16 Ekim 2013 Çarşamba

Domates ektim, yazı biçtim


Yukarıda gördüğünüz bu mevsimde henüz fide haline gelmiş, doğal olarak bir tane bile domates vermemiş olan fideyi satın almadım, kendim ürettim. 
Olay şöyle başladı: Her tatile gitmeden önce olduğu gibi, buzdolabını tamtakır haline getirmeye çalışsak da, mide tamtakır olamayacağı için, biraz domates, salatalık -yani hıyar,- patlıcan gibi sebzeler almıştık, ve kalanlar geldiğimizde mortu çekmişti. Özenerek aldığımız mis gibi kokan domates gitmiş, yerine çürümüş ezik küflü bi domates, hıyar,  gelmiş. Dolapta onlarla öyle karşılaşınca üzülmedim değil. Bunlardan artık hiç bi şey olmaz, olamazdı. Çöpe atmaya nedense içim elvermedi. Hepsini topladığım gibi terasa çıktım ve boş bir saksı ayarlayıp, her şey bir liralıkcılardan aldığım, üç liralık tırmık ile toprağın otlarını çıkarttım. Ki topraktan yabani ot temizlemesini çok severim. Hergün saksılarda yabani ot bitmiş mi, bitse de şunları ayıklasam derim. Özellikle de koskocaman olan kaktüs saksılarındaki, yabani otlar ilgi alanıma girer. Kaktüslerin otlarını temizlerken, sinsi dikenli bi kaktüs var, onun dikenleri sinsice parmaklarıma batar. Ve o zaman da parmaklarımdan dikenleri çıkarmaya koyulurum. O sinsi dikenin, sinsice acı vermesinden mutlu olurum belki de. O sinsi dikeni parmağımdan çıkardığım zaman da canımın acısından kurtulduğum için, mutlu olurum.
Domatesin başına neler geldiğini anlatırken hain kaktüs bu sefer de sinsi dikenlerini yukarıdaki paragrafa batırdı. Bu satırdan sonra o dikenleri çıkarıp sadede geleceğim. Aşağıda.
Bir kaba koyduğum domates, hıyar ve patlıcanı, tırmıkla makul bi şekilde toprağı eşerek ektim. Uzaktan bakıldığında bu saksılar neden boş bırakılmış, en azından insan kedi tırnağı falan eker diye bi his uyandırıyordu. 
Arada yeşil otlar çıkıyordu fakat onları mecburen temizlemiyordum. Çünkü onlar ot değil, doğal olarak çıkan çimdi. O çimleri Viki kedisi midesi için yiyordu. O arada saksıda başka yeşillikler de çıkmaya başladı. Bir gün onlara dikkatle baktığımda, domateslerin çıkmaya başladığını anladım. Sevindim. Henüz mevsim yazdı ve çok sıcaktı. Su en sevdiğimiz, çok sevdiğimizdi. Fakat bir kaç gün sonra müthiş bi yağmur yağdı. Bu yağmur değildi aslında. Dolu, ama nasıl bi dolu? Hayatımda böyle bi dolu görmediğimi söylesem. Ev yüzlerce taramalı tüfekle mermileniyor gibiydi. Artık gidiyoruz, evdeki camlar kırılacak falan diye düşünmeye başladım. Önce çok korkmuştum. Fakat dolu çok ilerleyince ve tehlike çok büyüyünce, korkunun yerini boşluk ve hiçlik duygusu almıştı. Battı balık going gibi bi durum. Neyse yirmi dakika ya da yarım saat sonra dindi. Tabii o arada salona nereden girdiğini anlamadığım sular oluk oluk girmeye başlamıştı. Tabii havuz halini almış terastan girmişti. Oturma odası da pirinç tarlası gibi olmuştu. Ben ve Nesli evde çarşaf, plaj havlusu, ne varsa suyu çekmek için çıkarttık ve suyu leğenlere doldurduk. Belki de o sulardan kurtulmaya çalışmak korkumu azaltmış, kendimi düşünmekten vazgeçmeme sebep olmuştu. Salondaki ve oturma odasındaki parkeler kısmen kalkmıştı. O andan itibaren bizim için bir, bir buçuk ay sürecek ve sonradan hepsini boğup üzerine beton dökmek  istediğim çakal ustalarla uğraşma anı da başlamış olmuştu.
Terasın cephesini yeni mantolama, sıva, boya yaptırmıştık ve mermi gibi olan dolulardan duvar çentik çentik açılmıştı.
O arada duvardaki hasara bakarken fark etmiştim ki, bütün çiçeklerimiz delik deşik olmuştu. Ne yaprak kalmıştı, ne bi şey. Minik domates fideleri olduğu gibi gitmişti haliyle. Hergün akşamüstleri severek suladığım çiçeklerin heba olmasına, canlarının acımasına üzülmüştüm.
Bizim çakallarla uğraşırken çiçekleri her zaman olduğu gibi akşamüzeri sulamaya devam ettim. Eylül sonunda fark ettim ki, domates yine içten içe toparlanmış ve fide vermeye başladı. Bu kez sevindiysem de, zamanının geç olacağını düşünüp, onları ekmekte hata ettiğimi düşündüm. Havalar geçen hafta soğuyunca içeri aldım, güneş çıkınca yeniden dışarı çıkarıp fotosentezleştirdim. Şimdi yine dışarıda, arada kuşlar gelip yapraklarını yiyor. İçimden kuşlara yapraklarını didikledikleri için kızsam da, bari onlara faydası olsun, kursakları dolsun diyorum. Nesli, olsun kışın içeri alır, sera domatesi yaparız ve yaprakları çok güzel kokuyor diyor. Onları üşütmemeye hasta etmemeye karar verdim.  



