28 Ağustos 2014 Perşembe

Faytona binme, Atlar ölüyor


Prens adaları demişler ama bakmayın siz prens mrens adaları dendiğine. Her şey zıttıyla var olduğunu kanıtlamak istercesine bu isim verilmiş sanki.
Prens adaları Bizans zamanında devlet adamlarının sürgün yeriymiş. 1800 lerden itibaren yerleşim yeri ve sayfiye olarak kullanılmaya başlanmış.
Eeee zaman 1800 ler, at arabası yani faytonla taşıt aracı olmuş. Günümüze kadar.
Başlangıçta bugünkü kadar zulmeden faytoncu var mıydı bilemem ama son yıllarda fayton, atlara işkence aracı adeta. Adalar artık devlet adamlarının değil, atların sürgün yeri oldu. Nerdeyse “atların da gözüne mil çekin çok para vereceğiz” dense bunu bile yapacak hale gelmişler.
Açlıktan kaburgaları sayılan biçare atların çektiği faytona binebilmek için insanlar da sıraya giriyorlar. İnsanlar ne zaman bu kadar bakar kör ya da vicdansız oldu bilmiyorum.
İnsanı hayvandan ayıran özellik nedir? Konuşabilmesi mi? Yapmayın, hayvanlar da kendi aralarında konuşuyorlar. İnsanın düşünüp, hayvanın düşünememesi mi? Hadi gidin işinize. Nasıl da düşünmez insanlar olduk çıktık. Her gün sabah 8 akşam 6 sonrası tv karşısında geçirilen zamanla mı düşünür olduk. Ne düşünür, ne düşünür? Hepimiz birer filozofuz mübarek. Filozofluğu bırakın, şu hayvanlara yaptığımız işkenceyi bile düşünemez, göremez olduk.
İnsanı hayvandan ayıran özellik araç gereç yapabilmesidir bence. İnsana en yakın hayvan olan maymun dahil araç gereç yapamaz.
İnsan araç gereç  yapar da sonuçta ne olur? Her ürün mal ve hizmet haline gelerek pazara açılır. Sonra para kazanır. Pardon istifler mi demeliydim yoksa çok para ya da çok az para  vicdanını mı kurutur ya da para kazanamadığı için ömrünü ah vah ederek mi geçirir.
Para kazanmak ve hayatını devam ettirebilmek için çeşitli mal ve hizmetler piyasaya sürer. Bu araçlar işkence eder etmez hiç umrunda bile olmaz. Hatta belki de diğer canlılara ve kendi türüne işkence ettikçe kendi gücünün çok olduğuna kanaat getirip kendisine tapar duruma gelip, kompleksli ve zavallı durumunu aşmaya çalışır.
Her gün Adalar’daki atların dayanılmaz fotoğrafları geliyor faceye. Artık insana dair hiç bir şeye şaşırmıyorum. İnsandır yapar.
Atları aç bırakıp sıcağın altında yokuş yukarı haddinden fazla yük yükleyerek yokuş yukarı kamçılaya kamçılaya ölmesine göz yumuyorlar. Dediklerine göre bu Adalar denizlerinin altında yüzlerce at ölüsü balıklara yem olmuş, siz sıcak kumlardan serin sulara atlayıp kulaç atarken. Bilseydiniz bir kaç metre aşağıda atların kemikleri,  girer miydiniz o denize? Hijyene önem verenler bir adım geri atarlar, amann sencediler, "offf bugün hava çok sıcakkk yaaaa, nappimmm kardeş, yüzcem tabii" derdi bir çokları.
Faytoncular diyelim insanı hayvandan ayrıan özellik olan para kazanmaya, ev araba v.s şeyler almaya bankaya çalışmak için vicdanlarını körleştirmiş ama ya belediyeler.
Denetimsiliğin ve kuralsızlığın ahtopat gibi her yeri sardığı memlekette hayvanlar nasibini fazlasıyla alıyor.  Son üç ayda bakımsızlıktan, açlıktan, hastalıktan 100 at ölmüş.
Teknoloji gelişmiş. Ama bi nostaljimiz var canım, atları öldüre öldüre faytonlardan para kazanalım ve biz de binelim ve mal haline gelmiş bu kara parçasında buzul buzul olmuş hislerimizle insan özelliğimizi kaybederek, mal haline gelip, piyasaya ayak uyduralım.

