24 Ağustos 2015 Pazartesi

Zamansız


Sorsan hangi ayda olduğumuzu bilmiyorduk desem yalan olur.
Ne zamandır takvime bakmıyorduk ama Babam takvim yapraklarını hangi ay ve günde olduğuna bakmadan her gün hışım gibi yırtıp atıyordu.
Biz zamanın geçmesini, ektiğimiz biber, domates fidelerinin çiçek açmasından sonra, parlak yeşil biber olmalarından, domateslerin önce yeşil, büyüdükçe kızarmasından, lodos patladığında kıyıya vurmuş palamut gibi sersemleşmekten, bazen şiddetli baş ağrılarından, mor renkli yiğit poyrazın deli gibi estiğinde olan biteni savurmasından, denizin buz gibi olmasından anlıyorduk.  Anlıyorduk ki, temmuz sonuydu. 
Bütün yazı annemin mayıs ayında Ödemiş pazarından aldığı gri üstüne pembe desenli belden lastikli uzun şalvarıyla geçirdim. İlkin pembe çiçekleri canlıydı. Yıkaya yıkaya zamanla soldu. Sanki bin yıl giymiş gibi. Umrumda değildi ve bu durum belki daha da hoşuma gidiyordu.
O günler telefon zili bile yaz rehaveti ve ağırlığıyla daha yavaş çalıyordu. 
Bahçeyi yeni çapaladım. Yorgun argın geldim, balkondaki sedire uzandım. Annem "burada uyuma, git odana" deyince sanki uykuma limon sıkılmış gibi hissettim ama sesimi çıkarmadım, uyuyor numarası yaptım. Kendi kendine söylendi annem. "Her zaman burada sert yerde yatıyor,  gidip bi türlü yerinde uyumuyor. Okuldayken de böyleydi, okuldan gelince saatlerce formasını üzerinden çıkarmazdı." 
Tam o sırada, telefon hızlı ve neşeli çaldı. "Hah işte bütün herkes bir oldu, uykuyu yasakladılar." Annem telefonu açtı. Esin'le konuştuğunu anlıyorum. Uzun zamandır Esin'den haber bekliyordum.  Hemen Annemin yanına koştum, konuşmasını bitirmesini beklerken "hadi hadi" diyorum.
O sırada horozun biri zamansız öttü. Bu horozlar da iyice sapıttı. Şimdi uyuyor olsaydım, sabah oldu zannedecektim diye geçirdim içimden.
Annem ahizeyi uzatttı. Esin çoktandır düşündüğü ama hayata geçiremediği şeyi sonunda yapmış, sevmediği işinden istifa etmiş. Müdürünün egosunun şişkin olması işe yaramış bu kez. "Sen istifa edemezsin, ben seni kovarım ancak" deyince hiç beklemediği yüklüce tazminatı almaya da hak kazanmış. "İlla bu gece bekliyorum, bunu kutlamamız lazım." dedim.
 "Tamam, Nazlı'ya da haber veriyorum o zaman."
Hemen mutfağa girdim. Barbunyaları ayıkladım, haşladım güzel bi pilaki yaptım. Rakı bardaklarını buzdolabının buzluğuna attım. Rakı zaten buzdolabında zulada bekliyor. Üç kavun kesiyorum. Deniz börülcelerini haşladım, ayıkladım, üzerine zeytinyağ limon, ohh o da tamamdır. Bakalım bakalıımm mutfakta ne malzeme var; hımm bi de haydari patlattım mı, Nazlı çok sever haydariyi. Buzdolabında iki topan patlıcan var, ne yapsam ki? Hemen piknik tüpte közlüyorum, biraz tahin, iki diş sarımsak, biraz limon suyu, yoğurt oldu mu sana babagannuş.
Sofra için Annemin zamanında Sümerbank'a her gidişinde aldığı beyaz üzerine beyaz kendinden desenli keten örtüyü örtüyorum. Şimdilerde dertsiz masa örtüleri moda ama hiç sevmedim. Bana o örtüler ne olursa olsun dert, tasa bilmeyen yıvışkan ve yavşak şımarık insanlar gibi geliyor. Ne yana çeksen oraya gidiyor. Yemek lekelerini hemen üzerinden bi yıkanışta atıyor. Geçmişsiz, dertsiz, hüzünsüz. Sanki insanın sadece mutluluk duygusu var ve hep onu yaşamak zorunda gibi. Ağzımı çarpıtıyorum.
Böyle böyle düşünürken sofrayı kurdum bile. Bi de geriye gidip uzaktan masanın manzarasına bakıyorum. Olması gerektiği gibi geceye, samimiyete, neşeye ve hüzne hazır.
Hemen yukarı çıkıp kot pantolumu, takvime baktığımız zamanlarda yani mayıs ayında bi sıkıntı anında gittiğim avm den öylesine aldığım, hiç giymediğim turuncu penye tişörtü giyiyorum. Ne takı, ne bi şey. Saçımı da kuyruk yaptım. Fiyyuuvvv geceye hazırım.
Esin'le Nazlı, Esin'in yeni arabasıyla geliyorlar. Tozu dumana kattı yine. Ne hızlı kullanıyor bu arabayı yeni yetmeler gibi Esin, sinir oluyorum.
Gelir gelmez fırça atmayayım. Gecenin içinde fırsat olursa söylerim.
Hoş beş, sitem faslından sonra, sofraya oturuyoruz. Esin bütün gece müdüründen bahsediyor. Tam rakı muhabbeti geyiğine sarıyor. Adamın bütün yaptıklarını komik dille anlatıyor. Tabii bileti kesti ya şirketten rahat, koyvermiş gitmiş. 
"Aman be kızım, bırak artık boşver bitti gitti işte" diyorum.
"Yok olmaz, anlatıjammm" derken göz kırpıyor. 
Nazlı "bunun çenesi düştü, ay içime fenalık geldi kız, getirsene fikret abi'yi, dinleyelim" diyor. "ohh be iyi aklına geldi." hemen yukarı çıkıp 1980 lerden kalma kasetçaları ve Fikret Kızılok kasetini alıyorum. 
bir gün olsun unutunca dışımda kalıyorsun
oysa seni düşününce içime sığmıyorsun
zaman zaman zaman zaman ah o zaman
....
Yan evlerden rahatsız oluyorlar galiba. Çatttt diye panjur kapanma sesi. Rıfat Bey Amca balkonda sinirli yürüyor.
Hepimizin kafası dumanlı. Fikret Abi'yi kapatıyoruz istemeden de olsa. Fısır fısır konuşup, bin katı gürültülü kahkaha atıyoruz. 
Servet teyze pencereden abartılı "yeterrrrrr" diye bağrıyor. Ayılıyoruz.
Uzun bi sessizlikten sonra Esin aldığı tazminatla çıkacağı yolculuğu anlatıyor. "Yicem parayı yollarda, yok öyle lüks otellerde değil, hostellerde kalıcam, nereyi merak ediyorsam görcem" diyor.
"Git be kızım git, diyoruz".  Nazlı saate bakıyor. Gecenin üçü. "Kalkalım" diyor Esin. "Durun yaa, nereye, yukardaki odayı hazırlarım, gitmeyin" diyorum. Esin "amannn gideceğim yer 12 km ötesi n'olcak." diyor. Israr ediyorum ama dinletemezsin ki bu Esin'e.
Sofrayı nasıl toplayıp yattığımı bilmiyorum. Başımda bıçak gibi bi ağrıyla uyanıyorum. Aşağı inince telefon çalıyor. Arayan Nazlı, sesi çok kötü. Sanki kuyudan nefes alamaz gibi zorlukla konuşuyor. "N'oldu" diyorum endişeyle. "Esin, Esin kaza yapmış, beni bıraktıktan sonra." başımdan aşağı kaynar su dökülüyor "Çok mu kötü" diyorum. "Kaybettik" diyor, hıçkırarak.
Zaman duruyor. O günden sonra takvim yapraklarının hiç anlamı kalmıyor... 

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...