Şimdi, tam da şu
anda yaşamın değişiyor mu? Hayatımın hikâyesini dinlemeye
meraklı birini çevirsem, “çaylar, kahveler benden abicim”
desem; hayatımı anlatsam adam, “abi yaaa, senin hayatında tam
romanmış” der. “yazsana hayatını” der. Ama bu beni
tanımamasından, her gün görmemesinden kaynaklanır. Halbuki
hayatımı çocukluğumdan beri bilen, her gün, gün be gün annem
sayesinde beni bilen Mualla Teyze için benim hayatımda hiç bir
değişiklik yok. Kendisi için de bu böyle. Mualla Teyze'nin
İsveç'teki oğlu beş sene gelmeyince öz annesine
yabancılaşıyorken hem de... Hayatımı anlattığım adamın
hayatını dinlesem, “oooo abicim hayatın romanmış senin,
yazsana bunu” derim.
Yaşarken günler
birbirine zincir zincir eklenirken, onları anlatırken her şeyi
tersine döndürüyoruz.
Yaşamımda ne
değişti? İnsanlar, mekânlar, dekorlar değişti. Bir çok insan
tanıdım. Kimi kalıcı kimi gidiciydi. Bu değişmeyen olaylarda,
her şey tuhaf bir şekilde evriliyor.
İşte şimdi ben:
düşünmediğimi sanırdım, artık boş boş tavana bakmadan da
düşünebiliyorum. Yoksa hep böyle yürürken de düşünüyor
muydum? Ondan mı yürümeyi seviyordum.
Taksim'deyim şimdi.
Hayatım bugünden sonra değişecek mi? O gelecek, ve hayatım
değişti diyecek miyim? Hâlâ aramadı. Bende aramıyorum.
Fransız Kültür'ün
yeşil korkuluklarına doğru yürüyorum. Sanki burada buluşacak
gibi. Yıllar sonrasına burada söz vermiş gibi. Onunla bu oyunu
oynamayı kararlıyım. Telefon açmadan haberleşme oyunu. Acı
yeşil korkulukların önünde bekliyorum. Ağzımdan soğuktan
dumanlar çıkıyor. Sağa sola bakıyorum. Karşıda bir kozmetik
mağazası. İnsanlar, hayır kadınlar girip çıkıyor. Göz
boyamaca oyunu oynamak için mi alıyorlar onca boyayı.
Kızılderililer gibi. Biz Birşen'le Kızılderililer gibi
hislerimizle buluşucaz, onlar Kızılderililer gibi savaş
boyalarını sürecekler. Yaşamda boyalarıyla savaşan, savaşabilen
kadınlar. Boyasız savaşan kadınlar...
Bütün bunları
düşünürken, burada alın yazımın değiştiğini
hissedebiliyorum. Bu hissediş kolumun yavaş yavaş seyirmesi gibi.
Yeşil demir
korkulukların acılığı, içimdeki neşe gibi; aynı acılık.
Geldiğinden beri aramadı. Evet ama buraya geleceğini biliyorum.
Halbuki bu şehirde
hiç mazimiz olmamasına rağmen. Mazimizi burada başlatmaya karar
veriyoruz.
Çevremde bir çok
insan var. Hiçbirini görmüyorum. Ama seslerini duyuyorum.
Hızlandırılmış kamera çekimi gibi. Ben büyüyorum bu
insanların içinde. Bu kadar önemli miyim? Hayır, sadece onlardan
biriyim. Biten sigaramın elimi yakmasıyla ürperiyor, kendime
geliyorum. Umutsuzluğumu hissediyorum. Dostum Dosto geliyor aklıma.
İnsanı hayal kırıkları değil, yaşanması mümkünken
yaşayamadığı mutlulukları üzer diyordu. Kime? Bana tabii, bana.
Ben bırakıp gitmedim mi okulu, Birşen'i. Her şeye noktayı koyan
ben değil miyim? Oktay yavşağınla evlenmesine ben sebep olmadım
mı?
Şimdi bu
kalabalığın kenarında, sırtımı yeşil korkuluklara vermiş, bu
yeşilin acısı gibi olan neşemi sorguluyorum.
Saatime bakmadan saatin on bir olduğunu anlıyorum.