Adalar’da yapılan fayton işkencesine son demek için 30 Ağustos 2014  
Buluşma 15.30 Bostancı Adalar İskelesi
Eylem 17.00 Büyükada iskelesi önü

5 Ağustos 2014 Salı

*Dünlük* Uyku tutmayınca


Tv açıktı zaten. e2 de film aradım ama yoktu. Madman iki bölüm ard arda bulduğumda güzel bi film bulmuş gibi sevindim. Hem de aynı bölümleri izlediğim halde.
O da bitti. Arada uyuklar gibi olsam da uyumadım. Ama “uyuklar gibi olsam da” anında üst üste saçma sapan görüntüler, düşünceler oluşuyor. Bilincin rüya eşiği midir nedir?
İyice sesler kesildi. Balkonlardaki insanlar içeri çekildi.Bazı evlerden tvlerin loş mavimsi ışığı pencerelerden sızıyordu sadece.
Dışarı çıktım. Oturdum. Gökyüzünde yıldızlar vardı. Kırsalda bulunan insanlar, karanlıkta yıldızların yeryüzüne çok yakın olduğunu, nerdeyse tutacak hale geldiğini söylerler. Ne yazık ki böyle bi deneyim yaşamadım. Ama dışarı çıkmadan once şöyle bi şey oldu. Gözlerimi yummuştum, hiç de düşünmediğim halde gözlerimi açtığımda küme şeklinde çok yakın yıldızlar gördüm. Bunu çok istediğin bi şeyin gücü diye yordum.
Tekrar dışarıya dönelim. Karanlıkta ve sessizlikte insanın zihni daha da aydınlanıyor bunun farkına vardım. Neler yazdım yoksa düşündüm mü demeli gecenin  karanlığında.
Gemilerin ışıklarına baktım. Orhan Pamuk bi ara Boğaz’a giren gemileri saymaya başlamış. Dikkat ve gözlem sınavı mı yoksa kafa sıyırmaca mı, bilmiyorum.
Evlerin ışıklarına, sokak, cadde ışıklarına baktım. Şu anda evlerin yüzde ellisi tedirgin, karamsar, umutsuz, bazıları boşveeerrrr gamsızlığında, bazıları ise ellerini ovuşturuyor olmalı diye düşündüm.
Geleceğe dair bilinmezlik mi tam tersine bilinirlilik mi tedirginlik yaratıyor?
Gecenin tam içinde oturdum.  Meğer ne güzelmiş. İçerde odada olunca gecenin dışında olduğumu anladım.
Çay koydum şimdi. İyi ki var. Çay olmasa ne yapardık? Neye tutunurduk? Maddeci insanlar gibi lükse mi, paraya mı yoksa ailesel nüfusumuzla mı şişinirdik? Aslında herhangi bi şey ne kadar çoksa, o kadar da az. O şey her ne ise yok olsa da, olmasa da azdırır üstelik.
Bugünlerde okuyup yazmaya başladım. Gördüklerim duyduklarım falan filan gibi şeyler. Ama fazla acılı arabesk yazmayı sevmiyorum. Acı bi hayat anlatsam da içinde yine de mizah olsun istiyorum. Biraz önce blogu açtığımda Begonvilli Ev den çok güzel bi yorum aldım. Gerçekten benim için daha da itici güç oldu. Yazdıklarını beğenerek okuyan bir kişi olduğunu bilmek insana iyi geliyor.  Tam ben de diyordum içimden acaba tarzımı oturtabildim mi, acaba blogun ismi farklı da olsa benim yazdığım belli mi olur diye.
Dünlükçüğüm bugünlerde bi okuma ki süper geçiyor. Bi de Marmara’dan ithal rüzgar var değmeyin keyfime.
Bugün yine kütüphaneden kitap aldım.  Memure hanıma dördüncü kitabı alıp almayacağımı sorduğumda sapık bi hazla verilmeyeceğini söyledi. Devlet memurunun bu kafası ne anlamıyorum? Yan masadaki arkadaşı dışarı çıkıyordu ve elektrik faturasını üstüne yüklemeye çalıştı, o da kuyruk falan çekemem dedi. Devmemure birden boş olan ödeme yerlerini söylerken kekeme pepeme oldu. Birden ne yapacağını şaşırmış sıradan vatandaş konumuna geçiş yaptı. E valla hoşuma gitmedi mi, çok hoşuma gitti hem de. O kapıdan dışarı çıktığında sanki kendisi vatandaş değil. Masaya oturan karşısındakine sadist ve sapıkça eziyet etmekten haz duyuyor resmen. Neyse ki en sevdiğim devlet dairesi burası. Keşke daha fazla kitap gelse.   
Çay demlendi çoktan. Uyku kaçıran gecenin içinde oturtan içkiye merhaba çakalım.


