılık yapıyormuş. Behzat ise bakkallık yapıyordu. Mal varlıkları ile oldukça zengindiler. Fakat bu zenginlik, sadece mal varlığı olarak kaldığından, kendileri oldukça yoksul yaşıyorlardı. Yaşamlarını bi evde değil, hanın bi köşesinde sürdürüyorlardı. Şimdi düşündüğümde Behzar genç olmasına rağmen, bana hep yaşlı görünüyordu. Kahverengi bakkal önlüğünün kolları eskimesin diye, soluk siyah renkte kolluklar takıyordu. Okumayı çok sevmesine rağmen, gündemi ambalaj olarak kullanılan eski gazetelerden takip edip, “ne fark ediyor ki, zaten hep aynı olaylar oluyor” diye cevap veriyordu. Yaşlı ve aksi bir annesi, şimdi şizofren olduğunu düşündüğüm bi erkek kardeşi vardı.
Bu topraklarda öyle değişik hikâyeler var ki! Tabii işlemesini bilene...




2 Aralık 2011 Cuma

İstasyonda...


Bugün Urla’ya gitmek üzere yola çıktık. Benzin bittiği için de benzinciye uğradık. Sonra da bonusu olan araba yıkama kuyruğuna. Kuyrukta beklediğimiz yer o kadar sıcaktı ki, insana bahar gelmiş hissi uyandırıyordu.
Orada sağdan soldan konuşurken ikimiz de, aynı anda, arabaların yıkandığı deterjan atıklı sularda güvercinlerin yıkandığını ve hatta suyu içtiğini görünce, içimiz cız etti. Ölür yaaa bunlar, ölür, iki günde… ne kadar sağlıksız! Hava yağışsız olunca,  güvercinler ilk buldukları suya atmış kendilerini…
Onlara bi şey yapamamanın çaresizliği içinde boş boş, uzun uzun baktım.
Aslında pek de farkımız olmadığını anladım. Hepimiz sağlıklı olmayan kirli sular içiyor, hangi tarım arazisinden geldiğini bilmediğimiz –aslında bildiğimiz- sebze meyveleri tüketiyoruz. Hızla hızla kendimizi tüketip duruyoruz. Kapitalizmden bahsetmeme, onun insan üzerinde yarattığı stresi hatırlatmama gerek yok sanırım. Bunu artık çoğu kişi anladı. Tekrarlamak sanki geyiğini yapmak gibi geliyor. Tekrarlayacağına hayata geçir diyorum. Ve kısmen de geçiriyorum.
Sabah haberlerde Roma’da hava kirliliğinin çok tehlikeli bir boyutta olduğundan bahsetti. Siz bi de İzmir’I görseniz! Roma’da neymiş dersiniz. Hava bugünlerde oldukça sisli. Kış güneşine bi diyeceğim yok tabii. O sadık bi sevgili gibi İzmir’I hiç terk etmiyor. Işte tam da bu yüzden gündüz saatleri o kadar da soğuk değil. Sabah kalktığımda bi bakıyorum, sobaları yakmışlar bacalardan öbek öbek duman çıkıyor. Hava kirliliği azmış gibi, katkı sağlıyorlar! Ne üşümekmiş bu ya, anlamadım gitti. Bu fi tarihinde herhangi bi esnafın herhangi  ürününün çok meşhur olup, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, aynı ünü korumasına benziyor. Oysa onu geçmiş tadlar vardır ama eskisine millet gider. Ezbercilik bu. Kışın soğuk olur ve soba yanar. Tamam kimseye donun demiyorum ama belli bi saatte yakılsın şu sobalar. Hele geceleyin inanın abartmıyorum, maske ile dolaşsak yeridir. Her zaman Karşıyaka’nın ışıklarını gören odamız, zifiri karanlıklar içinde kalıyor. Camdan bakınca tek bi ışık yok. Camdan burnumu uzatamıyorum. O pis koku insanın içine doluyor.
Güvercinlerin sağlıksız koşullarda yaşamaları bana kendimizi –insanı- hatırlattı. Tüm canlılar aynı havayı, suyu, topraktan faydalanıyoruz. Ne ki bu sağlıksız koşulları yaratan hayvanlar değil, insanlar. Özellikle de kurumlar, sermaye…  gerçi maganda insanlar da bireysel olarak katkı sağlıyorlar, hakkını yemeyeyim magandagillerin.
Bu ülkede insan olmak zor. Hayvan olmak daha da zor. Her şey zor. Yaşam zor.
Bugün karamsar günümde miyim diye düşünmedim değil. Hayır değilim. Gözüme çarpıyor bütün bunlar. Pembe gözlükler takıp, hayatı pamuk helva tadında algılamıyorum. Doğrusu algılamak da istemem. Pamuk  helva hafifliğinde ya da ağırlığında hayat. İşte her şey bakış açısı.
Nerden bakarsan.
Aslında Urla’yı çok kez anlatmama rağmen, orayı yazacaktım ama benzin istasyonundaki mola yazısı oldu bu.
Daha sonra yazarım. Belki. Üşenmezsem…

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...