Edebiyat karın doyurmaz, çay içirtir. İç, iç, iç... Gece uykun açılsın. Artık yeşil çay içirtsin edebiyat diyorum.  
Dün kırmızı çay ve NatHamsın'ın Açlık'ı beraber yedim, içtim. Sevdim mi? Evet onca yoksunluğunu, kendisiyle dalga geçerek anlatmasını sevdim. Ağlak, acıklı değil. Ne olursa olsun, ağlaklardan hoşlanmam. Gerçi sanırım ilk otuz beş sayfadayım; daha sonra nasıl gider bilemiyorum. Ama Nathamsın Bey her şeyi ince ince anlatarak içime öküz oturttu. Sağa döndüm, omuzundan baktım, vitrine gittim. Offf yaaa, offff. Ama haklayacağım bu romanı. Eğer şimdiye kadar yazdıklarımı içinize öküz oturmadan okuduysanız size teprik koyarım. :) Sanırım bütün bunlar NatHamsın amcanın sayesinde oldu. Hızlı hızlı yazan ben gitti, böyle vır vır vır kafa ütüleyici biri geldi. 


Dün ayrıca kargo vasıtasıyla sahip olduğumuz bu karton kolileri atmak yerine, kışın hep yaptığım üzere, çöp poşetleri ile kalın bantla bantlayıp, kaplayarak arka bahçedeki kedilere ev yaptım. Malum havalar soğuyacak. Fakat yarın yağmur yağacakmış. Hava şimdiden kapadı bile. Bu deyyus kediler girsinler de ıslanmasınlar.
Kedi demişken, gazetenin birinde bi hayvan psikologuna rastladım. Kediler ve köpeklerin psikolojik durumunu anlatıyordu. Kediler doğası gereği yalnız yaşadıklarından kendi alemine çekilirlermiş.Lütfen onlara nankör kedi sıfatını layık görmeyin. O yüzden bir yerde, iki kedi durmadan kavga edermiş. Burası benim, defol git lan diye. Bizim arka bahçedeki kediler bi sürü olduklarından geceleri bi şirretleşiyorlar bi şirretleşiyolar, manyak gibi bağırıyorlar. O'lum, kızım neyi paylaşamıyorsunuz, yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda diyoruz da, durumlar öyle değilmiş işte. Zaten bizim Viki kedisinden de belli. Gece olunca gider evin bi ucunda tek başına takılır, kuul kedi.
Köpeklerse doğada sürü halinde yaşadıklarından onların bu yüzden kavga etmeleri gibi bi durum yokmuş. Bi de hayvanların gözlerine direkt bakmayın, bu sana meydan okuyorum, hadi gel bakalım sıkıysa anlamındaymış. Ben bunu biliyordum. Havlayan köpek ısırmaz lafı da kısmen doğruymuş. Bak havlıyorum bu sana uyarı. Eğer dediğimi yapmazsan hiç gözünün yaşına bakmam ısırırım manasında. Son olarak sokak köpeklerinin başını sevmeyin. Bu senin üzerinde hakimiyet kuruyorum, anlamında olabileceği için köpek bunu tehlike olarak sezebilir ve size beklenmedik bi şekilde hamlayabilirlermiş.
Benden söylemesi.
Şindilik bu kaa olsun mu sevgili dünlük? 

Not: Bu ne yahu? Şimdi de deli gibi yağmur yağıyor. Allahım sen koru.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...