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Çok ilgileniyo benle


Çocukken babamın bana aldığı sadece bir çift kırmızı terlikti. Bütün çocukluğum bu kırmızı terliklerle geçti. Annem ne mi yaptı? Hiç. Koskoca bir hiç hem de. Bizimkiler fakirdi ve tutunmak zorundaydık. Annemin çalışmaktan çocuk görecek hali yoktu. Doğrusu da hoyrat bir kadındı. Annem de babam da II. Dünya savaşı sonrası gençliklerini geçirmiş travmalı çocuklar olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kafadan çatlaklardı yani. Aşırı derecede paracı ve pinti.
Belki de onların beni sevmeme nedenlerinden biri de kız çocuk olmam olabilir mi? Evet. İlk iki kızdan sonra bekledikleri oğlan çocuğu yani abim dünyaya gelmiş. Peki ben neciyim bu ailede. Beklenmeyen istenmeyen bebek. Allah bilir annem beni düşürmeye de yeltenmiştir. Aldırmak için para verecek hali de yok ya.
Biliyor musunuz beni çocuğu olmayan bi akraba istemiş. İstenmeyen bebeğim ya. Kızım ya. Çirkinim ya. Evet açık açık çirkin ve sevimsizim. Tatlı dilim de yok. İtile kakıla iyice arsız oldum çıktım. Babam tamam demiş gelin vereyim. Onlar da karı koca hazırlanmışlar. Uzun yıllardır kendilerinden beklenen çocuk böyle gelecek, olsun gelsin de, nasıl olursa olsun gelsin. Gelmişler bize. Annem hoyrat kadın almış beni kucağına, tam kadın uzatmış kollarını “hadi ver” diye bizim hoyrata bi şefkat inmiş nerden indiyse? Vermem demiş, veremem. Çocukluğum da dahil beni sevmediği ayları yılları düşününce annemin blöf attığını düşünüyorum. Akraba deseydi ki al size on papel. Bizimkiler kan kusar kızılcık şerbeti içip ağlaya sızlaya verirlerdi. Yemezdi kimse bu ayakları ya, olsun ele güne karşı. Onlara vermemişler. O eve gitseydim nasıl bir hayatım olurdu ve onların hayatını etkileyebilir miydim? Onlar sonrasında ayrıldılar. Belki ben arsız çocuk o evde kişiliğim farklı olurdu ve ayrılmak zorunda kalmazlardı. Dram üstüne dram mı? Evet canım, sanki senin değil de. Sanki senin yaşamın komedi. Offf böyle olsa daha da dram ya canım.
Diyorum ya çocukluğum babamın bana getirdiği bir çift kırmızı terlikle geçti. Üstüme başıma alınan mı? Offf saf olmayın. İki ablam var demiştim ya. Onların üst başları ne güne duruyor?
Kırmızı terlikler neymiş biliyor musunuz? Meğer babamın memleketten gelen hemşehrisine yardım etmiş de, o da terlik satıyormuş, sırf o yüzden ona hediye etmiş. Babam o yardımı da hediye alsın diye değil, üç beş sakal atsın diye yapmış. Babamın arkadaşı ne olacak? Hepsi ayrı bir pinti, çıkarcı. Annem ve iki ablam da dahil kimsenin ayağına olmayan terlik benim ayağıma oldu bakar mısın sen? Nerdeyse Sındırella gibi oldu yaşamım. Beyaz atlı prens falan. Nerdeyse dur...  oldu gibi sanki, anlatacam.
Gençlik ateşimin başıma vurduğu yıllarda okumak gibi derdim olmadı. Tahmin edeceğiniz gibi ailemin de benim okutmak gibi bir derdi olmadı. Bi an önce bi kısmet çıksa da gitse... kısmet de ha deyince çıkmıyor ki. Çıkıyorsa da babamın sonradan yaptığı üç beş kuruşun hesabını yapan mesleği olmayan it kopuklar kısmet diye çıktı, annem desturla, babam küfürle kovaladı.
Sonra bi adam çıktı, genç yakışıklı. Yeminle. Benim gibi çirkini genç yakışıklı ister miymiş, vallahi istermiş. İsteme söz derken nişan yapıldı. Hayatımda alınmadık hediyeler bu dönemimde alındı. Babamın bi de muhafazakarlığı tutmasın mı? Tuttu. Her hafta sonu geliyordu. Evde ayrı bi odada oturuyorduk. Gelir gelmez üzerime abanıyordu. Kız kapat kapıyı diyordu. Eh helalim olmayacak mı, evlenmeyecek miyim? Annemler de güya oturup konuştuğumuzu varsayıyordu. Anlamıyor muydu. Peh peh pehhhh. Kaçın kurası O.
