Geceyarısı uyandım. Köpekler havladı da, ondan uyandım.
Şehirde de köpekler gece çok havlar ama burada, Kalabak’ta daha çok havlıyorlar
sanki.
Kalktım, camdan dışarı baktım. Bahçenin bakımsız hali beni
tedirgin etti. Otlar bürümüş. Karanlıkta hareket eden çırpı kollu bacaklı,
canavarlar gibi duruyorlar. Hareket ederken öfkeli sesler de çıkarıyorlar.
Köpeklere cevap veriyorlarmış gibi geldi bana.
Hani buraya çiçekler, sebze fideleri, şimşir fidanları ekecektim?
Geçen yıl arka tarafa babamla ağaç fideleri ektik, o zamandan bu yana da
baya büyüdüler.
Bu sene kış çok sert geçti. Kırsal yerler normalden daha
soğuk oluyor. Rüzgar durmadan –vooovvv, fuiiiyff- diye diye ıslık çaldı. Kış
geceleri, kapalı perdelerin ardından çapkın bir erkek dışarıda bir
alay kızı kovalayıp duruyor gibi hissettim. Uçanla kaçan kurtuluyor. Vay anasını be, ne kıştı
öyle.
Yatağıma yattım, gözlerimi kapadım. Soğuk yüzünden üstüme
çöken tembel insan ruhundan, sabah pijamamı çıkarmam gibi çıkarıp kurtulmak istedim.
Havalar yağışlı olsa da artık ılık. Eh ne de olsa Mayıs ayının başındayız.
Yarın sabahtan itibaren, yok be ne yarın sabahı, şu andan itibaren tembellikten
kurtulucam. Bak şimdi, buna karar verir vermez içime bir yerlerden mutluluk
sızıverdi. Koca kış kaya parçası gibiydim.
Sabah erkenden kalktım kahvaltıyı hazırladım. Çay da çok
güzel oldu. Kıpkırmızı bergamut aromalı. Annem kahvaltıyı hazır görünce
şaşırdı.
Vay be, sen erken kalkar mıydın?
dedi.
Hiç cevap vermedim. Yoksa verse miydim? “Bundan böyle, böyle
işte” dedim kendi kendime. Kahvaltı hepimize her zaman olduğu gibi iyi geldi.
Boğazımızdan geçen çay, peynir, zeytin, reçel değildi de, huzurdu sanki.
Kahvaltıdan sonra, Annemle balkona çıktık. Soğumaya yüz tutmuş çayımdan
bir yudum alıp,
-
Bak Anne, bu sabah Konak’a gidicem, şu
ayrık otlarını görüyor musun, nasıl da sarmış koca bahçeyi. Ebru söyledi,
ziraatte sırf bunları yok etmek için ilaç satılıyormuş. Basıcam zehiri dedim.
- Amann, sakın toprağa
işleyip de çiçeklere zarar vermesin, dedi.
- Etmez, etmez. Yani etmezmiş, dedim.
Gördüm, Babam Anneme karışma dercesine kaş göz etti. Ben de
onu gördüğümü belli etmedim. Besbelli babam da benim şu taşlaşmış halimden
sıkılmış. Çözülmemi bekliyormuş meğer. Koca kış, çorap üstü çorap, kazak üstü
hırka dolaştım durdum ya ondandır.
- Belki çiçek fidesi de
alırım Hisarönü’nden, dedim.
- İyi, iyi, ne istersen al, dedi babam.
Kapının önüne hiçbir kaygı düşünmeden park ettiğim yeni
arabamıza güneş vurmuş, pırıl pırıl parlıyor. Çok sevdim bu arabayı, satan adam
motor hacmini, hız limitinin üzerinde durdu en çok, bense en çok arka bagajın camlı
olmasını sevdim. Steyşın araba gibi de değil. Evdeki kedi kızlarla, köpek
çocukları, gerekmesin de, gerekirse istediğim gibi veterinere taşıyabilirim.
Hem de ne güzel rengi. Kiremit kırmızısı. Eskiden bu rengi sevmezdim ama
bu arabada olduğu için midir nedir çok sevdim.
Otoyoldan geçmesini bile sever oldum. Yolda, Kekik Vadisi
ismini verdiğim bir bölge var, oradan geçerken mis gibi kokuyu içime çekiyorum.
Bir keresinde Sevim Ablayla geçiyorduk da, ona söyledim, burası Kekik Vadisi,
bak ne güzel kokuyor,
- Haaa, kokar kızım,
kokar, dedi geçti.
Kadın doğma büyüme buralı olduğundan alışmış, her şey normal
geliyor.
Arabada bi de Nazan Öncel’i dinlemeye başladım.
Ohhhhhhhh beeaaaaaaa
dünyaaaaa vaaaarr – mışşşşşşş, diye bağırdım avazım çıktığınca. Şu an, şu
saniye dünyanın en mutlu insanı kim derseniz, ben derim, ben.
Amanin Konak ne kalabalık bi yermiş. Bir kış gelmeyince
unutmuşum, kuru kalabalığı. Arabayı park edene kadar, kapı aralığından sızan güneşin,
tepemde boza pişirmesinden anladım.
Hep güneşli, saygısız kalabalık ve satıcılar. Alışmışım
sahilde rüzgara karşı, kimi zaman rüzgarın arkamdan itelemesiyle, denizin
dalgalarını dinleyerek yürümeyi. İnsanların omzuma çarpması, yürürken aniden
durması, sigaralı ellerini sağa sola savurmaları, “illallahhhh”
Gözüm kesmedi Hisarönü’ne yürümeyi. Metroya doğru yöneldim, bi de gördüm ki; hemen yanındaki otobüs durağının önünde her bahar olduğu gibi renkli
boyalarla boyanmış civciv satıyor bir adam. Etrafında da insanlar toplanmış.
