Ben böyle daha kaç zaman duracağım? Kaç zaman
daha yorgun atlar gibi kendi ayak seslerimin büyümesini dinliyeceğim.
Her şey kötüye gidiyor gibi. İki insan
anlaşamazsa ayrılır. Ayrılamazsa sessizlik büyür de, büyür. Sanki o sessizliğin
içine düşersin, seni yok etmek ister gibi sessizlik önce kulaklarından içeri
atlar, içini kemirir durur.
İşten kovulduğumdan beri kocam Latif’e batıyorum.
Ne hayaller kurmuştuk başlarda oysa. Beraber emekli olacakdık da, dünyayı
gezeciktik de, de de , da da. Mış mış da, muş muş da oldu hepsi. İş yaşamının
çakallarına karşı emekli hayallerine sığınarak atlatmaya çalışıyorduk herşeyi. Bazen kocam şikayetlerim yüzünden bana bağırıyordu. “bıktım artık senden, iki
sidikli karıyı halledemedin, diyemedin mi, yapamadın mı?” Onun işi daha
önemliydi. Oysa farklı şirketlerde ama aynı pozisyondaydık. Sanki akşam bütün
bu sözleri söylememiş gibi geceleri sırnaşıyordu; bulaşıktan, çamaşırdan,
ortalık toplamaktan yerlerde sürünen bedenime.
Hayallerim vardı ama yok gibi yapmak
zorundaydım. Yok gibi yapa yapa, hayallerim terk etti gitti. Geceleri yatağa yatar
yatmaz gözleri kapanıp, uykuya dalan insanlardan oldum. Ne gecenin
etkileyeceği, ne de gizemi sırtımı yalayıp geçiyordu.
Böyle böyle yıllar geçti. Yıllar geçerken
ekonomik krizler de oluyordu. Ben de kendi ailesinde kriz yaşayan evli bir
kadındım. İlk çıkarılacaklar listesinde yer aldım. Çocuğum yoktu, doktorlara
göre olacağı da yoktu ama jinekolog raporunu işverene sunamayacağım için ilk
çıkartılanlar arasındaki kadınlardan oldum. Yaşım otuz üçtü. Yanına bir üç daha
eklesen fotoğraf çekerken gülümseyerek çıkmana neden olan, üç yüz otuz üç
olacaktı ama bendeki iki adet üç sayısı, dudaklarımın aşağı doğru sarkmasına
neden oldu. O gün bana sorsan yüz üç yaşındaydım. Şimdi sorma, kaç yaşında
olduğumu bilmiyorum.
Kovulduğum için değersizlik hissini
yürekten, mideden, bağırsaklardan velhasıl bütün iç organlarımdan hissetsem de,
sonra birdenbire o eşiği atladığımı gördüm. Nasıl atladım bilmiyorum. Karınca adımlarıyla
ya da bir salyangoz gibi yavaş yavaş atlamış olmalıyım. Yazları salça ve reçel,
kışın lahana turşusu kuruyordum. Diziler ve bilumum gündüz kuşağı izlemeye başlamıştım.
Gözlerim donuk donuk bakıyordu. Çalışırken de öyleydi, donuktu bakışlarım. Hiçbir
fark yoktu arasında. Ama değersizlik hissi yerini kayıtsızlığa bırakmıştı.
Bakışlarımın canlı olduğu zamanlar,
ergenlikle maksimum yirmi iki yaşım
arasıdır.
Çocuğum yok demiştim ya, ne oldu biliyor
musun? En samimi ve en samimi olmayan arkadaşlarım bile üreyebildikleri için
benim annelik duygusundan yoksun olduğumu söylediler. Direkt değil ama. Ucundan,
kıyısından, kıyısından. Sinsiliğin sınırlarını iyi biliyorlardı. Çocukları en
fazla beş yaşındaydı ama maşallah beş aylıkken üstün kutsal annenin her şeyi
söyleyebilme yetkisini donanmıştı hepsi.
Lafları hep, çocuğu olmayan anlayamaz gibi sözlerle başlıyor, sonra derin bir
iç çekerek kendi durumlarına şükrediyorlardı.
Kocam Latif, çalışmadığımdan dolayı beni
daha da hakir görmeye başladı. Eee ben de giyinip kuşanmayı bırakmıştım. Ne yapsaydım
yani evin içinde ceket pantolon ince topuklu ayakkablarla çak çak çak diye mi
yürüseydim? Bir düşünsenize bu kılıkla yemek yapıp, ortalık topladığımı, hele
hele cam sildiğimi. Saçlarım da doğuştan kıvırcık gibi bişeydi ama kıvırcık da
değildi, kıvırcıkımsıydı. Sonra papaz gibi kabarıyordu. Yağmur yağdığında tülü
tülü oluyordu. Bir papazı kim sever ki. Hem de kadın papaz. Olacak iş değil
vallahi. Üstelik evin ekonomisine de katkım olmuyordu ve bu da kötü ve büyük
bir etkendi aile şirketimiz için.