Arada sırada dışarı çıktığımızda nişanlım beni nereye götürüyordu biliyor musunuz? İzbe birahanelere. Olur mu, diyecek olsam “yürü lan” diyordu.
Olmadı, olmadı işte. Adamda ters giden şeyler vardı. Hiç konuşmuyordu, asabiydi, bizimkilere eyvallahı yoktu. Bi keresinde babama "lan" dedi. Bence çok bi söz değildi ama babama çok geldi. Ayrılmak zorunda kaldım. Kenar bi semtte bi genç kızın ayrılmasının ne olduğunu bile bile hem de. Benim gibi çirkinin hem de. Biliyordum başka kısmet çıkmayacağını ama. Aradan iki uzun sene geçti. Sen de dört sene gibi mi, ben diyeyim kırk sene gibi. Evde kaldın lafları, itip kakmalar, ehhh ben de gencim tabii gücüme gidiyordu. O odaya her girdiğimde nefesi içki ve sigara kokan abanmalarını da özlemeye başladım.
Her günkü gibi Sibel'e gittim yine. En yakın arkadaşım, teyzemin kızı. Güya gizli sigara içip kahve falı bakıyorduk hep. O gün bana demesin mi fal da E harfi var seni çok özlemiş. Seni bi masada görüyorum imza atıyorsun bak kızım çok mutlu olacaksın diye. Gelmişim 27 yaşına. Sen buralarda 27 yaşın ne olduğunu biliyor musun? Okumamışım, çalışmamışım. Ehhh ben de de hata yok mu? İşçi semti olmasına rağmen bi işe girmedim. Belki evine bağlı bi işçi bulurdum ya, neyse bütün bunların hepsi geldi geçti.
Sibel'in falı aklımda kaldı. Bütün cesaretimi topladım ve açtım telefon. Dedim gel beni kaçır. Seni seviyorum. Durdu bu telefonda, kaldı. Sessizce “tamam” dedi. Sanki ben ondan acılı lahmacun istemişim de, o da tamam getiririm diyen kebapçı çırağı gibi. Nerden bileyim ben.
Buluştuk bununla, bi arkadaşının taka arabasını almış geldi. Araba toz içinde. Yok öyle böyle değil, katmanlaşmış tozlar. Eve gitmeden önce “ben yorgunum” deyip Topkapı'da bi otele götürdü beni. Sabah gittik Adapazarı'na. Annesinin elini öptüm, kadın sanki geldiğime hem seviniyor bi yandan da “ne bok yemeye gedin buna, aklın yok mu” diyor gibiydi.
İyi günler sadece bir ay sürdü. Adam ağır psikopatmış. Ağır roman gibi geçen hayatımın başlangıcı kimi sayfası tozu dumana katan hızda, kimisi de o gün kaçırmaya geldiği günün ağırlığında geçiyordu.
Bir ayın sonunda jübileyi yaptık. Dayak başladı. Evden komşulara, evde yoklarsa boş inşaatlara kaçıyordum.
Bu arada çoktan annemlerle barıştık. Duymuşlar ama dayak yediğimi. Kırmızı terlik getiren hemşehrisi vardı ya, o söylemiş olmalı. Zaten o buldu bana bu herifi. Herif diyorum ya, ya ne diyecektim? Kocasından dayak yiyen her kadın böyle seslenir kocasına.
Gelmeyeceğim dedim şefkatli annemle pinti babama. Birden ilgilenmeye başladılar. Sanki çok ilgilendiler de. Ama bak sorarsan kocan ilgileniyor mu diye. Evet, evet kızım. Valla ciddiyim. Beni sevmeseydi benimle bu kadar ilgilenir miydi? Hadisene yaa. Git, inan dalga geçmiyorum senle. Adam seviyor beni. Sevmese yapar mı? İlgisiz kalır. Bak Gülcan'ın kocasına sabah çıkıyor gecenin kaçı gelmiyor. Gülcan diyor bin kere dırdır yapıyorum adamın umru değil, vurup kafayı yatıyor. Boş gözlerle bakıyormuş ona. Benimki öyle mi ya, gözleri çakmak çakmak oluyor. O ela gözlerinin arasındaki yeşiller nasıl parlıyor biliyor musun? Nasıl yakışıklı oluyor, onu ateşleyen benim, benimle ilgileniyor işte. Ha sevmiş ha dövmüş. İlgisiz kalmasın da.
Geçen bana terlik fırlattı, kafama çarptı. Gözüm morardı Zaten ev terliklerimi hep kırmızı aldım. Anlıyorsunuz değil mi?

