1 Ağustos 2014 Cuma

Soğuk bi Hıdrellez gecesi


Hıdrellezdi. Baharın gelmesi coşkuyla kutlanırken, hava soğuk mu soğuk, ayaz mı ayazdı. Bu kutlamalara canım katılmak hiç istemedi. Oysa her sene hıdrellez deyince; baharın yumuşak insana huzur veren, kış günlerinin artık bittiğini bir daha sanki hiç gelmeyeceği duygusunu uyandırdığından mutlu olurdum. Yirmi metrede bir yakılan ateşler gül ağaçlarının altına adanan dilekler… Bir pantolon bir gömlekle bu kutlamalara katılmak…
Oysa bu sene bırak dışarı çıkmayı, evde battaniye ile oturup bütün kış yaptığım gibi geceyi televizyon izleyerek geçirmekti tek düşüncem. Hava üşütüyor, ürpertiyordu. Canım sıkkındı… Tek teselli kaynağım o gece sevdiğim bütün programların üst üste gelmesiydi. Dolayısıyla, boş gözlerle televizyona bakıp, uykum gelene kadar elimde kumanda zaplaya zuplaya, oflaya puflaya vakit geçirmeyecektim.
Televizyon izlerken, ambulans sesleri gecenin sessizliğini acı acı yırtmayı başardı. İlk anda ambulans sesi hafızamda; yakılan hıdrellez ateşine birinin düştüğü ağır yanıklar aldığı ve bunun sonucunda da ambulansın geldiğini düşündüm. Bu düşüncemin nedeni ise; aynı gün evdeki kütüphanede bulduğum 1968 yılı basım tarihli, Mustafa Niyazi’nin yazdığı “Mavi Bluzlu Kadın” isimli cep kitabındaki “Aynalı Meyhane” hikâyesindeki besleme kızın başında yoğun bitlerin olması, bunun önünü alabilmek için devamlı hakaret ve eziyet gördüğü hanımının her gün başını gazla taraması, devamındaki gün komşu kadınların kendi aralarında “Gâvur Küfürü” denilen eğlentinin yapıldığında, komşular tarafından zorla eğlentiye besleme Esma’da dâhil edilir. Esma’nın en mutlu olduğu andır. Ateşten atlayacağı için hemen o dakikada tekerleme bile ezberler yalan yanlış, komşu kadınları kendisine güldürür. Tam ateşten atlayacağı sırada ayağı takılır ve ateşe düşer. Başındaki gazlarda dolayı bütün vücudu alev alır ve ağır yanıklardan ötürü, o zamanlar ismi cankurtaran olan araç ancak onun ölüsünü götürür hastaneye…

Şimdi ise cankurtaran yerine “ambulans” geldi mahalleye. Aklıma hemen hikâyedeki kız geldiğinden bahsetmiştim. Hemen terasa çıktım. Ortada ateş olmamasına rağmen, mahallede neredeyse bütün evlerden insanlar çıkmış sokağı doldurmuşlardı. Sokakta bir apartmanın önünde merak ve suskunlukla bekleşiyor, kimi ise balkonlardan sarkmış aynı apartmana bakıp duruyordu. Balkondan bakanlara ben de katıldım merakla. “Ambulansın” kapısını açtılar. Apartmanın kapısından sedye ile bir kadın çıkardılar. Yaşı otuz beş, kırk olmalıydı. Elektrik direğindeki florasanın çılgınca aydınlattığı sedyede, kadına ne olduğu apaçık belliydi. Kalbine denk gelen yerde yoğun bir kan ve ağzından ince ipince bir kan akıyor; kadın kıpırdamadan sedyede yatıyordu. Ağzından incecik bir yol gibi süzülen kan, ölümle hayat arasında incecik bir çizgi olduğunun altını çiziyordu sanki. Kadını yavaşça “ambulansa” yerleştirdiler, kapılar kapandı. Araç önce yavaş, ardından hızlanmasıyla birlikte siren seslerini de arttırarak gitti, gözden kayboldu. Canın kurtarılsın inşallah, dedim içimden.
Sokaktaki insanlar, polisler, ölümün ılık nefesini değil sıcak nefesini sıcak saatlerde hissettiler, Bu o kadar anlaşılıyordu ki; kimse konuşmuyordu. Ortalık buz kesmişti adeta.
Benimse kanım dondu. İnsanın iyi olduğu organlarını hissetmezse anlaşılırmış ya! Bense vücudumdaki bütün damarları o andan itibaren buz olmuş bir halde hissettim. Damarlarımın nerede olduğu o kadar belliydi ki! Sustum kaldım. Konuşacak takatim kalmamıştı…
Bu yaralanmanın ya da ölümün; bembeyaz gelinlikleri giyip, hayatı iyi ya da kötü paylaştığı, aynı yatakta uyuyup, aynı sofrada yemek yediği adam tarafından yapılması… Belki de kına gecesinde kıpkırmızı kıyafetlerini giymişti; beni ak günler kadar kanlı günler de bekliyor dercesine…
Kadın o gün bilir miydi? Giydiği kıyafetin kana bulanacağı, yediği son yemeği olacağını çocuklarına son kez sevgi sözcükleri söyleyip, son kez yaramazlığından dolayı azarlayacağını…
Ya adam; karısını bu şekilde öldürmeyi kim ister. Onunla bu günleri yaşamak için evlenmemişti herhalde! Hapislere düşmeyi, çocuklarından, yaşamdan kopup hücrelerde gün saymayı… O güne lanetler yağdırmayı… Zamanı geri alabilmeyi, hapisten çıktıktan sonraki yaşantısı…
Ya çocuklar; büyüdüklerinde o geceden muhtelemen şöyle bahsedecekler: -“ O gün hıdrellezdi, herkes eğleniyor ateşlerden atlıyordu. Ama bizim evde kavga vardı. Her zaman ederlerdi ama bu öylesi değildi! Babam cinnet geçiriyordu, mutfaktan bıçağı aldığı gibi annemin kalbine sapladı… O olaydan sonra biz ne mi olduk? Sorma yaaa! Olduk olacağımız gibi!...
Ertesi gün birikmiş gazeteleri toplayıp, her zaman yaptığım gibi bakkala götürdüm. Bedava gelen gazete eskilerini görünce bakkalın gözleri parladı.
— Serdar dün akşam cinayet mi işlendi?
O kayıtsız,
— Hee kocasını mı ne aldatıyormuş, yirmi gün önce taşındılar zaten…
— Yaşıyor muymuş?
- Yaşıyomuş yaşıyomuş…
Olay gazetenin üçüncü sayfasının en dibine iki satır olarak düştü: …….. semtinde cinnet geçiren koca, karısını rehin aldı. Polisler tarafından ikna edilerek kurtarılan kadın hastaneye kaldırıldı. Durumunun ağır olduğu belirtildi.

2007 Bahar



Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...