Burada durmak çok anlamsız. Aşağı doğru yürüyorum. Göz
alıcı vitrinlere, tiki kızlara, ev kadınlarına, çalıştıkları
her halinden belli asık yüzlü insanlara bakıyorum bir bir. Herkes
kendi aleminde. Hep gelecekten bir şey bekleyerek geçiyor çoğunun
ömrü. En çok da gelecekten mutluluk bekleyen kronik mutsuzlara
gülüyorum.
Her şey emek
ister. Emek deyince unutulmaz, sakız gibi uzatılan repliği
hatırlıyorum. Sahi sevgi neydi? Emekti be biraderim, emek. Sevgi
emek miydi sahi? Belki. Ama aşk emek değildi. Bu sözü suyunu
çıkaran kadar kullandıkları için nasıl sinirleniyorum, her şeyin
içini boşatmada üstümüze yoktur bizim.
Eski Emek
sinemasının yeni AVM nin önüne geliyorum. İçeriye girmekle
girmemek arasında kararsızım. Ne var ki içinde. İçi boşaltılmış
bir Emek. Solda göz boyama dükkanı. Yaşlanmaya yüz tutmuş
kadınlara umut satan kremler, genç kızların güzelliğini
gölgeleyecek boyalar. Karşısında bir tişörtün elli tl ye
satıldığı spor mağazası. Ne ara oldu bu Emek işleri?
Protestosuna bile katılmadım. Şimdi önüne oturmuş, kendi
kendime şikayet ediyorum. İçi boş buranın, boş. Çoğu zaman en
üst kata içini doldurmaya çıkıyorum. Herkes öyle yapıyor.
Böyle emeğe...
Üç, hayır üç
bile değil iki saat sonra muhtemelen Birşen'i göreceğim. Gizli
gizli neler umduğumu biliyorum. Oysa Birşen'in benimle beraber
olmayı istemediğini iyice bilmem lazım.
Ara sokakta bir
kahveye gidip oturuyorum. Garson geliyor. Yüzü binbir kırışıkla
dolu. Hareket eden dudaklarını görüyorum sadece. Ellerine
bakıyorum. Çok sert duruyor. Garsonluğa gelene kadar hangi
mesleklerden geçtiğini düşünüyorum. Mesleksiz olduğu için çok
meslekte çalıştığını düşünüyorum. Serbest meslek.
Ülkemizdeki en revaçta meslek. Kibar oluyor böyle söyleyince. Ama
bu adamın elleri kibar değil, kaba, sert.
Garson tekrar
sıkılmış kabaca ne içeceğimi soruyor. “Çay” diyorum “Çay.
“ Kaşlarını kaldırıp gidiyor. “Ne beklettin lan, onca saat”
demiştir kesin. Karbonatlı çayı içiyorum. Bardak yüksük kadar.
Fincan fincan çay içmeye alışmış bana bir yudum gibi geliyor.
İyi oluyor. Sabırsızım bugün zaten. Kalkıyorum yürümeye
çalışıyorum kalabalıkta. Sokak müzisyenlerine takılıyorum.
Birşen gelecek ve ben. Müzisyenler, çay, emek... iyi iş. Hayır,
bunun böyle olması gerekiyor.
&&&
Teyzemle kahvaltı
yaptıktan sonra evden ayrıldım. Kırıldı biraz. Gece beraberiz
dedim ama nafile. Anladı sadece onu görmek için gelmediğimi.
Zaten canı sıkılıyor. Sıkıntıdan, yalnızlıktan nasıl da
bütün eski fotoğrafları büyütmüş asmış duvara. Bu ev, bu
eve her girişimde tuhaf oluyorum değişmeyen bu ev. Hayatım çok
değişti sanırken bu eve girince duygularımın değişmediğini
anlıyorum. Fotoğraflara tek tek bakıyorum. Anneme, babama, çocukluğuma, ağbimlere, Özlem'e, enişteme. Nasıl kötü bir şey
bu. Nasıl dayanıyor buna teyzem. Fotoğrafları neden çektiririz
sanki. İyi anlarımız gün gelsin içimize lök gibi otursun diye
mi? Artık fotoğraf çektirmiyorum zaten. Benden bir şey kalmasın
geriye.
İnsan duygulardan,
sinirlerden oluşan varlık değil mi? Mantıklı olanlar mı
kazanıyor bu hayatta. Mantığım Oktay'a aşık olmamı söyledi,
ben de aşık oldum! Böyle aşk olur mu?
Onu aramıyorum.
Sinan'ı. Aptal, hayvan Sinan diye diye yürüyorum. Onu
aramayacağım. Evet buluşacağız ama onu aramadan bulacağım.
Beklemesini istiyorum.
Her şeyi bu kadar
pervasız bırakmasının bedeli olmalı. Belki de Sinan bu bedeli
ödemiştir, ödüyordur. Bedelli yaşamdayız, unuttun mu?
Bir taksiye atlayıp
Taksim'e geliyorum. Bir gün bile geçirmediğimiz Taksim'e. O
burada, tam şu anda burada biliyorum. Ona doğru yürüyorum.
Kalabalığın içinden koşarak ona gidecek değilim. Bu ancak
filmlerde, romanlarda olur. Hayatım ne film, ne roman. İçten içe
şu demir korkulukların önünde beklemesini istiyorum. Meraklı,
arayan gözlerle bakıyorum. Üstelik onu beş sene önce nikahta
gördüğümden daha da yaşlandırıyorum. Sarı kıvırcık saçları
iyice beyazlamış, yüzü aşağıya doğru inmiş, kırgın
gözlerini hayalimde canlandırıyorum. Görünce onu hiç hayal
kırıklığına uğratmayacağım. Yüzümde “ne kadar
yaşlanmışsın Sinan, bu kadar beklemiyordum” mesajı olmadan,
dün ayrılmış gibi. “Beklettim mi Sinan, iyi oldu Sinan bekle.
Bu soğukta don, Sinan, ağzının içine sıçayım Sinan” ifadesi
var biliyorum. Öyle olsun. Yavaş hareket ediyorum. Gidiyorum soldaki makyaj
malzemeleri satan dükkana giriyorum. Simsiyah zeminde rengarenk
boyalar. Allık, rimel ve fardan başka bir şey kullanmadığım
halde koskoca bir far seti, dört tane de en afilisinden, hiç
sürmeyeceğim renkli ojeler alıyorum.
Elimde poşetle
çıkıyorum. Vitrinlere bakıyorum. Sinan burada. Ağırdan
alıyorum. Olmayacak saatlerin fiyatlarını soruyorum. Saatler
ilerliyor, Sinan burada. Beklesin!
Yaptığım
saçmalık mı? Evet, saçmala hakkımı kullanmak istiyorum Sinan
Bey.
Bir kitapçıya
giriyorum. Eskişehir'den Sinan'la görüşmek için değil de sanki
Taksim'de aylak aylak vakit geçirmek için gelmiş gibiyim. Sevdiğim
yazarın kitabını değil, bu defa sadece yeşil kapaklı bir kitap
arıyorum. Bugün mantık günüm değil. Mantık tatile çıktı.
Bugün duygu günü devrede. Mantık günüm olmadı ki aslında.
Mantığa duygu sosu ekledim ve “sandım ki oyununu” oynamaya
başladım. Her şey oyundu tabii.
Hiç bir yazara
bakmıyorum. Yeşil kapaklı kitaplara bakıyorum. Hayır, yeşil
desenli olmaz, yeşil yeşil dümdüz yeşil arıyorum.
Arka rafa
dönüyorum. Kıvırcık sarı yoğunluklu beyaz saç görüyorum.
Gocuk ve aynı yerdeki hafif kambur. Biraz daha mı artmış? Offf,
korkuyorum. Kötü filmlerin ucuz artistleri gibi madara olmak
istemiyorum. “Pardon,” diyorum. “Pardon, rahatsız etmiyorum
ya” dönüyor. Şaşkın ama değil böyle olmasını bilir gibi
gülümsüyor. “Hiç etmedin ki?” “Öyle mi?” diyorum.
&&&
Hiç bir şey
almadan dışarı çıkıyoruz. Yürüyoruz. Sanki dün de
buradaymışız da bugün tekrar buluşmuş gibi.
eee ne var ne yok”
iyi n'olsun?”
ne yapalım? Aç
mısın?
Olur, olur hem
yiyelim, hem içelim diyorum.
Çiçek pasajına
gidiyoruz. Bir masaya oturuyoruz. Benim mantomu çıkarmama bakıyor.
En son beremi çıkarınca şaşırıyor. Çok. Gözlerine
inanamıyor. “Nasıl yaparsın bunu? “Neden, çok mu kötü”
diyorum. “Hayır hayır, kötü değil yanlış anlama. Sen kendini çok kötü mü hissediyorsun, iyi değil misin?” diye soruyor.
Bunu Sinan'dan
duyduğum için mutlu oluyorum. Gülen gözlerle ona bakıyorum.
“boşver” diyor. “Kökü sende ya. Sen iyi ol,” diyor.
Sigara böreği, midye, kalamar istiyoruz. Bir de bira. İçiyoruz.
Karşımıza genç
bir çift geliyor. Artık “gençler” diyecek kadar yaşlı
olduğumuz bir dönemdeyiz. Onlara bakıyorum. Sanki bizim
gençliğimiz karşı masaya gelip oturmuş gibi. Hiç tedirgin
değiller. Hayatın anlamını diğerinin hayatında buluyorlar. Bu
da onları birbirine daha çok bağlıyor. Daha sonra bu değişecek
ama, sinirlenecekler ve farkına varamayacaklar. Sinirleniyorum.
Yaşayacağımız yılları bırakıp kaçtığı için. Surat
asıyorum Sinan'a. “Kalkalım” diyorum. “Nereye?”
“Bilmiyorum.”
Hesabı ödeyip
kalkıyoruz. Bir süre öyle yürüyoruz. Kızgın ve kırgın
olduğumu biliyor. Hiç bir şey söylemiyor. Üşüyoruz. “Sinemaya
girelim mi?” diyor. “Girelim” diyorum. Gülme umuduyla bir
komedi filmine giriyoruz.
Yağlı mısır
patlağı kokusu sinirimi daha da bozuyor. Yerimize oturuyoruz.
Gülmek için yazılan repliklere gülemiyorum. O da. Filmin
bitmesine az kalıyor. Film bittikten sonra ayrılacağız. Teyzeme
gidicem. Sonra Eskişehir'e. Özlicem onu. Böyle yaptığım
için kendime kızıyorum. Ona da.
Filmin bitmesine
bir saat kalıyor. Biliyorum. Elini tutuyorum. Sinan'ın eli
üzülüyor. Anlıyorum bunu.
&&&
Filmden bir sahne
Birşen'in yüzüne ayışığı gibi vuruyor. Ağlıyor. Gördüğümü
görünce başını çeviriyor. Elini sımsıkı tutuyorum. Hiç
bırakmıcam Birşen. Ben gözlerime kadar karanlık içindeyim.
Kuzey kutbundaki bir buzulun karanlığındayım.
Film bitti, ayağa
kalktık.
Bir saat sonra
ayrılıyoruz. Süresiz. Ne zaman göreceğimiz belli değil.
Birşen
güzel iş yaptı.
4 yorum:
şimdi,ilk paragraf güzeldi, bi aldım başımı okuyorum:) Ama bu gece için devamını okuyamayacağım.Üstelik de bu 5. bölüm imiş. Nolcak şimdi? Yer imlerine alıcaz:) İyi geceler.
Vaktiniz olduğunda 1. bölümden itibaren okursanız daha anlaşılır ve güzel olur. İyi günler :)
Çok güzel gidiyor. Her cümleden sonra "acaba şimdi ne olacak, az sonra ne olacak?" diye meraklanarak okudum. Hiç abartmıyorum, bazı yerlerde adeta Hemingway'i okuyorum hissine kapıldım. İç dünyanı çok rahat ve sakin anlatman da ayrı bi güzellik katıyor. Yahu ben eleştirmen değilim, tamam ama gerçekten severek okudum işte. Eline kalemine sağlık arkadaşım. Devamında buluşmak üzere kolay gelsin.
Yorumların, değerlendirmelerin beni gerçekten motive ediyor. Bu da abartı değil, tarafsız geri dönüş almak çok güzel. Bu kış bununla mı geçecek acaba, ben de bilmiyorum :) Çok teşekkür ederim :)Devam edicem...
Yorum Gönder