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Kurumsal sapıkları hizaya getirme hikâyesi


Kışın canım sıkıldığı günlerde herhangi bi kurumsal şirketten arayıp kredi vermek, çekap yaptırmam  için taciz ettiklerinde, önceleri canımın sıkıntısı ikiye katlanıyordu.
Daha telefonu açar açmaz sistemli ve kurslarda öğrenilmiş ezber konuşmaları ile beni esir alıyorlardı. Üstelik konuşmalarımızın kayıt altına alınacağını söyleyerek aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyorlardı.
Önceleri onların oyununa gelip normal cevap veriyordum. Yavaş yavaş kısa ve sert cevaplar vererek kapatmaya başladım. Fakat sonra onlar bu kadar kurumsal olunca ben de kendimi şirket yetkilisi gibi varsayıp ona göre tumturaklı cevaplar vermeye başladım.  Çocukluğumdaki gibi kendi kendime oyunlar oynuyordum bu kurumsal Çiğdemler, Selinler sayesinde. Kısa ve kasvetli kış günleri eğlenceli geçmeye başladı farkında olmadan. Çiğdemlerin şaşkınlıklarını telefonda hissedebiliyordum.  Fakat bir keresinde ocakta yemeğimi yaktım, çocuğun beslenme çantasını son anda hazırladığımdan, oğlum o gün derste öğretilenleri yeteri kadar anlamamış.
Derken sömestr tatilinde kız kardeşim Ankara’dan bize geldi. Evet, evde bayram havası oluştu. Fakat kardeşim oldukça yorgun ve yorucu yolculuktan dolayı biraz oturduktan sonra uykuya dalmıştı. İşte o zaman onun cep telefonu çaldı. Prensip olarak kimsenin cep telefonunu açmam. Ama o kadar ısrarlı çalıyordu ki, açmak zorunda kaldım. Telefonda yine Selinlerden biri telefon konuşmalarımızın kayıt altına alındığını söyledi. Bana kardeşimin ismiyle hitap etti. Daha doğrusu onun olup olmadığını teyit etmek istedi. Tam zamanıydı uğraşacak yani. Sömestr zamanı. Çocuklar evde, kardeşin de olsa misafir gelmiş ve akşam da kardeşimi seven kaynanam da yemeğe gelcek. İçimden off be off hastiri çeksem de, beynimde nasıl olduğunu anlamadığım hızda hücreler birbiriyle iletişime geçerek “şu Selin’i niye kafaya almıyorsun, zamanı geldi, hadi hadi” dediler. Ben de Selin’e “Ceyda  Hanım şu anda  meşgul lütfen daha sonra arayın” dedim. Aslında doğruydu fakat meseleye kurumsal bi hava katmıştım.  Selin tabii yılmadı daha sonra ne zaman müsait olacağını sordu. İşte o anda ben koptum ve “kendisi şu an çok önemli bir toplantıda tam olarak bilemiyorum ama iki saat sonra ararsanız belki müsait olabilir” dedim. Selin şaşırsa da, daha sonra arayacağını söyleyip teşekkür etti.
Yemekti, sofraydı, çocuklardı, kardeşimle konuşmayı darken ben Selin’i hakikaten unutmuştum ama Selin unutmamış. Tekrar Ceyda’nın telefonu çaldı. Hemen aklıma geldi. Ceyda’ya acele “tanımadığın numaraysa sakın açma” dedim. “Bana ver.” Ceyda şaşırdı. Onun şaşkınlığını bekleyecek halim yoktu. Oyun bi kere başlamıştı ve artık kurallarına göre oynamanın zamanı gelmişti. Selin tekrar Ceyda’yı sordu. Müsait olmadığını fakat aradıklarını kendisine ilettiğimi, bana notunun olup olmadığını sordum. Selin iki saniye kadar durdu. “Hayır kendisi ile görüşmem gerekiyor” dedi. Ben “üzgünüm çok meşgul, notunuzu iletirseniz konu hakkında toplantı ve sonucunda istatiski veriler eşliğinde size geri dönebilirdik” dedim. Selin bozuldu. Fakat aldığı kurum terbiyesi ve ezberlediği sözleri söyleyerek telefonu kapattı.
O güne kadar neden böyle kurumsal hava vermediğim için kendime kızdım. Kurumsal şirketler bi sapık gibi günün her saati aradıkları yetmiyormuş gibi bana ait gizli kalması gereken bilgileri pervasızca soruyorlardı. Önceleri dediğim gibi cevap versem de bu cevaplama zamanları kısa sürmüş, sonrasında “ilgilenmiyorum, istemiyorum” cevapları ile telefonu kapatıyordum. Ama artık zararın neresinden dönsen kâr deyip, bundan böyle kurumsal olarak davranmaya karar vermiştim daha önce bahsettiğim gibi. Ve onlarla kurumsal olarak “toplantı, istişare, teyit, istatistiklerimize dayanarak, biz size döneriz, pardon hangi şirket demiştiniz” lafları ile konuşmak müthiş intikam almamı sağlıyordu.
Kıştı, kısa günlerdi. Sürekli arıyorlardı. Derken 14 Şubat geldi çattı. Benim kibar ama kaba kocam 14 Şubat sevgililer gününde ne istediğimi sordu. Evet 14 Şubat ı hatırlaması kibarlık ama ne alacağını sorması kabalıktı. Tektaş, çifttaş, yeditaş pırlanta isteyip istemediğimi sordu. Kabaysa ben de kabalaştım. Saçmalama ne idüğü belirsiz iki kuruşluk swaraovski taşlara bin kuruş verip parayı sokağa atma dedim. “Eeee ne istersin” diye devam etti. Yine beyin hücrelerim etkileşime geçti ve daha önce hiç düşünmediğim halde bana telefon santrali al dedim. “Ne?” dedi.  Kocam şaşırdı “hayrola işyeri mi ofis mi açmaya karar verdin” dedi. “Hayır” dedim. Hediye istedin ve ben de telefon santrali istiyorum” dedim. “Lütfen bekleme müzikli olsun. Tek hatlı olsun ama yeter ki bekleme müzikli olsun” dedim. Ne kadardır ki, diye de ilave ettim. “Hayır hayatım parası önemli değil, amacını anlamak istiyorum” diye cevapladı.
Ben de kimseye söylemediğim oyunumu ona da anlatmak zorunda kaldım. Kahkahalarla gülmeye başladı. O öyle gülünce aklıma yine şahane bi fikir geldi.  Lütfen bekleme müziği Güzide Kasacı’dan “Benim Adım Çalıkuşu” şarkısı olsun.  Kocam daha da güldü. Ben de hahhahahahahahahaaaaaa diye Güzide Kasacı’nın sesini taklit edebildiğimce ettim. Sonra aniden “bak çok ciddiyim, eğer Çalıkuşu bekleme müziği yoksa sen yükle dedim. Söylemedim kocam iki üniversite bitirmişti. Bir üniversitesi elektronik bölümüydü  ama şu an yaptığı o meslek değil uluslararası bi  şirkette müdürlüktü.
“Madem sordun ve hediye almak istiyorsun dediklerimi yap ve o telefonu kur” dedim. Evet dokuz yıllık evliliğimizde gördüğünüz gibi romantizmin sınırlarını zorluyorduk.
Telefon geldi, kuruldu ve istediğim gibi bekleme müziği Güzide Kasacı’dan, Çalıkuşuydu. Selinler ve Çiğdemler aradıklarında bu kez beni soruyorlar ben de benim sekreterimmiş gibi davranıp, bi dakka bekler misiniz, kendisi müsait mi deyip beklemeye alıyordum. Hahahahahahahahahahhahahaaaa... O arada kahvemi yapıp ilk yudumumu içtikten sonra telefonu tekrar hatta açtığımda, telefonda bip bipp bipppp seslerini duyuyordum.
Niyeyse artık telefonlar kesilmeye başladı. En azından aynı kurumsal sapıklar aramıyor, farklıları arıyor. Onlara da aynı uygulamayı yapınca onlar da kesildi. Şimdi bekleme müzikli hatlı bi telefon santaralim var ve kahkaha atıyor.
Kurumsal sapıklara iyi geliyor, seslerini kesiyor. Tavsiye ederim. 