Her akşam işten gelince ben yaptığım
yemeklerle onun karnını doyuruyordum o da şikayetleriyle kulaklarımı
dolduruyordu. Bazen kulaklarımın dolup taştığı oluyordu. Ne oldu sonunda: kulaklarım
ağır işitir oldu. “duymuyor musun sağır mısın?” diye bağırıyordu bana ve ben de
“evet sağırım” diye cevap veriyordum. Duyduğumdan değildi evet diye cevap
verişim. Bana bağırırken eli kolu da bağırıyordu. Yok canım dövmeye kalmıyordu.
Elini kolunu, abartılı abartılı sallıyordu. Öküz değildim, ne demek istediğini
anlıyordum. En sonunda devlet hastanesine gittim, doktor kulaklarıma bir alet
yerleştirdi ve bana “guguk de” dedi. “Guguk” dedim ve kulaklarım açıldı. Tabii bunu
kocama söyleyemezdim. Dalga geçmeye başlardı ve yıllarca bunu her önüne gelene
anlatırdı. Evlilikte zaten her şeyin söylenmeyeceğini anlamıştım. Evlilik
hatalarını saklama sanatıydı. Sanat ne yaaa! Her şeye de sanat eklemek yok mu?
Zanaat desem daha doğru olur. Neyse, bu “guguk” demenin, kendi kendime ne
anlama geldiğini düşünmeye başladım. Sonunda vücudumun doğaya çıkarsa
iyileşeceğini, bakışlarımın kıpır kıpır olacağını düşündüm. Aklıma ilk
gençliğim geldi. Herkesin ilk gençliği gibi çok güzeldi ve ne var ki çoktan
tarih olmuştu. Tarih kitaplarındaki gibi göreceli değildi hiç bir şey. Belki de
ben taraf tutan bir tarihçi gibi hep güzel günlerini hatırlayıp, zihin arşivimde güzel
günleri arşivleyip duruyordum. Belki de herkes öyle yapıyordu. Ama insanın Anne
ve Babasından başka kimse insanı şartsız şurtsuz sevmiyordu ve dertleri ile
kasılmak istemiyordu.
Tarih tekerrürden ibaretse de, kendi
kişisel tarihimizde tekerrür diye bir şey olmuyordu ne yazık ki…
Doktordan sonra ben doğaya çıkınca iyileşeceğime
kanaat getirmiştim, ne var ki, bunu istemiyordum. İyileşmek istemiyordum işte
canım. Çünkü Latif’e katlanamıyordum ve
ne kötü ne de iyi olan evliliğimizin uyuşturucu etkisi olan alışkanlığında
zaman ilerleyip duruyordu. Latif’in iş yerindeki şikayetlerine alışmıştım.
Galiba yaşamdaki her şey kötü bir alışanlıktan ibaretti. Benim de bu
alışkanlığımı bozacak, uyuşturucuyu bedenimden çekip alacak hiçbir dış etken
yoktu.
Latif’i bir gün yorgun, omuzları daralmış
gördüm. Kamburu çıkmıştı, saçları dökülmüş, kafatası pırıl pırıl parlıyordu
aradan. Oysa her gün gözümün önündeydi. Ne ara olmuştu bu değişim? Bej rengi
pardüsesini değiştirmiş, yerine gri pardüse almıştı. Her zamanki koltuğumda
otururken, onun tırs tırs diye ses çıkaran terlikleri, kulaklarımın tilki gibi
dikilmesini sağladı. Ben bir tilki değildim, onun rap rap rap diye ses çıkaran
terliklerinin sesi de nereye gitti diye şaşırdım, gözlerim açıldı. Keyifle
geldi, sanıyordu ki gençliğindeki gibi yakışıklı, dik. Pardesüsünü poşetinden çıkarıp,
üzerine giymiş, Fiyakayla bana döndü “nasıl?” dedi. İçimden, “valla Latif sen boku
yemişsin” dedim. Kamburu çıkmış, omuzlar
daralmış, bacakları da tuhaf biçimde yamulmuş. “Heyy be heyy, nerde senin o çok
övündüğün yakışıklılığın, prezentabl eleman.” Çok hoşuma gitti tabii bu durum. Latif’e cavap olarak, “tam emekli günlerinde
giyebileceğin cinsten” dedim. Hiçbir şey demedi. Şimdi maç bir bir ilerliyordu
sayın seyirciler.
