Bak
şimdi: Arife günü aldım, bayramın birinci gününden itibaren
okumaya başladım İhsan Oktay Anar'a ait, Suskunlar'ı.
Güzel
mi dersen, güzel ne demek, derya derim. Eski İstanbul'un neresi
olduğunu, geçmiş yüzyıldaki İstanbul adetlerini, mevleviliği, musikiyi, insan
hallerini bilmek istiyorsan oku derim.
Ama
şiddetle oku, şiddetle tavsiye ediyorum demem. Şiddeti, okuma
konusunda bile kullanmak istemem. Aman gözünü seveyim sende
okuduklarını şiddetsiz tavsiye et.
Neyse
bu romandan bazı paragraflardan öyle bir esinlenme geldi ki. Son
günlerde eve usta girdiğinden, içime fenalık geldi. Allahım
insanı Türk ustalarından korusun dedirtti. Bir yeri yaparken,
diğer yeri çatırdatıyorlar.
Durun
şimdi. Bizim evdeki usta işleri bitti şükür. Asıl bahsetmek istediğim
Suskunlar romanındaki Eflatun'un Galata Mevlevihanesi'ne gidişi ve
orada nasıl piştiği.
Gidişi
değil de asıl anlatmak istediğim pişmesi. Öyle bir pişiriyorlar
ki, reklamlardaki halının üstüne basınca ancak siniri gevşeyen
çalışan Türk kadınına dönüyor. Çalışan veya çalışmayan
Türk kadını Galata Mevlevihanesi'ndeki derviş adayı gibi oluyor.
Belki
sana uzaktan abartıyor gibi gelse de, inan abartmıyorum.
Mutfakta
geçecek tam binbir günlük çilesinin başında, çivili tahtada
semâzen başı tarafından kendisine semâ öğretildi ve böylece
hakkettiği sikke denilen serpûşu başına taktı. Bu, Türk
kadının düğünü ve başına taktığı gelin duvağına denk
geliyor. Ve genelde de bir ömür sürüyor. Sanıyorsun ki
abartıyorum. Hayır!
Derken
“ayakçı” olarak, başta mutfak olmak üzere hemen her yeri
süpürdü, toz aldı veya yıkadı. Bunun açıklamasını
yapmamı beklemiyorsun herhalde benden.
“Pazarcı”
olarak omzunda heybe, sırtında küfe ve elinde üç beş kuruş ve
belinde pazarcı maşasıyla çarşıya çıkıp alışveriş yaptı.
Sokağa çıkıp da her on kişiden dokuz kişinin marketten ya da
pazardan dönen kişinin kadın olduğunu görmeyen yoktur. Hadi
hıyartos adamlar alışverişten anlamıyor diyelim, eşinin yanında
poşetleri taşımak içinde bulunmaz. Tamam hakkını yiyemem, az da
olsa poşet taşıyan kocalar var. Ama geneli “hooo akşam ne var,”
diye höykürür sadece.
Devam
ediyorum mevlevi çilesine; “Somatçı” olarak sofraları
kurdu kaldırdı. Açıklama istiyor musun? Tamam devam
ediyorum. “Meydancı” olarak erenlere cezvede kahve yaptı.
Bir erkek çocuğunun kahve yaptığını kim görmüş? Ki
sonra da evinde karısına “sen
çok yoruldun, dur bir kahve yapayım da içelim,
desin.”
“Kandilci”
olarak dergâhın kandillerini gece yakıp sabah söndürdü.
Bereket
elektrik icad oldu hanımlar.
Nihayet,
“tasmihçi” sıfatıyla dibekte kahve dövmeye başlamıştı ki,
dergâhın şeyhi, Neyzen İbrahim Efendi onu Hücresine çağırdı.
Nihayetinde
bütün bu çilelerden sonra Ney üflemeyi öğrenecek.
Türk
kadını ise bütün bu çilelerin sonunda kaynana olur. Sonra o da
çektiği bütün çilenin acısını gelinlerinden çıkararak pişer. Kadınlar, Suskunlar'ı oynar, oynamak zorunda
kalır.
Ve
bu masal da böyle sürerrrr...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder