30 Mayıs 2011 Pazartesi

Ayşe Kulin'e "Veda" romanıyla veda ettim


Ayşe Kulin’in  umurunda olur mu bilmem ama bu karar “benim için küçük gözükse de büyük bi adım.” Ayşe Kulin’in romanlarını sırf biyografiye duyduğum ilgiden dolayı okuyordum.
Ama artık her romanında, tekrarın tekrarı konulardan sıkıldım. Romancıların tarzı vardır, anlarım; macera, korku, biyografi, kadın sorunları, üzerine falan yazarlar.
Ayşe Kulin’in romanlarındaki asaletin insanın kanında olduğunu iddia etmesinden, konaklarda yaşayan kadınların, naif, kırılgan fakat yeri geldiğinde şaşırtıcı bi şekilde güçlü kadın olmalarından fena halde sıkıldım. Aynı konaklardaki, erkek karakterlerin yüzde yüz kahraman, yurtsever başrollerde olmaları da rahatsızlık verici boyutlarda.
Sarışın kadını mutlak güzel olarak kabul etmesinden… Eğitimli ve kibar olmalarından, konakta çalışan yardımcılarınsa kaba, her türlü sahtekârlığı yapmaya yatkın, eğitimsiz olarak ifade etmesi ise, Ayşe Kulin’in aldığı eğitimin ne kadar eğitim olduğunu insana düşündürüyor.
Bazı insanlar farklı yazılar yazsalar da aslında hep aynı yazıyı tekrarlarlar. Dağarcıklarında farklı bişey yoktur çünkü. Takıntı olmuştur, bu konular onlarda. Fikri sabit boyutunda…
İnsanlar doğdukları ülkeleri, etnik kökenlerini, ailelerini, seçme şansına sahip değildir. Bu onlara verilmiştir. Bu yüzden de, kimse kimseden ne üstündür, ne de aşağıda. İnsanın asaletini yaptıkları, söyledikleri, kısacası hayattaki duruşu belirler. 
Ve bazı insanlar diğerlerine göre şanslı doğarlar. Nedir bu şans? Gelişmiş bi ülkede dünyaya gelmek, kişiyi seven, köklü, zengin ve iyi eğitim alabileceği bi aileye sahip olmak, akıllı ve  güzel olmak filan gibi. Gerçi güzel olmak bence bi bakıma şans da değildir. Kendine aşık olma gibi, bi narsisliği içerir ki; insanın kişiliğini kötü bi şekilde etkileyebilir. Sürekli şekliyle ilgilenir, herkesin kendisine aşık olduğunu filan düşünmeye başlayabilir. İçerik varmış gibi görünse de yoktur. Tüm bu özellikler, kişiye verilmiştir. Bunun için o kişi hiç bi çaba sarf etmemiştir.  Verilmiş olan şeylerle insan nasıl bu kadar övünebilir?
Senin hayattaki duruşun bu mudur? Aldığın eğitim seni bu kadar takıntılı yapıyor ve insanları bu şekilde mi tanımlıyorsun?
Ayşe Kulin’in son okuduğum romanı 386 sayfa ve bu 386 sayfadan sadece bi paragrafı onayladım
… Ahmet Reşat, orada Mahir’le baş başa kaldıklarında, “Saraylıhanım zamana ayak uyduramıyor, azizim,” diye dert yandı teyzesinden, “değişikliklere direniyor ve hırsını kızlardan çıkarıyor. Halbuki bizler zamanında değişmeyi ve asrileşmeyi becerebilseydik, başımıza bütün bu belalar gelmeyebilirdi. Her şeye karşı direndik. Asrımıza ayak uyduramadık. İnkişafımızı kendimiz yapamadığımız için, bizi değişmeye borç almak zorunda kaldığımız memleketler zorladı. Eh, zorlamayla da ancak bu kadar olur… Olmaz yani.”
386 sayfalık  -Veda- romanından  bana kalan budur!  Sadece akıcı anlatıma sahip bi roman; geri kalan  hep aynı takıntılı ve faşist ruhtan süzülen düşünceler…
Şu anda ise elimde  J.D. Salinger’in “Çavdar Tarlasında Çocuklar” isimli romanı var. Dili nefis. Hiç betimleme filan yapmadan, o kadar yalın anlatıyor ki, sanki yazarla sohbet ediyorsunuz.
“Hayat kurallara göre oynanması gereken bir oyundur.” diyor ve ekliyor yazar, “Tüm asların bulunduğu takımdaysan, oyun o zaman, tamam; kabul ederim. Ya ÖTEKİ takımdaysan, as oyuncu filan yoksa, oyunla ilgisi kalır mı bunun? Hiç yani. Yok oyun moyun. 
Bir diğer paragrafta ise şöyle diyor: Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence geçekten çok iyidir.
Ben bu duyguyu Sait Faik’de duyarım. Ne zaman canım sıkılsa, biriyle konuşma ihtiyacı duysam ve o anda kimseyi bulamasam, onun defalarca okuduğum hikâye kitaplarından birini okurum. Onun için Haldun Taner şöyle der: Sait’in hayattaki bileti lüks mevki bileti idi. Ama o da tıpkı Barba gibi lüks mevkiden, birinciden, ikinciden hoşlanmıyor, soluğu hep üçüncüde, personel koğuşunda alıyordu.
Vedat Günyol ise şöyle diyor: Sait Faik bir sevgi peygamberiydi. Kırk sekiz yıllık, içine en ufak bir haksızlık karıştırmamış, tertemiz bir ömrün akışında içimize insan sevgisinin o ılık, o tatlı, o aziz büyüsünü en asli tarafıyla bir o salabildi: Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.”
Her zaman Sait Faik’le keşke aynı çağda yaşasaydım da, arkadaşı olabilseydim, onunla bi kez olsun konuşabilseydim diye düşünmüşümdür. Belki bi çoğunuza bu düşünce saçma gelebilir. Gelsin. Umurumda değil. Hiçbir insanı, etnik kökeni, ayırt etmeyen tam tersine; burjuvadan, sonradan görme zenginlerden, insanları sömürenlerden nefret edip; hikâyelerinde gerçek insanlara yer verip, onları her türlü kusurlarıyla seven, en çok da çocukları, hayvanları, doğayı seven böylesi güzel bi insan nasıl sevilmez? Nasıl onunla arkadaş olmak istenmez?
Ya peki kendisini herkesin üstünde gören böylesi yazarlara ne demeli? Tepeden bakanlara…
Asalet böyle mi oluyor?
Yoksa itici olup, ayrıca komik durumlara mı düşülüyor, orası tartışılmaz bile, bence.










Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...