Nasıl sinirlendim, piç kurularına renklendirilmiş canlı oyuncak… adamın yanına
gittim. Bir mukavva kolinin içinde üst üste, susuz, yemsiz. Baktım kaldım. Ben
bakarken balık etli, sarı saçlı, gözleri eyelinerlı, ayakkablarının topukları arkaya kaykılmış, gevşek konuşan bir kadın geldi. Oğluna
- Söyle bakayım, hangi
rengini istiyon? dedi.
- Kıymızı, sayı, bi de
moyrrr, dedi geleceğin yavşağı.
- Olmaz bir tane
alıcam, ancak balkonda durcak, içeri girmicek.
Kadın çocuğuna önce gözlerini pörtletti. Sonra break dans
yapar gibi, kendi kolunu sarstı, ardından çocuğun kolu da annesininki gibi
sallandı. Ufak çaplı uyarıydı.
- Tamam, tamam, dedi
çocuk.
Uzun boylu, iki günlük sakallı, tırnakları uzamış ve içleri
siyah siyah kirli, hırpani kılıklı satıcı çaydan sararmış, sigaradan kararmış, sivri dişleriyle sırıttı. Tam elini civcive uzatacakken, adama
- Kaç lira tanesi,
dedim acele acele.
-Bir lira abula, dedi.
- Tanesine iki lira veriyorum, elindeki dahil hepsini bana
satacaksın, dedim.
Adamın dişleri daha da sivrildi sanki.
- Tamam abula, emrün
olur, dedi.
Kadın sinir oldu. Atarlandı.
- Hakkımızı elimizden
alamazsın. Saygısız kadın, biz almıştık, pislik, dedi.
Piç kurusu zırlamaya başladı.
- Hak verilmez, alınır canım, dedim ve müstehzi bir şekilde
sırıttım.
Ne hoş bir duyguydu, o öyle. O anda kendimi nerdeyse bir Alf
eylemcisi gibi hissetmedim değil. O hissin bana verdiği gazla, cüzdanımı çıkarıp, satıcının suratına Yeşilçam filmlerindeki zalim patronun
masum ve gözü açılmamış assolist adayına paraları fırlattığı gibi fırlattım.
Ama burada açgözlü ve zalim olan satıcıydı. Adam hiç umursamadı.
- Noluyo beaa! dedi
sadece.
Çevremizde üç beş kişi vardı, şişman kısa boylu göbekli bir
adam, bana
-Kimsin sen, be? dedi.
- Sana ne, kimsem
kimim. Asıl sen kimsin, kraldan çok kralcı mı, yoksa bu adamın avukatı mı?
Baktım kısa boylu adam kafasını aceleyle sağa sola
döndürüyor. Birini gözüne kestirdi
- Kadına bak, kadına,
nasıl da küstah, esnafı horluyor, dedi yanındaki adama.
Adam
- Şikayet et abi,
şikayet et, memleketin çivisi bunun gibiler yüzünden çıktı. Benim vaktim yok,
olsa ederim zabıtaya. Şerefli bir esnaf sonuçta, evine çocuklarına ekmek
götürmek için çabalıyor adam.
-İttirin gidin,
istediğiniz yere, dedim.
Satıcı:
-Abula daha elimde çok
var, yarın gene getireyim alcan mı, senin için 1.5 tl den olur, dedi.
Çaresizdim. Elimden bir şey gelmiyordu. Sinirle oradan ayrıldım. Elimde onlarca
civciv kutusuyla otoparka doğru yürürken liseden arkadaşım Dilek’ i gördüm.
Daha doğrusu o beni görmüş. Ben onu görene kadar karanlık
bir tünelde yürüyor gibiydim.
Sinem, Sinem, diye seslendi.
Dilek, geçen sene çok kısa sürede verilen kararla evlenmişti. Çok sevmişlerdi birbirlerini ama şimdi boşanıyormuş. Avukata vekalet
vermeye gidiyormuş. İyi görünmüyordu. Nerde o lisedeki güzelim uzun gür sarı
saçlı, Dilek. Saçlarını kısacık kestirmiş. Röfle de yaptırmış. Çok kilo vermiş. Hiç yakışmamış. Gözlerinin altı mosmor olmuş, pembe gül yüzü solmuş arkadaşımın. 10 sene yaşlanmış
gibi duruyordu. Bilmiyorum ki röfle yaptırdığından mı, kilo vermesinden mi yoksa bir sene içinde
evlenip boşandığından mı öyle görünüyordu? Yine de doğruyu söylemedim
- Çok iyi görünüyorsun, boşver atlatırsın üzülme, dedim.
- Yok üzülmüyorum, tam tersine seviniyorum boşanacağıma deyince, onun çok kötü bir evliliğin içinde olduğunu anladım. Kötünün iyisi, en azından çabucak kurtulacaktı.
O da beni çok iyi görmüş. Hala lisedeki gibiymişim.
Ne bileyim ben kendimden biliyorum, ben de yalan söylemiştim ona. Zaten lisedeki gibi değildim.
Ama her şey değişiyordu, biz mi değişmeyecektik. Bize
çağırdım,
- Bize gelsene, istediğin kadar kal, lisedeki gibi. Bak bahçedeki ayrık otlarını temizliyorum, her şey bambaşka olacak,
dedim.
Acelesi vardı ama yazın geleceğine dair söz verdi.
Eskisi
gibi denizde yüzüp, ayaklarımızı tozlu yollarda sürte sürte eve gelip, buzdolabından çıkarttığım karpuzu kütürderek
keserek, karpuz ekmekle karnımızı doyurup, eskiden olduğu gibi ota boka gülmeye
karar verdik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder