28 Temmuz 2014 Pazartesi

Zorunlu bir ziyaret



Bir an önce evden ayrılmak, mekân değiştirmek arzusuyla yanıp tutuştuğum günlerdi. Fakat bu kış gününde nereye gideceksin? İşte tam da o günlerde, birbirimizden pek de hoşlanmadığımız arkadaşımdan telefon geldi.
Annesinin köydeki evine gitmiş. Annesi ve babası, rutin hastalıklarını, bahane edip büyük şehirdeki evlerine gitmişler. Annesini hiç sevmediğim gibi onu – çirkef kadın- olarak anımsardım daima. İşte bu –çirkef- annesi, kızı yalnız kalmasın diye beni güvenlik görevlisi olarak, kızına çağırmasını söylemiş. Telefonda da bu amacını açıkladı. Daha önce de bahsettiğim gibi, acilen mekân değiştirmem gerekiyor, ama gidilecek yer de bulamıyordum. O günlerde de öyle bir parasızdım ki… Böyle bir karşılıklı çıkar ilişkisine “evet” demek zorunda kaldım.
Aslında bu arkadaşımın da buraya gelme nedenlerinden biri, milattan önce herhangi bir yılda doğmuş ninesine göz kulak olmasıydı. Sonuçta ben de her ikisine de güvenlik elemanlığı yapacaktım. Fakat –çirkef- annesi ya da –sinsi- babası olsaydı, hiçbir kuvvet beni oraya götüremezdi ya. Neyse onlar çıkar için davet ederlerse, ben de çıkar için giderdim. Sonuçta bu dünya “çıkar dünyası” değil miydi? Ben de oyunun kurallarına uydum!
Yola koyuldum. Doğa sayesinde derinliklere daldım gittim. Ardımda bıraktığım her kilometrede, sıkıntılarım sanki gerilerde, çok uzak günlere aitmiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Kışın doğa uyur derler ya, külliyen yalan. Sonsuz gökyüzü, sonsuz deniz o kadar hoşuma gitti ki, arkadaşımın annesinin evinin; kirli, şartsız şurtsuz oluşunu dahi unutmuşum.
Arkadaşım geride kalmış, bu dağ köyünü pek sevmezdi. Oysa el değmemiş dağları, mis gibi havası vardı. Ama o, beş yıl önce nişanlandığında; nişanlısının zengin olduğuna inanmış, sosyetik tatil kasabalarına gideceğini umuyor, "Artık biz Mürsel ile buraya bayramdan bayrama geliriz. Mürsel daha çok sosyetik yerleri tercih ediyor," demişti. Derin bir iç çekip, yakasını düzeltmeyi ihmal etmeyerek; "O çok görmüş geçirmiş."
O günlerde, müstakbel kocasının görmüş geçirmiş, fakat sonunda aradığı aşkı kendisinde bulduğunu düşünüyordu. İşin aslı kısaca şöyle idi: Mürsel, zengin eniştesinin dükkanında bi nevi ayakçı gibi çalışan, annesi ile yaşayan, aşırı derecede kilolu evlenmeyi çok istemesine rağmen, annesinin görücü olarak gittiği evlerden: "Kızımız henüz küçük ya da kızımız okumayı düşünüyor" gibi yanıtlarıyla dönen bir gençti. İşte bu “gencin” hiçbir zaman gerçek anlamda bir kız arkadaşı olmadığı için, çareyi izbe pavyonların, karanlık köşelerindeki itilmiş kakılmış kadınlarını, içki karşılığında, kafalarını ütüleyen bir “genç” olup çıkmıştı. Annesi bakmış olmayacak; istedikleri gibi bir gelin bulamayacakları gibi, oğlunun pavyondan bir kadını gelin diye getireceğinden korkmuş olsa gerek, uzak dağ köyündeki arkadaşımı bulmuş. Annesinin –çirkefliğine- kızının -ikiyüzlü- olmasına rağmen…
İşte bu Mürsel “enişte” kompleksli, pısırık ve salaklığından, kendisine feleğin çemberinden bin kere geçmiş, bıçkın delikanlı havası vermeye çalışarak sıyrılmaya çalışıyordu. Ben bu Mürsel “enişte” nin bana düşman olduğunu unutmuştum. Zira kendisi, hiçbir zaman kendi ayakları üzerinde duramadığı için, benim gibi kendi ayakları üzerinde duran kadınlardan hoşlanmazdı. Üstelik atmadığı iftira da kalmazdı.
Son yıllarda, Mürsel “eniştenin”, zengin eniştesi bunu dükkânından kovmuş, Mürsel “enişte de” iş bulamadığından, kredi kartı mağduru olmuşlardı. Her gün yatıp kalkıp, babadan kalma arsanın satılması için dua eder olmuşlardı. Bense bu günlerde parasız olduğumdan bahsetsem de, borçlu değildim en azından. Bu, onun için kıskanılacak bir şeydi. Üstelik de yalnız bir kadın olarak, bunu becerebilmem onu çıldırtmış olmalıydı.
Kötü durumda olmalarının bir sebebi de, arkadaşımın bir evi idare edememesinden de kaynaklandığı söylenebilinirdi. Tasarruf olsun diye, çamaşır makinasına çamaşırları ağzına kadar tıkar, sonra da çamaşır makinasının motorunu yakar, dünya kadar tamir masrafı çıkar. Kocasına kızar; buzdolabını açtıktan sonra, öyle bir kuvvetle kapatırdı ki, hangi fabrikadan çıkarsa çıksın, buzdolabının lastikleri parçalanırdı. Oğluna kızar, arkasından terlik atar; terlik ya televizyona gelir, ya da avizeye. Görüyor musunuz masrafı! En acil olanlar yaptırılır, onlar da evlat acısı gibi otururdu oturmasına ama arkadaşımın huyu da değişmezdi. Eee boşuna dememiş atalarımız “ can çıkar, huy çıkmaz diye”.
Neyse ben uzun sayılmayacak seyahatten sonra, sevimli tertemiz havası olan köye geldim. Köyün meydanı o kadar sessizdi ki… Oysa buraları yazın yolunun sapa olmasından dolayı, ortadirek ya da daha altı kesime mensup insanlar tarafından doldururdu. Şimdiyse epey güzeldi, bir yandan da; “sanki bu memlekette kimse yaşamıyor” diye düşünürken, çarşıda iki üç adamın dolaştığını gördüm. Hepsinin de yüzü kıpkırmızıydı. "İşte köy insanı böyle olur, sağlıklı" dedim içimden.
Ama onlardan biri tesadüfen yanıma yaklaştığında morarmış burnu ve koca bir göbek… Kışın bu sıkıcı günlerinde içki içmekten alkolik olmuş çıkmışlardı, görünüşe göre.
Çarşıyı geçip, eve doğru yürümeye başladım. Eve giderken arkadaşımın saat gibi kurulduğunu hiç düşünmemiştim. Ev de köyün en ucunda, köy evi görüntüsünden çok darmaduman bakımsızlığıyla köy evi havasından oldukça uzaktı.. Kış olmasına rağmen onu evin önünde gördüm. Yok, canım, yolumu gözleyeceğini düşünmedim. O kadar saf, değilim artık! Yaklaştığımda, o beni görünce aldırmaz; "Hıı sen mi geldin?"
Yalandan sarılıp, pat pat sırta elle vurma faslı bittikten sonra, milattan önce herhangi bir yılda doğmuş, ninesinin yanına gittik. Kadının çipiş mavi gözleri vardı. Ufalmış ufalmış, adeta kurumuş içi oyulmuş bir ağaca benziyordu. Ama ona ufak tefekliğinden dolayı pek ağaç da denemezdi. Maki kurusuna benziyor demek daha doğru olabilirdi. Kadın bir süre bana bön bön baktıktan sonra, tanımayarak;
"Hoş geldin."
"Hoş bulduk, beni tanıdın mı?"
"Tanıyacak gibi oldum gari ama tanıyamadım!"
Zaten milattan önce doğmuş birinden beni tanımasını bekleyemezdim. İkiyüzlü arkadaşımın iki kızı vardı. Anneleri yanıma, teşrif etmediği için ben onlarla meşgul oldum. Neden sonra teşrif edebildi. Bir yandan beni süzerek; "N’apıyon? Nasıl geldin? gibi istatistikî sorularını soruyor, fakat "aç mısın, tok musun?" diye sormuyordu nedense. Bir süre istatistikî sorularına cevap verdikten sonra, dayanamadım: "Seher ben çok açım. Biraz peynir ekmek verir misin?"
"Aaa bamya, pilav yaptım. Biz akşamüstü yiyoz. Karnın toktur diye sormadım!"
Bunu öyle bir tarzda söylemişti ki; -“karnın ne kadar aç olursa olsun, bekle akşamüstü yiyeceğiz.” Eh o yüzsüzlüğü ele aldıysa, ben de almıştım. Ne de olsa onlara güvenlik elemanlığı yapacaktım. Reflekslerimin sağlam olması gerekiyor ki, maki kurusu nineyle, ikiyüzlü tembel torununa görevimi yerine getirebileyim. Ah kim bilir içinizden; ne kadar riya dolu bir insan, evine misafir olduğu insanlar için neler de söylüyor diyorsunuzdur. Ne yapalım, daha evvelden yaptıklarını anlatacak olsam…
Benim zorumla sofrayı kurduk. Sofra da dediğimiz beş tabak, beş kaşık, ekmek, su ve tencere. Nedense sofrada bir sıcaklık yoktu. Ya da artık bana mı öyle geliyordu. Hayır, hiç de bana öyle gelmiyordu. Elektrikli bir hava içinde, sümüklerini salmış bamya ile pişmemiş cam kırıklarına benzeyen pirinç pilavını yedik. Beraber sofrayı toplayıp, bulaşıkları yıkadık. Artık oturma zamanıydı.
Oturduk. Arkadaşım derdimin ne olduğunu gayet iyi biliyordu ve bundan haz alıyormuş gibi bir hali vardı. Sessiz sakin, televizyon izlerken birden bire, bana; "Ayyy, sen çok şişmanlamışsın çok. Bu kadarı da fazla ama! Geçen sene de haddinden fazla zayıftın! Sen de hiç bi şeyin arasını bulamıyosun!"
Ben şaşırdım şaşırmasına ama hazırlıklıydım da. "Yaa sorma, ben hiçbir şeyin arasını bulamam. Sen buluyorsun ama. Nasıl buluyorsun anlatsana?"
O böyle bir cevabı beklemiyordu herhalde, şaşırarak; "ayyy çok komiksin kızzz! Ama biraz kilo ver bak, Ben senin iyiliğin için söylüyom. Senin aklın fikrin, yemek olmuş. Dikkat ettim de eve gelir gelmez “yemek” istedin."
Artık cevap vermedim. Versem ne olacaktı ki? Denize taş atıldığında halkalar nasıl genişlerse, benim sinirlerim de öyle büyüyecekti. İyisi mi konuşma bu noktada kalsın da, rahat edeyim. Bir süre sustuktan sonra yine başladı;
"Ayyy, üstündeki şu kıyafetleri değiştirsene! Geçen gün Selda’nın butiğine gittim, çokk güzelll kıyafetleerr gelmiş. Bir pantolon aldım, gerçi Mürsel kıskanır giydirmez; ama ben üstüne uzun bi şey giyip gene giycem. Sen de al! Geçenlerde televizyonda ne göreyim; aynısını şarkıcı Ebru’da giymemiş mi? Çok moda, senin haberin yok mu?"
Benim o sıralarda, sadece modayı düşünecek halim olduğu için.
"Evet, evet, haberim yok modalardan. Anlat bakalım daha başka ne modalar var?" dedim. O bir süre modaları anlattı. Bana ninni gibi geldi.
"Sen hala o teybi değiştirmedin mi? Değiştir artık! Sesi hiç güzel çıkmıyor," dedi.
"Olur, olur Seher’cim, değiştiririm. Sen söyle bana hangi marka iyi, onu alayım!"
Artık bu konuşmalara dayanamayacağımı düşünüp, kendimi bahçeye attım. Arkamdan çocukları da geldi. Güzel havayı ciğerlerimin en ücra köşesine ulaştırmak için, bol bol nefes aldıktan sonra, yürümeye karar verdim. Çocuklardan, o günün pazarının kurulduğunu öğrendim. Hem biraz dolaşıp evden uzaklaşayım, biraz da sebze meyve alayım diye pazara gittim. Pazar her zaman olduğu gibi çok hoşuma gitti. Renk renk sebzeler, meyveler, perdelik döşemelik kumaşlar, zücaciyeler… Doğrusu gittiğim de çok iyi oldu. Biraz meyve sebze ve yeşillik aldım.
Eve gelince kısır yapmak için, mutfağa girdim. Bu durum arkadaşımın hoşuna gitse de memnun değilmiş gibi bir tavır takınmayı ihmal etmedi. Mutfakta yeşillikleri yıkamaya başlamıştım ki; milattan önce herhangi bir yılda doğmuş, maki kurusu ninenin, her zaman oturduğu koltuğun haricinde; mutfak kapısının tam karşısına düşen kanepeye oturmuş, beni izlediğini fark ettim. Nedense o an aklıma –fesübhanallah- şarkısı geldi. Ya sabır çekerek, işimi bir an evvel bitirip mutfaktan çıktım. Ve bir daha da girmemeye tövbe ettim.
Bu şartlar altında gece saat 21.00 zor ettik. Artık köy iyice sessizleşmişti ki, kendimi dünyanın dışında bir yere aitmişim gibi hissettim. Uzay boşluğundaki bir toz zerresinden daha da küçük olduğumu düşündüm. Koskoca evrende ben ve üzerimde yarı tahta, yarı beton yorgan gibi hissettiğim çatı. Aslında doğruyu hissettiğime emindim. Zira kentin, hiçbir saatinde –neredeyse gece yarısından sonra bile- bir ambulans sireni, korna sesi, araba alarmı sesi yüzünden, hiçbir zaman böyle uçmamıştım. Bu duyguyu kendime saklamayı düşündüm. Arkadaşım, bu duyguyu paylaşacak bir arkadaş değildi ne yazık ki! Arkadaşcağızım; benim üzüntülü olduğumu biliyor, anlıyor ve inadına inadına, hayatı çok mutluymuş gibi davranıyordu. Kısacası benim üzüntüm, onun mutluluk kaynağı oluyordu.
Burada daha fazla kalamazdım. Bana niye bu kadar düşman olmuştu, neden? Bu soruları burada değil, şehirde kendime sormam gerekiyordu.
"Yarın gitmem gerekiyor,"
"Aaa neden kız! Annemler gelsin, öyle gidersin!"
"Yarın hastanede randevum varmış, hay huydan unutmuşum," dedim.
O da beni, evlerinde misafir olarak kalmam için fazla ısrar etmedi. Yalnız kalma korkusu ya geçmişti ya da benim ona tahammül edemediğim gibi, o da bana tahammül edemiyordu.
Ertesi sabah, kahvaltı yaptıktan beş dakika sonra, yola çıkmak üzere hazırlanmıştım bile. Bana yolda, Karadağ köyünden İzmir’e, zengin bir eve gelin olarak giden arkadaşı Semra’yı anlatmaya başladı. Daha önce, Semra’nın evindeki deri koltukları, spot ışıklarını, Paris’e gitmesini uzun uzadıya dinlemiştim. Şimdi ise;
"Ayy bizim Semra var ya, piyano çalıyoo!"
"Yaa sizin Semra çok aristokratmış!"deyince, ellerini göbeğinde kavuşturup, omuzlarını geriye atıp, gözlerini patlatıp, kafasını iki yana sallayarak,
"İçinde varmış," dedi. Ben de ona;
"Yaa, evet evet öyleymiş," dedim. Benimle gelmesinin sebebi, beni geçirmek değil, yol üzerindeki evi olan arkadaşına uğramaktı.
"Hayriye Aba, maydanoz ekmiş," ya da "Saime Aba’nın keçileri büyümüş" dediğimde gözlerinde şimşekler çakıyordu. Çünkü o şehirli olmak istiyor, bense ona aslını hatırlatıp sinirlenmesine yol açıyordum. Ona göre köylü olmak kötüydü. Arkadaşının evinin önünde;
"Hadi hoşça kal," dedim.
"Hadi güle güle."
Ayrıldık. Otobüse bindim. Ohhh iyi ki hastanede randevum varmış!

2001 Kış


Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...