1 Ağustos 2014 Cuma

Soğuk bi Hıdrellez gecesi


Hıdrellezdi. Baharın gelmesi coşkuyla kutlanırken, hava soğuk mu soğuk, ayaz mı ayazdı. Bu kutlamalara canım katılmak hiç istemedi. Oysa her sene hıdrellez deyince; baharın yumuşak insana huzur veren, kış günlerinin artık bittiğini bir daha sanki hiç gelmeyeceği duygusunu uyandırdığından mutlu olurdum. Yirmi metrede bir yakılan ateşler gül ağaçlarının altına adanan dilekler… Bir pantolon bir gömlekle bu kutlamalara katılmak…
Oysa bu sene bırak dışarı çıkmayı, evde battaniye ile oturup bütün kış yaptığım gibi geceyi televizyon izleyerek geçirmekti tek düşüncem. Hava üşütüyor, ürpertiyordu. Canım sıkkındı… Tek teselli kaynağım o gece sevdiğim bütün programların üst üste gelmesiydi. Dolayısıyla, boş gözlerle televizyona bakıp, uykum gelene kadar elimde kumanda zaplaya zuplaya, oflaya puflaya vakit geçirmeyecektim.
Televizyon izlerken, ambulans sesleri gecenin sessizliğini acı acı yırtmayı başardı. İlk anda ambulans sesi hafızamda; yakılan hıdrellez ateşine birinin düştüğü ağır yanıklar aldığı ve bunun sonucunda da ambulansın geldiğini düşündüm. Bu düşüncemin nedeni ise; aynı gün evdeki kütüphanede bulduğum 1968 yılı basım tarihli, Mustafa Niyazi’nin yazdığı “Mavi Bluzlu Kadın” isimli cep kitabındaki “Aynalı Meyhane” hikâyesindeki besleme kızın başında yoğun bitlerin olması, bunun önünü alabilmek için devamlı hakaret ve eziyet gördüğü hanımının her gün başını gazla taraması, devamındaki gün komşu kadınların kendi aralarında “Gâvur Küfürü” denilen eğlentinin yapıldığında, komşular tarafından zorla eğlentiye besleme Esma’da dâhil edilir. Esma’nın en mutlu olduğu andır. Ateşten atlayacağı için hemen o dakikada tekerleme bile ezberler yalan yanlış, komşu kadınları kendisine güldürür. Tam ateşten atlayacağı sırada ayağı takılır ve ateşe düşer. Başındaki gazlarda dolayı bütün vücudu alev alır ve ağır yanıklardan ötürü, o zamanlar ismi cankurtaran olan araç ancak onun ölüsünü götürür hastaneye…

Şimdi ise cankurtaran yerine “ambulans” geldi mahalleye. Aklıma hemen hikâyedeki kız geldiğinden bahsetmiştim. Hemen terasa çıktım. Ortada ateş olmamasına rağmen, mahallede neredeyse bütün evlerden insanlar çıkmış sokağı doldurmuşlardı. Sokakta bir apartmanın önünde merak ve suskunlukla bekleşiyor, kimi ise balkonlardan sarkmış aynı apartmana bakıp duruyordu. Balkondan bakanlara ben de katıldım merakla. “Ambulansın” kapısını açtılar. Apartmanın kapısından sedye ile bir kadın çıkardılar. Yaşı otuz beş, kırk olmalıydı. Elektrik direğindeki florasanın çılgınca aydınlattığı sedyede, kadına ne olduğu apaçık belliydi. Kalbine denk gelen yerde yoğun bir kan ve ağzından ince ipince bir kan akıyor; kadın kıpırdamadan sedyede yatıyordu. Ağzından incecik bir yol gibi süzülen kan, ölümle hayat arasında incecik bir çizgi olduğunun altını çiziyordu sanki. Kadını yavaşça “ambulansa” yerleştirdiler, kapılar kapandı. Araç önce yavaş, ardından hızlanmasıyla birlikte siren seslerini de arttırarak gitti, gözden kayboldu. Canın kurtarılsın inşallah, dedim içimden.
Sokaktaki insanlar, polisler, ölümün ılık nefesini değil sıcak nefesini sıcak saatlerde hissettiler, Bu o kadar anlaşılıyordu ki; kimse konuşmuyordu. Ortalık buz kesmişti adeta.
Benimse kanım dondu. İnsanın iyi olduğu organlarını hissetmezse anlaşılırmış ya! Bense vücudumdaki bütün damarları o andan itibaren buz olmuş bir halde hissettim. Damarlarımın nerede olduğu o kadar belliydi ki! Sustum kaldım. Konuşacak takatim kalmamıştı…
Bu yaralanmanın ya da ölümün; bembeyaz gelinlikleri giyip, hayatı iyi ya da kötü paylaştığı, aynı yatakta uyuyup, aynı sofrada yemek yediği adam tarafından yapılması… Belki de kına gecesinde kıpkırmızı kıyafetlerini giymişti; beni ak günler kadar kanlı günler de bekliyor dercesine…
Kadın o gün bilir miydi? Giydiği kıyafetin kana bulanacağı, yediği son yemeği olacağını çocuklarına son kez sevgi sözcükleri söyleyip, son kez yaramazlığından dolayı azarlayacağını…
Ya adam; karısını bu şekilde öldürmeyi kim ister. Onunla bu günleri yaşamak için evlenmemişti herhalde! Hapislere düşmeyi, çocuklarından, yaşamdan kopup hücrelerde gün saymayı… O güne lanetler yağdırmayı… Zamanı geri alabilmeyi, hapisten çıktıktan sonraki yaşantısı…
Ya çocuklar; büyüdüklerinde o geceden muhtelemen şöyle bahsedecekler: -“ O gün hıdrellezdi, herkes eğleniyor ateşlerden atlıyordu. Ama bizim evde kavga vardı. Her zaman ederlerdi ama bu öylesi değildi! Babam cinnet geçiriyordu, mutfaktan bıçağı aldığı gibi annemin kalbine sapladı… O olaydan sonra biz ne mi olduk? Sorma yaaa! Olduk olacağımız gibi!...
Ertesi gün birikmiş gazeteleri toplayıp, her zaman yaptığım gibi bakkala götürdüm. Bedava gelen gazete eskilerini görünce bakkalın gözleri parladı.
— Serdar dün akşam cinayet mi işlendi?
O kayıtsız,
— Hee kocasını mı ne aldatıyormuş, yirmi gün önce taşındılar zaten…
— Yaşıyor muymuş?
- Yaşıyomuş yaşıyomuş…
Olay gazetenin üçüncü sayfasının en dibine iki satır olarak düştü: …….. semtinde cinnet geçiren koca, karısını rehin aldı. Polisler tarafından ikna edilerek kurtarılan kadın hastaneye kaldırıldı. Durumunun ağır olduğu belirtildi.

2007 Bahar



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...