Hıdrellezdi. Baharın gelmesi coşkuyla
kutlanırken, hava soğuk mu soğuk, ayaz mı ayazdı. Bu kutlamalara
canım katılmak hiç istemedi. Oysa her sene hıdrellez deyince;
baharın yumuşak insana huzur veren, kış günlerinin artık
bittiğini bir daha sanki hiç gelmeyeceği duygusunu uyandırdığından mutlu olurdum. Yirmi metrede bir yakılan ateşler gül ağaçlarının
altına adanan dilekler… Bir pantolon bir gömlekle bu kutlamalara
katılmak…
Oysa bu sene bırak
dışarı çıkmayı, evde battaniye ile oturup bütün kış
yaptığım gibi geceyi televizyon izleyerek geçirmekti tek
düşüncem. Hava üşütüyor, ürpertiyordu. Canım sıkkındı…
Tek teselli kaynağım o gece sevdiğim bütün programların üst
üste gelmesiydi. Dolayısıyla, boş gözlerle televizyona bakıp,
uykum gelene kadar elimde kumanda zaplaya zuplaya, oflaya puflaya
vakit geçirmeyecektim.
Televizyon izlerken,
ambulans sesleri gecenin sessizliğini acı acı yırtmayı başardı.
İlk anda ambulans sesi hafızamda; yakılan hıdrellez ateşine
birinin düştüğü ağır yanıklar aldığı ve bunun sonucunda da
ambulansın geldiğini düşündüm. Bu düşüncemin nedeni ise;
aynı gün evdeki kütüphanede bulduğum 1968 yılı basım tarihli,
Mustafa Niyazi’nin yazdığı “Mavi Bluzlu Kadın” isimli cep
kitabındaki “Aynalı Meyhane” hikâyesindeki besleme kızın
başında yoğun bitlerin olması, bunun önünü alabilmek için
devamlı hakaret ve eziyet gördüğü hanımının her gün başını
gazla taraması, devamındaki gün komşu kadınların kendi
aralarında “Gâvur Küfürü” denilen eğlentinin yapıldığında,
komşular tarafından zorla eğlentiye besleme Esma’da dâhil
edilir. Esma’nın en mutlu olduğu andır. Ateşten atlayacağı
için hemen o dakikada tekerleme bile ezberler yalan yanlış, komşu
kadınları kendisine güldürür. Tam ateşten atlayacağı sırada
ayağı takılır ve ateşe düşer. Başındaki gazlarda dolayı
bütün vücudu alev alır ve ağır yanıklardan ötürü, o
zamanlar ismi cankurtaran olan araç ancak onun ölüsünü götürür
hastaneye…
Şimdi ise cankurtaran
yerine “ambulans” geldi mahalleye. Aklıma hemen hikâyedeki kız
geldiğinden bahsetmiştim. Hemen terasa çıktım. Ortada ateş
olmamasına rağmen, mahallede neredeyse bütün evlerden insanlar
çıkmış sokağı doldurmuşlardı. Sokakta bir apartmanın önünde
merak ve suskunlukla bekleşiyor, kimi ise balkonlardan sarkmış
aynı apartmana bakıp duruyordu. Balkondan bakanlara ben de katıldım
merakla. “Ambulansın” kapısını açtılar. Apartmanın
kapısından sedye ile bir kadın çıkardılar. Yaşı otuz beş,
kırk olmalıydı. Elektrik direğindeki florasanın çılgınca
aydınlattığı sedyede, kadına ne olduğu apaçık belliydi.
Kalbine denk gelen yerde yoğun bir kan ve ağzından ince ipince bir
kan akıyor; kadın kıpırdamadan sedyede yatıyordu. Ağzından
incecik bir yol gibi süzülen kan, ölümle hayat arasında incecik
bir çizgi olduğunun altını çiziyordu sanki. Kadını yavaşça
“ambulansa” yerleştirdiler, kapılar kapandı. Araç önce
yavaş, ardından hızlanmasıyla birlikte siren seslerini de
arttırarak gitti, gözden kayboldu. Canın kurtarılsın inşallah,
dedim içimden.
Sokaktaki insanlar,
polisler, ölümün ılık nefesini değil sıcak nefesini sıcak
saatlerde hissettiler, Bu o kadar anlaşılıyordu ki; kimse
konuşmuyordu. Ortalık buz kesmişti adeta.
Benimse kanım dondu.
İnsanın iyi olduğu organlarını hissetmezse anlaşılırmış ya!
Bense vücudumdaki bütün damarları o andan itibaren buz olmuş bir
halde hissettim. Damarlarımın nerede olduğu o kadar belliydi ki!
Sustum kaldım. Konuşacak takatim kalmamıştı…
Bu yaralanmanın ya da
ölümün; bembeyaz gelinlikleri giyip, hayatı iyi ya da kötü
paylaştığı, aynı yatakta uyuyup, aynı sofrada yemek yediği
adam tarafından yapılması… Belki de kına gecesinde kıpkırmızı
kıyafetlerini giymişti; beni ak günler kadar kanlı günler de
bekliyor dercesine…
Kadın o gün bilir
miydi? Giydiği kıyafetin kana bulanacağı, yediği son yemeği
olacağını çocuklarına son kez sevgi sözcükleri söyleyip, son
kez yaramazlığından dolayı azarlayacağını…
Ya adam; karısını bu
şekilde öldürmeyi kim ister. Onunla bu günleri yaşamak için
evlenmemişti herhalde! Hapislere düşmeyi, çocuklarından,
yaşamdan kopup hücrelerde gün saymayı… O güne lanetler
yağdırmayı… Zamanı geri alabilmeyi, hapisten çıktıktan
sonraki yaşantısı…
Ya çocuklar;
büyüdüklerinde o geceden muhtelemen şöyle bahsedecekler: -“ O
gün hıdrellezdi, herkes eğleniyor ateşlerden atlıyordu. Ama
bizim evde kavga vardı. Her zaman ederlerdi ama bu öylesi değildi!
Babam cinnet geçiriyordu, mutfaktan bıçağı aldığı gibi
annemin kalbine sapladı… O olaydan sonra biz ne mi olduk? Sorma
yaaa! Olduk olacağımız gibi!...
Ertesi gün birikmiş
gazeteleri toplayıp, her zaman yaptığım gibi bakkala götürdüm.
Bedava gelen gazete eskilerini görünce bakkalın gözleri parladı.
— Serdar dün akşam
cinayet mi işlendi?
O kayıtsız,
— Hee kocasını mı ne
aldatıyormuş, yirmi gün önce taşındılar zaten…
— Yaşıyor muymuş?
- Yaşıyomuş yaşıyomuş…
Olay gazetenin üçüncü
sayfasının en dibine iki satır olarak düştü: …….. semtinde
cinnet geçiren koca, karısını rehin aldı. Polisler tarafından
ikna edilerek kurtarılan kadın hastaneye kaldırıldı. Durumunun
ağır olduğu belirtildi.
2007 Bahar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder