27 Ocak 2014 Pazartesi

Barbar hayat


Fethiye'de berber çıraklığı yapan çocuğu iple boynundan bağlayarak, motorsikletin arkasından koşturan, berber denilen barbar "bu işi şaka amacıyla yaptığını" söylemiş gözaltındayken. Polis aracına binmeden önce büyütmeye gerek olmadığını söyledi.
Çocuğun babası da bu olanlardan şikayetçi olmamış. İskele.
Bu durumda şikayetçi olunmadığı için barbar suçsuz mu olacak?
Yoksa baba (iskele) de barbarla birlikte suçlu mu olacak?
Çocuk orada çalışmaya devam mı edecek?
Biz her haber izlemeye devam ettiğimizde, yurdumuzun psikopatlarını tek tek tanıyıp ve fakat onlar güzide esnaf olarak hayatlarına devam mı edecek?

26 Ocak 2014 Pazar

Şimdi hakikatı görme zamanı


Doktor, elim kalem tutmaz oldu, canım istemiyor. İçim yine bulanmaya başladı doktor. Biliyor musun, bi de  daralma geldi.

Öyle mi doktor? Öyle mi? Kendi içime mi döneyim? Etrafımdaki bayağılıkları, aşağılıkları, riyakarlıkları görmezden geleyim!

Ah doktor, ne zaman, nereye kadar? Böyle bir zaman, mekan var mı? Nasıl, ne dedin, doktor? Bir seyahate çıkmak iyi mi gelir? Nereden biliyorsun doktor, bundan sana bahsetmemiştim oysa. Ben yol adamıyım. Uzun yol hem de. Günlerce, aylarca, kara parçası olmadan yaşadım. Evet, ben o zaman yaşadım doktor.

Doktor sen harbiden doktorsun. Nasıl da bana neyin şifa vereceğini buldun.
Neden karada duramıyorum doktor. Neden? İnsan çokluğundan mı, yokluğundan mı? Karar veremiyorum. Bi R.yi sevdim doktor, bi de yazmayı. R. kim mi? Hiç kimse doktor, hiç kimse. Öyle biri yokmuş. Ben var saymışım. Varsayalım R. var deyip, onu bi güzel kurgulamışım. R. sen benim yarattığım bi karaktermişsin. Ben sana güç verdim, gücümü sen de gördüm R. sen benim gücümü boşalttın R. hiç bir fikrin yoktu, sadece kalıplaşmış sözleri papağan gibi tekrarlıyordun. Senin Sanat Tarihi okuman ne büyük bi fiyaskoymuş. R. hayatımın fiyaskosu.

Her defasında enerjimi tüketiyordun. Bense enerjimi senden aldığımı sanıyordum. Sürekli filozoflardan tekrarladığın fikirlerin, seni gözümde bi yere kadar büyütmüş, sonrasında kendi küçük burjuva ahlakına yenilmen benim içimi boşalmaya yetti de artmıştı bile.

Günlerce aç kaldım. Açlığın ne demek olduğunu sen bilir misin? Nerden bileceksin? O senin romanlarda 
okuduklarından tamamen farklı. Beni gördüğün o gün; açtım, oda leş gibiydi ve ben bunun farkına bile varamayacak kadar açtım. Sense açlığın insanı insanlıktan çıkaracak kadar berbat olduğunu göremeyecek kadar toktun. Aç olmanın, parasızlığın açlık çekmenin romantik bir yanı olduğunu düşünüyordun. Söylediğine göre odada benim duymadığım ekşi bi koku vardı. Sakallarım uzamıştı. Bana o gün iğrenerek baktığını hissetsem de, sana bunu konduramadım. Sen, mükemmmel masumiyetin simgesi.

Sen sadece bi zavallıdan başkası değilmişsin. Neden sevdin beni? Seni sevdiğim için. Evet, belki tutkum gözlerini kamaştırdı. Düşünsene, imla kurallarını, grameri bile bilmezken, okudum, öğrendim. Günler, gecelerce okudum.
Ortalama bi kolejliyi kat be kat aşıp, onların papağan gibi ezberleyip öğrendiği cümlelerinden başka bi şeyi yoktu. Bütün bu temeller üzerinde, yeni orjinal bi fikir üretemiyorlardı. Ne kadar da safmışım meğer. Neden onları gözümde o kadar büyüttüm ki. Diplomanın bi kağıt parçası olduğunu anlamam uzun sürmedi.

Sana, yazdığım her satırı okudum. Güzeldi, çirkindi. Hepsine burun kıvırdın. Senin gözünde sıfırdan ancak avukat, banka müdürü en nihayetinde gazete muhabiri olunabilirdi.
Sen de onlar gibiydin. Düşmanlarım gibi. Annen babanın fikirlerinin ötesine geçemeyen, hayatında kulaç atamayan, ancak yardım simidiyle kıyılarda debelenen biriydin.

B. senin hakkında söylediklerinde ne kadar haklıymış. Ama ben tutup ne yaptım; onun boğazını sıktım. Zaten onun ölümle randevusu vardı ve o hem dalga geçiyor hem de tutkuyla yaşıyordu. Umrunda olmadı biliyor musun, bu durum.

Yazdım, yazdım, yazdım... Parasızlığa, açlığa, üstümde adam gibi bi kıyafet olmamacasına yazdım. Sürekli dergilerden red cevabı aldım. Umrumda değildi. Umrumda olan sendin. Ama sen beni kendi kalıplarına sokmaya çalışıyordun.

Şimdi düşünüyorum da, sen yazmam için bir araçtın. Bir yanlış anlamayla başkalarının sözünü dinledin.
Neden yazdım? En az seyahatlerim kadar haz alıyordum bundan. Duygularımı ifade etmem gerekiyordu, benliğimden taşıp, kağıda dökülüyordu. Bende dursa... duramazdı onlar, dursaydı patlardım. M. Bana saygı duyan, her fırsatta yardımıma koşan M, benim onun sınıfından olduğumda, bana olan saygısı kalmadı. Onun gibiydim nihayetinde, işçi sınıfından alelade bi serseri. Ulaşılmazlığım bi anda gitmişti. Kendisini o kadar sefil görüyordu ki, benim de onunla aynı işi yaptığını öğrendiğinde, ben de sefilin teki olmuştum birden.

Serserilik ve çalışma günlerim. Serserilik günlerimde adam dövdüm, arkadaşlarıma ihanet ettim ve bol bol da içtim.

Ya çalışma günlerim. O çamaşırhanede çalıştığım gibi hiç bi yerde çalışmadım. Ah doktor biliyor musun, çalışmak erdem değil, kim bunu söylemişse bundan büyük çıkarı olan seni beni çalıştırıp üzerinden para kazanan pisliğin teki.

Çok çalışmak beni insanlıktan çıkardı. Sadece iki lokma yiyip, uyuyordum. Bırak okumayı, düşünemiyordum bile. Çalışmaktan, bir hayvana dönüştüm. Neden mi çalıştım doktor, zaman kazanmak için. Zaman satın alıp, onu yazarak geçirmek istiyordum. En sefil, en aşağılayıcı bi şekilde çalıştım.
Evet, doktor kimse inanmadı bana, benden başka. İnancımı hiç yitirmedim. En büyük değerin kendine inanmak olduğunu anladım doktor.

Demiştim, dergiler adamı sömürüyor. İki kuruş parayı vermemek için ne pislikler yaptıklarını bilsen. Döve döve de aldım paramı.

B. ne mi oldu? Öldü doktor, öldü. Bunu istiyordu. Bana inanan tek kişi oydu. Güç veren. Bi otel odasının köşesinde öldü.

Ne yapayım doktor söyle şimdi bana? Bana zırnık değer vermeyen yayınevleri, romanım basılıp da, çok satmaya başladığında, şerefime yemekler düzenlediler. Umrumda değil. Hayır doktor hayır, umrumda. Bu böyle olacaksa, ben neden bütün bunları, bunca acıyı çektim.
Eski arkadaşlarımla yedim, içtim hediyeler aldım.

Ama sonra ne oldu biliyor musun doktor? Koskoca bi hiçlik kapladı içimi. Bak, işte şurası doktor, ilacı var mı bunu sence? Var mı? En çok sevdiğim şeyi mi yapayım. Evet, doktor haklısın, kıyıda kalmak bana göre değil, denize gitmeliyim, denize...

Doktorlara inanma derlerdi de, inanırdım. İnanırım ben doktor. Beni inancım buraya getirdi. En tepeye, sonra da boşluğa.

Evet doktor, mavi nedir bilir misin, köpüren dalgalar, fırtınalar. Ya kapkara gökyüzü. Sanma ki gökyüzü, deniz, hep mavidir. Bütün bunları denizde olduğum zaman gördüm. Gökkuşağının bütün renklerini ayrı zamanlarda gördüm. Deniz de öyle. Deniz sana her şey verir. Bütün istediğini. En azından benim istediğimi.

Doktor, sana çok uzaklardan yazıyorum. İyi ki söylediğini yapmışım. Sağol doktor. Şu anda güvertedeyim, hava serin, deniz masmavi.

Hoşça kal doktor, hoşça kal. Dünyada görebileceğim her şeyi gördüm. Şimdi denize atlayıp başka diyarları görme zamanı. Benim mekanım burası. Biliyordum. Bunu öğrenmem için karada acı çekip, cenneti de cehennemi de görmem lazımmış. Cennet ne, cehennem ne?
Şimdi hakikatı görmeye gidiyorum, hoş çakal.

Martin Eden





10 Ocak 2014 Cuma

Bir hayalimiz vardı



Bazen okuduğun kitap ve izlediğin film apayrı konuda da olsa, bir patikanın iki karşı tarafında gibi gözükse de, bir şekilde birleşiyor ve bu patika hayatımızın ana yoluna sapıveriyor birdenbire.
Kimi zaman diyorsun ana yola bi türlü çıkamadım; neden? Gereksiz gereksiz insanlara adres sormandır belki nedeni. Yanlış adres Bağdat'tan döner ya.
Hayatı yaşarken anlamadığımızı sanıp, aslında bir takım olaylardan, insanlardan arta kalan birikimler, bize yaşamın özünü sunuyor.
Aslında yaşamın anlamı da yok ya. Yaşam yaşamdır işte, akıp giden zaman var sadece. Şimdi hava soğuk bıktım mıktım yaz gelse, güneşi görsem falan diye düşünüyorum kimi zaman. Hele şu sis yok mu? Günlerdir ruhumun ortasına çöreklenmiş.
Evlerin bacalarından çıkan dumanla birlikte yıllarca yıkanmamış tül gibi, yıkanmamaktan daha da kalınlaşmış, rengi bozkırı andıran hale gelmiş atmosfer. Yıllardır yıkanmamasının verdiği umutla, iki elimle şöyle caaarrttt diye yırtıp, etrafı, evleri, bacaları, denizi, gemileri, martıları ayan beyan görmek istiyorum.
Sonra ayan beyan tv de soğuktan buz tutmuş sokakları, hayvanları, ve tv ekranına girmeyen daha nice şeyi görüyorum.
Geçtiğimiz günler benim için Panaıt Amca (Istratı) günleriydi. Sevdiğim yazarlara amca, hanım, abi, derim. Her ne olursa olsun teyze demem. Bunu kendime yakıştırmıyorum. Bir kadının bir kadına yapacağı hatta bir erkeğin bir kadına yapacağı en büyük hakaret teyze demek. Sanılanın tersine saygı değil kaygı duyulacak hadsizliktir.
Mihail -Arkadaş- gibi romanı ite kaka okuduğumu itiraf edebilirim. Gerçi sonlarına doğru bu hissim değişti evet budur, dedim ama başlarda... gitmiyordu, gitmiyordu. Okuduğunuz romanın zamanla alakası var. Zamanlama manidar! Son günlerden bana arta kalan, insana karşı içimde inanılmaz bir itme gücü oluştu. Bu yüzden de dostluğa falan hiç inanamadım. Görüyor musunuz bin musibet, geldi içimizi kararttı.
İnsan olmak ve hayatı hayvanlardan daha az anlamak ne hazin şey, demiş Panaıt Amca.
Evet Panaıt Amca, insanlara akıl verilmiş duygu verilmiş ama sonuç ortada. Eee unutmamak gerekir ki duygu deyince, insanın aklına sadece sevgi, dayanışma, güzellik, yardımseverlik, v.s gelmesin. Kutu kutu hırs, güç, insanları ezme, riya, açgözlülük, yalan v.s gibi duyguları görüyoruz.
Bizdeki -insanlardaki- akıl ve ilkel duygular önce bir takım insanları, sonra diğer insanları bitirmeye, en sonunda da yeryüzünü bitirmeye progamlanmış sanki.
İnsan insanın kurdudur, tilkisidir, çakalıdır, sansarıdır.
Yukarıdaki satırda şu güzeller güzeli hayvan dostlarıma ne iftiralar attım görüyor musunuz? Karınlarını doyurmak için doğası gereği ne gerekiyorsa yapıyorlar. Evet sen insan karnını doyurmak için yapmıyorsun bütün bunları. Ruhunun kara, kapkara deliklerinde yer alan bilmediğimiz ama hissedebildiğimiz komplekslerini gidermek için acılar, korkular, ölümler, işkenceler, ve neler neler yapıyorsun insancığım. Artık sana insancık diyeceğim.
Biliyorum, bilmez değilim insan dediğin kötülüklerle dünyaya gelir. Atalarının genlerinden miras kalan kötülükler bazılarına oldukça bahşedilmiştir. Hele de yaşadığın dört sekizlik komple komplekslerin varsa, var ya, yandı gülüm keten helva.
Ben buraya bir de film sığdıracaktım baştaki paragraftan anlışılacağı üzere. Bir filme gittim inanın öğretilerden ve bütün düşünce -izm-lerinden içime fenalık geldi.


Film 1945 yılında Hiroşima'ya atılan bombayla başlıyor. Yok olan insanlar, şehrin bombalanmış hali... kimi mutlu eder ki bu? Atanları eder mi bu durum?
Aynı tarihlerde iki yakın arkadaşın iki kızı doğuyor. Aynı gün doğuyorlar. Kızlar da yakın arkadaş oluyorlar. Zamanın öngördüğü şekilde biri anarşist oluyor. Diğeri daha çok kendi cinsel devrimini gerçekleştiriyor. Beraber yapılan çılgınlklar, katıldıkları yürüyüşler v.s.
Anarşist kızın babası -izm-lere gönül vermiş, sürekli çalışan, yazan, okuyan bir -izm-cidir. Bu izmci arkadaş, kendi bireysel özgürlüğünün peşindedir.
O zaman şöyle sorabilir miyiz bu bireysel özgürlükçü arkadaşa: senin özgürlüğün nerede biter. Yani bunun da bi sınırı var. Eğer sen küçük yaşta bir kadını (eşini) hamile bırakıp ve evet tamam evleniyorsan ondan bir çocuk sahibi oluyorsan izmciliğin de bi yere kadar olur. Evlenmek nedir arkadaş? Sorumluluk v.s. sahibi olmaktır. Eğer devleti reddediyorsan evlenmeyeceksin ve başkasının yani kadının hayatını bitirmeyeceksin. Kadın ressam ama çocuğu olduğu için resim hayatını bitirip eve tıkılmak zorunda kalmıştır. Hayatının başında kendisini tanımlayamadan bitirmek zorunda kalmış.
Ya izm-ci arkadaş? Üniversitedeki öğrencileriyle gününü gün eder, hiç bi şekilde eve karısına saygısı yoktur. Yani bildiğin maganda bi şekilde hayatını bireysel özgürlük adına devam ettiririr. Özgür bey kızına da baba dedittirmemekte, baştan beri ismiyle hitap etttirmiştir.


Öyle ki kızının 18-20 yaş civarı olduğu diğer arkadaşıyla kızının gözü önünde işi pişirip, kızının ruhsal dengesini alt üst eder. Kız sonunda atom bombasına dönüşür. Sonunda patlar da. Sonucunda ortalık anne, kız, diğer kızın annesi Hiroşima'ya döner.
Yani işte hayat dediğimiz de o izm-lerden oluşmuyor. O yazılar, makaleler belki güzel şeyler yazıyorsun cart curt ama sen kendi özgürlüğünü ve maddeciliğini gerçekleştirmek için başkalarının hayatına maganda karakterini kara bir hançer gibi saplayamazsın Özgür izm-ci.
Ya kimseye bağlanmayacaksın, evlilik çocuk falan yapmayıp inandığın değerler öğretisinde yaşayacaksın ya da başkalarına bağlandıysan bu öğretilerin görüldüğü üzere senin hayatına uymaz.
Panaıt Amca'nın Uşak isimli kitabını okudum dedim ya. Evet bu günlerde onun Mıhaıl'den daha çok beğendim. Çünkü içinde vicdan, insanlık var. Ve Panaıt Amca bir süre grevlere, sosyalizme politikaya da bulaşsa, işin içine politikacılar girdiğinde bütün o saf görüşlerin berbat olduğunu, rabbena hep bana diyen politikacıları gördüğünde, ne politikaya ne de sosyalizmle bağı kalmıyor. Çünkü politikacı dediğimiz kişiler, insandan başka bir varlığa dönüşüp, diğer insanların üzerinden yarar sağlayıp, kendilerinin küpünü doldurup sonra da tekmeyi basıp, insanları yüzüstü bırakmaktan başka bi şeye yaramıyor. (Buna ne kadar yarar denirse) İşçiler, sade vatandaş sırtına basılması gereken merdiven oluyor.
Gerçekten özgür ruhlu Panaıt Amca'da o kadar gezdiği ülkelerde, ülkelerden çok insanları, ezilen, sömürülen insanların başlarına gelenleri ve çoğu zamanda onların birbirlerine kazdıkları kuyuların hikayelerini yazar. İnsan denen varlık çok komplike bi şey. Hesap itap, hırs, para insanı bozuyor.
En çok güce tapanların, gücün yanında olanların güç sahibi olmak için olmayacak şeyleri yapanların hayatta en çok güçsüz, en zavallı insanlar olduğunu düşünüyorum.






4 Ocak 2014 Cumartesi

Yozgat Blues - Şayirimizi tanıyalım


Yozgat Blues filminde radyocu şair –şayir- bir karakter vardı. Boynuna doladığı ha doladığı fuları, fular da değil yahu biz kadınların taktığı aksesuar var ya onun gibi bir şey, orta parmağında kehribar taşlı gümüş yüzük, dudak altında afedersiniz sıçılmış kuş boku gibi duran kıl yumakcığı, elinde dağılmış gasteler, kitaplar, defterlerle üç seneden beri roman yazdığını, yazmış olduğu şiyirleri ile kadınları etkilemek –ayarlamak- için baş vantilatör ayarında,  gözleri sözde duygusal duygusal bayılan, şiirini çok duygusal bir ses tonuyla, -o sesin duygusal olduğunu iddia etse de, aslında o kadar komiktir ki, gülmekten bağırsak düğümlenmesi geçirebilir, gözlerinizden yaş sicim gibi akabilir. -
Şiyirine örnek şöyledir:

ve sen ve gece

Gece….
Aydınlatır yüreğimi
Ve sen
Evet sen,
Sen sevdalım
sen gece yüzlüm
gece sen de gizli
gizim ben de
ben sende
gizliyim

bu şiyiri okurken uzun aralıklarla es ler verilir ve ses ve ses öyle dûygûseldir ki, bütün kadınlar, şayirimizin peşinden koşar. Ve o duygusal adam uçana kaçana yazar.

Yazıldım sana
Güzel
Sana yazıldım
Güzelim
Ceylanım
Sarı papatyam (sarışınlara)
Kısrağım (esmerlere)
Kadınım
Sen varsan
Ben varım
Yoksan
Yokum

Ve efendim  bu tiplerin hayatta karşılığı olduğu için bu filme uygun görülmüş. Şayirimiz şiyirini okurken öyle güldüm, öyle güldüm ki, yukarıda bahsettiğim gibi bağırsaklarım düğümlenmeye yeltendi, gözlerimden  yaşlar sicim gibi aktı…
Onları her yerde görebilirsiniz. Belediyenin kültür sanat etkinliklerinde; düğünlerde kendini fark ettirmek isteyen genç kızlar gibi sağa sola telaşla koşturur, mikrofonu ellerine alıp bırakmamak için uzun “es”lerle konuşmalarını sürdürüp, gözlerini ufka dikip, ne kadar entelektüel göründüklerini, o anda kaç kadının ona hayran olduğunu düşünürler.
Ne yazık ki bazı insanlar -erkekler özellikle- entelektüelliğin imajla olduğunu düşünüp bol şallar, dudakla çene arasındaki çukurda küçük kıl kümeleri, falan filan gibi gereksiz abuklukla kendisini kanıtlamaya çalışıyorlar.
Aynı Türkiye gibisin be şayir alt yapı yok imajla durumu kurtarmaya çalışırken, sahte romantizmle kadınları ağına düşürmeyi çalışan mavi sakal olmaya çalışıyorsun.
Kısaca efendim: imaj hiç bir şey, alt yapı herşeydir.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...