Latif emekli oldu ve gri pardüsesi ile
başladı market bültenleri cebinde dolaşmaya. İlk vazifesi hangi markette ne
ucuzsa onu almaktı. Ben artık kadın programları yemek yarışmaları falan
filandan gık demiştim. Hepsi burnumdan fışkırıyordu.
Hem artık ölmek istiyordum. Hızlı hızlı yaşamak
için kurs aramaya başladım. Her geçirdiğim günün beş günlük hızda olmasını
istiyordum. Yeteneğimden çok kullandığım malzemelerle beni hızla öldürecek bir
kurs aradım. Ölmek ve yaşadığımı bilmemek istiyordum. Nerde olduğumu bilmeyip,
belki uzay boşluğunda hoppidi zıppıdı zamanı geçirmek istiyordum. Orda zaman
var mıydı, ne hızdaydı, ya da ne ağırlıktaydı. Hiçbir fikrim yoktu. Ölüp görecektim.
Ama bende de intihar etme cesareti yoktu. Cesur değildim. Korkağın tekiydim. Neyle
öldürecektim kendimi. Herkes cesur, atak, konuşkan, falan filandı. Ama ben de
bunların hiç biri yoktu. Nasıl öldüreceğim ya diyordum kendi kendime, ama bunun
cevabını da veremiyordum. Hem Latif bütün gün tepemdeydi. Bütün gün dip dibe
yaşıyorduk. Kocam artık kaynanam olmuştu. Vıdı vıdı her şeye karışıyordu. “Bunu
neden öyle yaptın, şunu neden böyle yaptın? Yaaa var ya sen de, sana kalsa bu
ev batar haa, batar!” diyerek gözümü
korkuturken kendi egosunu pasta cilayla parlatıyordu. Bereket kaynanam yoktu,
altı yedi sene önce ölmüştü. Ölünün arkasından konuşulmaz ama… ben de
konuşmuyorum yazıyorum. Yoksa sağ olsaydı hafazanallah Latif’le bir olurlar,
beni ikiye bölüp beşe katlarlardı. Yok canım bedenimi değil. O kadar aktif cani
değiller, pasif sadistler.
Latif ve annesini düşünürken, Latif’in
babası girdi araya. Matbaada çalışıyordu ve bütün o zehirli boyalar, baskı
işleri nedeniyle dört çarpı on küsürlük zaman diliminde (46) bu alemden uzayıp
gitmişti.
İşte o an, beynimde bir yıldız parladı “ben
de baskı yapsam ya!” dedim. Bu yaştan sonra matbaada işçi olacak halim yoktu.
Monobaskı yaparsam bir günü beş gün hızında yaşarım diye düşündüm. Vay bee beş
yıldızlı yaşam dedikleri bu olsa gerek. Ve kursuna gittim.
Öyle güzel ki, ellerim bileklerime kadar
boyalar içinde. Cildim daha fazla etkilensin diye ben dirseklerime kadar boyaları
sıvıyorum. Hem de baskı yaparken, Latif’i düşünmüyorum. Eee kurs da bir yere
kadar. Haftada üç gün. Yetmez bu kadar. Ben de evdeki küçük bir odayı boşaltıp,
baskı odası haline getirdim. Latif’ten uzak, gönlüm şahane. Mis gibi boya
kokuyor. Şöyle odaya girdiğimde ciğerime ciğerime çekiyorum kokuyu. Ohh miss. Maske
de takmıyorum üstelik. Bundan alâsı düşünülür mü?
Latif bu durur mu? “Ben de kursa gidicem”
dedi. Market bültenlerini de bıraktı zaten. Benim iştahım iyice kapandı. Hiçbir
şey yemiyorum. Öğrenci işi neskafe yetiyor bana. Sigaraya da mı başlasam, ne
yapsam? Başladığımdan beri epey bi kilo verdim. Geçen aynaya baktım, yüzüm de
epey sararmış. Güzel bu.
Latif diyordum ya bıraktım onu da yine
kendimi anlatmaya başladım. “Ben de kursa gidicem” dedi. “Ee git ne duruyorsun”
dedim ağız ucuyla. “Ne kursuna gidicen?” falan diye hiççç sormadım. Bi baktım
bir gün eve gelmiş, elinde bi ud.
Şimdi o da evin başka bir odasında udunu tıngırdatıp
duruyor. Düşündüm de o zamanı yavaşlatmak istiyor gibi geldi. Ben yolcu, sen
yolcu Latif. Sen yolculuğu kamplumbağa
hızında yapmak istiyorsun, ben jet hızında.
Yollarımız ayrı Latif’cim. Zaten baştan
ayrıymış da, bizimkisi sadece alışkanlıkmış.
Hoşça kal Latif…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder